Quantcast
Channel: Hikayeler / İnsanlık Halleri – Liberteryen.org
Viewing all 124 articles
Browse latest View live

Katliam Bayramı

$
0
0

Hindistan ve Nepal'de Hindu Güç tanrıçası Gadhimai için yapılan ve bir fare, bir keçi, bir horoz, bir domuz ve bir güvercin katledilerek başlatılan festivalde çoğu büyükbaş olmak üzere toplamda 300,000 - 500,000 hayvanın telef edilmesi adet olmuş. Güç tanrıçası size güç vermek ve dileklerinizi yerine getirmek için sizden kurban bekliyor?

Aslında burada gerçekleşen katliam bir tür güç gösterisidir. Hayvanlar birer birer öldürülüp yere serildikçe, kanları akıtıldıkça insanlar vecde gelmektedir. Belki tanrıça Gadhimai'nin sana güç vermesi ve dileklerini yerine getirmesi felan da umurlarında değil. Öldürmeden haz alan, heyecan duyan ilkel bir insan dürtüsü ortaya çıkmaktadır. İnsan aslında et yiyen yırtıcı bir hayvandır. O halde kendisini öldürse dahi yiyemeyecek durumdaki bir otobur, kendini savunabilecek hiçbir silahı dahi bulunmayan zavallı bir hayvanı katletmek nasıl bir güç gösterisi olabilir ki?

Burada dinin insanları katliam yapmaya teşvik konusundaki rolünü de çok abartmamak lazım. Sonuçta boğa güreşi de bir tür sivil katliam gösterisi değil midir. Bir otobur (boğa) ile bir etobur (insan) teke tek döğüşecekler. Binlerce insan da bunu seyredecek. İstisnalar bir yana bırakılırsa boğa her zaman ölmeye mahkum. Çünkü boğa insanı öldürse de yiyemez. Orantılı güç soz konusu değil. Oysa insanın silahsız ve teknolojisiz olarak karşısına bir başka etobur, mesela bir ''aslan'' çıkartılsa idi o zaman gerçek bir mücadele gösterisinden belki söz edebilirdik.

KURBAN KONUSU KESİNLİKLE BİR İSLAM ADETİ DEĞİL! Musevilik, Hıristiyanlık gibi tek tanrılı dinlerin başlangıcına, yani İslam'dan taa 2600 yıl kadar önceki Hz. İbrahim'e dayanıyor. Birçok dinin ritüellerine de girmiş, ama dinin dayattığı, mecbur ettiği birşey değil. İnsanlık geliştikçe bu tür adetleri geride bırakmış. Bu adetin ilkelliğine ilişkin bir eleştiri bir yaptığımızda da hemen (üstelik İslam adına) savunmaya geçip, ''senin medeni dediğin ülkelerde de insanlar şükran bayramında, noelde, yılbaşında hindi kesmiyorlar mı?'' diyorlar. Hayır efendim. Kesmiyorlar; İnsanlar ailece bir araya geldiklerinde hindiyi sofrada görürler. Kimse canlı bir hindiyi satın alıp, boğazından iple bağlayarak çeke çeke evine götürmez. Kimse küvette boğazını kesip kanını ailece alnına sürmez. Amatör cellatlık vahşetine gönüllü talip değildir. Bunun yapıldığı ülkelerde insanların icabında emredildiğinde, ''katli vaciptir denildiğinde'' insan kafası da kesebilecek kıvama geldiklerini görüyoruz.

Toplumda sivil insanların da kan dökmeye yatkın hale getirilmesi eğer özellikle istenen birşey değil ise bu tür katliam adet ve gelenek göreneklerinin tamamen eskide bırakılması gerekir.

İngilizcede Turkey hem Türkiye hem de Hindi demek. Türkçedeki Hindi'ye (Hindistan), Hindistan’da ise ’’Peru’’ deniyormuş. Hindiye Araplar Yunan Pilici, Yunanlar ise Fransız pilici demişler. Ayni hayvan Fransızlar için Hint Pilici’dir. Oysa hindinin anavatanı bu ülkelerden hiçbiri değildir. (İlk olarak bundan 2.000 yıl kadar önce orta Amerika yerlileri tarafından evcilleştirilmiş olduğu bilinmektedir.) DİLİMİZ, DİNİMİZ, ADETLERİMİZ, GELENEK VE GÖRENEKLERİMİZ HER YERDE FARKLI FARKLI.

Vejeteryen olanlarımız dahil aslında hepimiz yırtıcı, etobur, vahşi hayvanlarız.
Ama, MEDENİ OLANLARIMIZ HER TÜRLÜ CANLI YAŞAMINA SAYGI DUYARLAR.
Beslenme ihtiyacımız dışında asla öldürmeyiz, hiçbir canlıya asla eziyet etmeyiz.
Öldürmeyi konu alan her türlü adetlerden ve güç gösterilerinden tiksinti duyarız.
Bunun din, ümmet, millet adına gerekli olduğunun söylenmesi bizde nefret uyandırır
KATLİAM ADETLERİNE VE ONU KUTSAYANLARA SAYGIMIZ YOKTUR


Suriye’yi Kimler Cehenneme Çevirdi

$
0
0


Suriye’yi kahreden hayaletin bir yüzünde rejimin 1982’deki şiddet döngüsüne son vermiş demir yumruğu, diğer yüzünde ona karşı mezhepçi ve tekfirci bir itiraz vardı. İslamcılar ve diğer muhalif güçler yıllar sonra rejimle hesaplaşma fırsatı bulurken Suriye ile hesabı olan dış aktörler de ivedilikle bunu bir vekâlet savaşına dönüştürdü. Birkaç hafta içinde bir “devrim” düşlenirken ülkeyi lime lime eden gelişmeler ardı ardına geldi. Bu süreçte önce gerçekler katledildi. Olaylara ve aktörlere dair kirli bir propaganda savaşıyla bütün dünya maniple edildi. Yüz binlerce insan can verdi, milyonlarca insan yerinden edildi. Ve medeniyet havzaları kör şiddete teslim oldu. İnsanlar gibi şehirler de öldü. Farklı din ve mezhepleri özümsemiş bir toplumsal doku tahrip edildi. Suriye’nin bir kısmı birkaç yılda karanlık bir çağa döndürüldü. Bir muhalif yolun yarısında Türkiye’nin üstlendiği role atfen “Halep sizi affetmeyecek” demişti. Yolun sonunda Suriye’de bizi affedecek şehir kalmadı.

Suriye krizi Irak’taki krizle birleşip içinden sınırları aşan karanlık güçler çıkardı. Bu güçlerin görünür yüzü olan çeşitli örgütlerin Fehim Taştekin’in SURİYE isimli eserinden aldığım bir listesi şöyle;

* * *

AHRAR EL ŞAM: İsyan sırasında Hassan Abbud liderliğinde kuruldu. Ebu Halid el Suri gibi bazı eski Kaideciler de destek verdi. Selefi İslamcı ağırlıklı örgüt İdlib, Hama ve Halep bölgesinde silahlı isyana katıldı. ÖSO efsanesi çökünce Türkiye ve Katar tarafından özellikle öne çıkartıldı. Hedefini Esad rejimini yıkıp İslam devleti kurma olarak formüle ederken isyanı ‘Safevilerin Şiiliği yayma komplosuna karşı cihat’ olarak tanımladı. 9 Eylül 2014’te bombalı saldırıda Abbud ile birlikte 27 yöneticisi öldü. Dış destekle kendini toparladı.


DEMOKRATİK BİRLİK PARTİSİ (PYD): Kürtlerin ‘Rojava’ olarak andığı Batı Kürdistan’daki özerklik hareketinin en önemli siyasi aktörü. 2003’te PKK ile ilintili kadroların öncülüğünde kuruldu. Özelikle 2004 Kamışlı olayları sonrası toplumu örgütleme çalışmaları yürüttü. Tutuklanan yüzlerce üyesi 2011’deki afla bırakıldı. Silahlı isyan ve dış müdahaleyi reddeden Demokratik Değişim İçin Ulusal Koordinasyon Kurulu’na katıldı. Temmuz 2012’de Kürt bölgelerinin kontrolünün ele alınmasına ve 2013’te fiili özerkliğin Afrin, Cezire ve Kobani kantonları olarak inşa edilmesine öncülük etti. Kürtlerin talepleriyle ilgili garantiler sunmadığı için SUK’la uzlaşamadı. SUK tarafından rejimle bağlarını koparmamakla suçlandı.

DEMOKRATİK DEĞİŞİM İÇİN KOORDİNASYON KURULU: 2011’de Hasan Abdülazim liderliğinde sol kanattan 13 parti ve hareket tarafından kuruldu. Dış müdahaleyi ve mezhepçi yaklaşımları reddedip rejime karşı sivil direnişi savundu. PYD de kurucuları arasında yer aldı. ABD tarafından Cenevre konferanslarından dışlanırken Rusya’nın davetiyle Moskova’daki görüşmelere katıldı.


HALK SAVUNMA BİRLİKLERİ (YPG): Rojava’nın savunma gücü. Kürtlerin yanı sıra içinde Arap, Süryani ve Osmanlı döneminde bölgeye yerleştirilmiş Çeçenleri de barındırıyor. 2004’te Güney Kürdistan’da PYD’nin inisiyatifi ile kurulan YPG, 2012’de PYD’nin de içinde yer aldığı çatı kuruluşu Kürt Yüksek Konseyi’ne bağlandı. Farklı kesimlerden katılımlar nedeniyle sadece “PYD’nin silahlı kanadı” olarak tanımlanamaz. Nusra gibi örgütlerin yanı sıra IŞİD’ e karşı gösterdiği direnişle ilgi odağı oldu. Türkiye’ye rağmen Ekim 2014’ten itibaren lŞİD’e karşı ABD’den doğrudan silah ve hava desteği almaya başladı. IŞİD’e direnişiyle dikkat çeken YPG Batı’dan da saflarına savaşçılar kattı.

IRAK-ŞAM İSLAM DEVLETİ (IŞİD): Amerikan işgalinin ardından El Kaide yapılanması olarak Irak’ta örgütlendi. Farklı isimler aldı. Suriye’deki kanlı sürece Nusra Cephesi’ni kurdurtarak iştirak etti. Nisan 2013’te Irak İslam Devleti ismini Irak Şam İslam Devleti olarak değiştirdi. Nusra’yı feshetmek kararı yüzünden Kaide’den tart edildi. Fırat ve Dicle nehirleri üzerinde hâkimiyet kuran örgüt Haziran 2014’te Musul’u ele geçirdikten sonra ismini İslam Devleti olarak değiştirip hilafet ilan etti. ‘IŞID’in halifesi’ Ebubekir el Bağdadi’ye farklı ülkelerden onlarca örgüt biat etti.


İSLAM ORDUSU: Zehran Alluş, Suudi istihbaratının yardımıyla 2011’de İslam Tugayı’nı kurdu. 2012’de Şam’da 4 üst düzey yetkilinin öldüğü Ulusal Güvenlik Binası’ndaki patlamayı üstlenen İslam Tugayı, 2013’te 50 İslamcı örgütü bir araya getirerek İslam Ordusu’nu oluşturdu. Şam kırsalında etkinlik kazandı.

KADIN SAVUNMA BIRLIKLERI (YPJ): YPG’nin kadın kolu. 2012’de kuruldu. 2014’te Kobani direnişiyle dünyanın gündemine oturan YPJ kısa sürede saflarına 7-10 bin savaşçı kattı.


NUSRA CEPHESİ: Kaide’nin Suriye kolu. Ebu Bekir Bağdadi’nin emriyle Irak’taki Kaide saflarında yetişmiş Muhammed el Colani tarafından kuruldu. Colani, Nisan 2013’te IŞİD lideri Bagdadi’ye biat etmeyi reddedip doğrudan Kaide lideri Eyman el Zevahiri’ye bağlandı. Hedefi Suriye’de şerî devlet kurmak. Aralık 2012’de ABD’nin terör örgütleri listesine girdi. Suudi Arabistan ve Katar rejim karşıtı cepheyi güçlendirmek için Nusra’yı Kaide’den ayırmaya çalıştı. 2015’te Nusra ve Ahrar el Şam’ın öncülüğündeki selefi ittifak Fetih Ordusu, IŞİD’den sonra sahanın en güçlü aktörü haline geldi.

ÖZGÜR SURİYE ORDUSU (ÖSO): Suriye ordusundan ayrılıp Türkiye’ye kaçan bir grup asker Hüseyin Harmuş komutasında önce 19 Haziran 2011’de Hür Subaylar Hareketi’ni kurdu. Liderlik uyuşmazlığı yüzünden Harmuş’tan ayrılan Riyad el Esad, 29 Temmuz 2011’de Özgür Suriye Ordusu’nu kurdu. OSO, ordudan kopan askerler tarafından kurulsa da asker kökenli olanlar azınlıkta kaldı. ÖSO birbiriyle bağı ve koordinasyonu olmayan birçok grup tarafından etiket olarak kullanıldı. Sahadaki duruma hâkim olamayan Riyad el Esad’ın yerini destekçi ülkelerin müdahalesiyle önce Selim İdris, sonra Abdulilah el Beşir aldı. Suriye’nin Dostları Grubu’nun desteklediği ÖSO cihatçı örgütler karşısında zamanla eridi.


SURİYE MUHALİF VE DEVRİMCİ GÜÇLER ULUSAL KOALİSYONU (SMDGUK): Muhalif cephedeki temsil sorununu aşmak için SUK’un da katılımıyla Kasım 2012’de Doha’da oluşturdu. Muaz el Hatip’in ardından başkanlığı George Sabra, Ahmet Cerba, Hadi Bahra ve Halid Hoca üstlendi. 89 ülke tarafından Suriye’nin meşru temsilcisi olarak tanındı. 19 Mart 2013’te İstanbul’da Ghassan Hito başkanlığında geçici hükümet kurdu. Dış desteğe rağmen sahayı etkileyebilecek niteliğe kavuşamadı.

SURİYE ULUSAL KONSEYİ (SUK): Esad yönetimine karşı muhalifleri bir çatı altında buluşturmak için 23 Ağustos 2011’de İstanbul’da kuruldu. Şam Deklarasyonu üyeleri ve Müslüman Kardeşler’in öne çıktığı SUK, Suriye içindeki muhalifleri temsil edememek ve Türkiye ile Katar’ın etkisinde kalmakla eleştirildi. Dış müdahale ve silahlanmaya karşı çıkan duruşunu 4 ayda terk etti. Sırasıyla Burhan Galyun, Abdülbasit Seyda ve George Sabra liderlik etti. 7 ülke tarafından Suriye’nin meşru temsilcisi olarak tanındı.

Osmanlı’nın Yargı Kararları

$
0
0

Osmanlı halkı adalete ihtiyacı olduğu zamanlarda hiçbir zaman devletin hukukuna güvenmemiş. Kadı sağır müftü kör, kendi işini kendin gör demiş. Ne İslâm Hukuku ne de Örfî – Sultanî hukuk topluma adil bir idare vaat edebilmiş. Bu topraklarda o zamanlardan bu güne güvenilir bir yargı sistemi HİÇ ortaya çıkmamış. Ancak bugünkü mahkeme kararları ile karşılaştırdığımızda dikkati çeken en büyük husus o zamanlar yargı kararlarının şimdikine göre yıldırım hızında verilip cezaların da yıldırım hızında uygulanabilmesi. Aradan geçen 450 yıl verilen kararlara herhangi bir adalet artışı imkanı getirmemiş ama kararların verilme ve kesinleştirilerek uygulanma hızını belki bin kat yavaşlatmış.

Ruûs defterlerinden alınan ve mahkumlara Kürek Cezası verilmesine ilişkin aşağıda yeni harflere geçirilerek verilen 1, 2 ve 3 no'lu mahkeme kararlarının orijinal metinleri.


Aşağıda, Başbakanlık Arşivi’ndeki 1572 -73 yıllarına ait Ruûs Defterleri’nden (kısa olarak: BA, RD) alınmış, verilen cezaları ile birlikte olaylarının da zikr olunduğu birkaç yargı kararı okurlara sunulmuştur. (Belgelerle Türk Tarihi isimli derginin Aralık 1967 sayısından alıntıdır.).

a) Kürek cezası ile ilgili olanlar:
1. «İstanbul’dan “Fatıma” nâm Hatun, “Tur Ali” ile “Mustafa” nam asesler (şehrin asayiş görevlisi kimseler) için, evime girerken beni darben ve cebren (döverek ve zorla) çeküp hakaretler edüp bir makrama (baş örtüsü) ve bir peçe ve bir bilezük ve bogası (ince bez)n alduklarını bildirüp dava etdükte, sarhoş olmağla dutduk, esbabın (elbisesini) alduk deyüp evi önünde mezbûreyi (adı geçen kadını) tutup bilezüğün cebren aldukları şer’le sabit ve sicil olup paye-i serir-i âlâya (padişaha) arz olunduktan küreğe koşulmak buyurulmuştur, deyû kadıasker efendi hattıyla (yazısı ile) tezkerelerin göndermeğin kayd olunmak buyuruldu.» Belgenin tarihi: 16 Haziran 1572 (4 Safer 980). Belgenin yeri: BA, RO, no. 225, s. 33

2. «Havâss-ı Kostantiniyye’de (İstanbul’da) Nişancı Paşa mahallesinde bir kapu içinde boğazı ipIü ve maktûle (ölü), İbrahim nâm kimesnenin cariyesi bulunup yoğurtçu Karabaş’ın ecirleri (işçileri) Dimo ve Nikola nam zimmîlerle (hıristiyanlarla) muamelesi var idi, denilüp sual olundukda, ba’d-el-inkâr (inkârdan sonra) yataklarında maktûlenin bir siyah feracesi (mantosu) bulunup ve Nikola nâm zimmi mezbûr Dimo ve ManoI, cuma gecesi bizüm ile olan, Mihal ile, çıkup yataklarından taşra (dışarıya) gidüp sabah yataklarında bulunmadılar deyü haber verdüklerin mahkemede müseccel (mahkeme tutanağına yazılmış) olduğu arz olunup küreğe yaturılmışlardır, deyü kadıasker efendi tezkere göndermeğin kayd olunmak buyuruldu.» Tarihi: 16 Haziran 1572 (4: Safer 980). Yeri: BA, RD, No. 225, s. 33

3. «İstanbul’da Nikola nam zimmi, Kohen nam yahudinin gece ile evine girüp matbahında (mutfağında) tutulduğu sabit ve müseccel olduğu arz olundukda küreğe buyurulmuştur, deyü kadıasker efendi hattıyla tezkere gelmeğin kayd olunmak buyuruldu.» Tarihi: 18 Mayıs 1573 (16 Muharrem 981) Yeri: BA, RD, no. 225, s. 260.

4. «Kasaba-i Vidin’de Niko ve Lazari nâm zimmiler Dergâh-ı Âlî çavuşlarından Ali Çavuş’un Piyale nam kulun ayardup ‘evlerine iletüp boğduklarını Vidin mahkemesinde ikrâr- eyledüklerin Vidin kadısı sicil edüp süret-i sicil (tutanak sûreti) paye-i serîr-i âlâya arz olundukda biri siyaset (idam) olunmak ve biri küreğe gönderilmek buyurulmuştur, deyü kadıaskerden hattıyla tezkere gelmeğin kayd olunmak buyuruldu.» Tarihi: 16 Haziran 1572 (4 Safer 980) Yeri: BA, RD, no. 225, s. 33.

b. EI kesme cezaları ile ilgili olanlar.
5. « Haseki Hanı’nda hücre (oda) açup Hacıl Mirza ve Hacı Mustafa nam kimesnelerin Dellâl Veli nâm kimesne ile akçaların (paralarını ) sirkat etdik (çaldık), deyü ikrar edüp hakkında İstanbul kadısı nâibi (yardımcısı) Kemal Halife’nin sûret-i sicili ibraz olunan (sunulan) Tebrizî (Tebriz’li) Seyyid Mehmed bin Seyyid Hasan’ın eli kesilmek buyuruldu. » Tarihi: 4 Ağustos 1573 (5 Rebiülahır 981), Yeri: BA. RD, no. 225. s. 310.

İslam Hukukunda makbul olan 'El Kesme' gibi bazı cezalar halen İslam Devleti (İŞİD) tarafından bu gün bile alenen uygulanmaktadır.


6. « Süleymaniye mütevellisinin (vakıf idarecisi) evin açup esbâbın sirkat eden Ramazan bin Hüseyin elinde esbab-ı gayb (kayıp elbise) ile tutulup ikrâr etdüğün İstanbul kadısı nâibi Kemal Halife sicil edüp süret-i sicilin göndermeğin katt’-ı yed (el kesme) cezası buyuruldu. » Tarihi: 4 Agustos 1573 (5 Rebiülahir 981), Yeri: BA. RD, no. 225, s. 310.

c. Kürek cezası verilmişken idam’a tahvil durumu.
7. Edirne’de câmi-i şerif mütevellisi olan Süleyman kullarının Yusuf nam kulu kaçıp İstanbul’da evine gelüp bir kadıncığı balta ile urup katı eyledüğün ikrâr etmeğin küreğe konulmak buyuruldu. Tekrar arz olunup siyaset olunmak buyuruldu. » Tarihi: 7 Haziran 1573 (6 Safer 9~1). Yeri: BA, RD, no. 225, 8. 271.

d. İdam cezası ile ilgili olanlar.
8. «Rodoscuk (Tekirdağ) kadısı bey sûret-i sicili mucibince kaza-yı mezbûrede evi basılup katlolunan İskender Çavuş’un katillerinden olan çavuş ile oğlu Mahmut Çavuş ele getürdüğü Yorgi ve Yani ve diğer Yorgi ve Dimo nâm zımmîler mahallinde eşedd-i siyaset ile siyaset olunmak buyuruldu. » Tarihi: 7 Haziran 1573 (6 Safer 981). Yeri: BA. RD. no. 225, s. 271.

9. «Galata’da Nikola nâm casusun zuhuruna (ortaya çıkmasına) sebep olan Mustafa’ya ihtidâdan üç bin akça timâr verilmek buyuruldu. Ve mezbûr Nikola nam casus a dahi siyaset olunmak ve casuslar yatağı Balta veled-i Sarı’ya ve Sefer Çavuş getürdüğü Yorgi veled-i Todori nâm mürtede (islâmiyeti kabul etmişken tekrar Hıristiyan olan) dahi siyaset olunmak buyuruldu. » Tarihi: 1 Kasım 1573 (6 Recep 981). Yeri: BA, RD, no. 225, s. 354.

Sansür konusunda Saltanat mı haklı İttihat mı?

$
0
0

Belgelerle Türk Tarihi Dergisi/'nin Şubat 1968 sayısında yayınlanan Prof. Dr. Münür Aktepe imzalı makalede, Yıldız Sarayı'nın görüş ve kararını sadarete bildiren ve gereğinin yapılmasını isteyen 1887 tarihli bir belge üzerinden II. Abdülhamit dönemindeki yayın yasakları ve kitap toplatmalar anlatılmaktadır. Abdülhamit küçük çocuklara Osmanlı Tarihi niyetine kendi sülalesi olan hanedanla ilgili olayların anlatıldığı bunun da yanlışlıkla yapılamayacak kadar fahiş hatalar(hatîat-ı fahişe) ile dolu olduğunu, sanki hanedanın imajını bilhassa zedelemek amacıyla yazılmış olabileceğini, ve bunu yapanların cezalandırılmasını istediğini söylemektedir. Sanırım haklıdır da, ancak kendisinin gücünü elinden almak isteyenler sonunda başarılı olabildikleri içindir ki saltanatı aşağılayan bir resmi tarih yazımı daha sonra da sürdürülmüştür. Makale bana işaret ettiği 3 gerçek dolayısıyla çok ilginç geldi. Birincisi 1887 ― 1968 ― 2015 yılları arasında konuşulan dilin ne kadar büyük ölçüde değiştiği. İkincisi resmi tarih yazımının iktidar sahipleri üzerinden siyasi manipülasyon (imaj operasyonu) amaçlı olarak sürdürülmesinin ne kadar hiçbir değişime uğramadığı. Üçüncüsü de halka uzak kandırma, korkutma, kışkırtma nitelikli iktidar yapısının Saltanat / İttihat ve Cumhuriyet dönemlerinde aynen ve hiç değişmeden sürdürülebilmiş olduğu.

Selim Sabit Efendiye ait Muhtasar Osmanlı Tarihi’nin toplattırılması

II. Abdülhamid devrinde milli eğitim mes’eleleri ve bilhassa yayın işleri geniş ölçüde sansüre tabi bulunuyordu. Okullarda gösterilecek derslerin programları hükûmetin, hatta Saray’ın kontrolünden geçmeden uygulanmıyordu. Edebiyat ve tarih dersleri gibi millî şuur ve kültürü geliştirecek dersler de, çok sınırlı bir şekilde okutuluyordu. 17 İkinci K â n u n 1302 (1886) tarihli irade-i seniyyeye dikkat edilecek olursa, padişahın Mülkiye’deki ders programlarına açıkça müdahale ettiği ve öğrencilere daha ziyade din derslerinin okutulmasını tavsiye eylediği görülür. Abdülhamid, başka bir iradesinde de okulların ıslahı ve bir düzene sokulması için, hususi komisyon tarafından hazırlanacak lâyihanın, vükela meclisine gitmeden kendisine gösterilmesini ve bu komisyona üyelerin isimlerinin bildirilmesini istiyordu. Sadrazam Sait Paşa’nın, 1 defasında «Meclis-i kebir-i maarif» in yaptığı ve Şûrây-ı devlet’in tetkik ettiği ders programlarını aynen kabul ve bu devrin milli eğitim bakanına tatbik ettirmek istemesi üzerine, padişah derhal meseleye el koymuş ve programlardaki bazı dersleri değiştirdiği gibi, bir kısım dersleri de tamamen kaldırmıştı. Hâlbuki Sait Paşa, ders programlarının her okulun kuruluş gayesine uygun olarak hazırlanmasına taraftar bulunuyordu.

Okullarda olduğu gibi, basında dahi sarayın baskısı fazla idi. Gazeteler ve dergiler basılmadan önce sansürden geçirilir ve ancak müsa’de çıktıkdan sonra yayınlanırdı. Kitab ve risâleler de ayni işleme tabi bulunuyordu. Encümen-i teftiş ve muayene komisyonu izin vermedikçe bir kitap basılamazdı. Ekseri kitapların tehlikeli görülen satır ve sahifeleri çıkarıldıktan sonra basımına müsâde olunurdu.

II. Abdülhamid’in titizlikle üzerinde durduğu ve şüpheye düştüğü başlıca kelimeler hal’ ile Yıldız ve Abdülaziz, Murad kelimeleriydi; hatta hal’ sözü bu devirde dua kitaplarından çıkartılacak veya bu nevi’ kitaplar bazen toplattırılacak kadar ileri gidilmişti. Daha tuhafı, devletin resmi gazetesi olan Takvim-i vekayi, bir mürettib hatası yüzünden, bir cümlenin istenilmeyen şekilde yayını dolayısile, yıllarca kapalı kalmıştı. Devlet daireleri arasında, resmi işler için gönderilen tezkereler dahi casuslar tarafından kontrol ediliyordu. Bazen teftiş ve muayene komisyonlarından geçerek yayımlanan eserlerin de, bilâhire yapılan jurnâller sebebile derhal toplattırıldığı ve yazarlarının, devletin yüksek makamlarını işgal eden kişiler olsa dahi, cezalandırıldığı, sürgüne gönderildiği görülüyordu. Daha çok sultan Abdülaziz’in hal’i ve ölümü, V. Murad’ın tahta çıkarılması ve tahttan indirilmesi, II. Abdülhamid’in padişahlığı ve I. Meşrutiyetin ilanı ile Osmanlı – Rus savaşına ait bilgileri ihtiva eden kitaplar, padişah üzerinde bir alerji husüle getirdiğinden, mekteplerden, kitapcı dükkânlarından, hatta evlerden zaman zaman toplatılıp imha ediliyordu. Bilhassa Namık Kemal’ın, Ziya Paşa’nın, Abdülhak Hâmid’in, Tunuslu Hayreddin Paşa’nın. Ahmet Midhat Efendi’nin, Vefik Paşa’nın, Cevdet Paşa’nın ve nihayet SeIim Sabit Efendi’nin bazı eserleri, zararlı kitaplar arasında bulunuyordu. Bunlardan biri olan, büyük maarif meclisi üyelerinden Selim Sabit Efendi’nin umumi mahiyette yazdığı Osmanlı tarihi hakkında, Yıldız Sarayı’nın görüşünü Sadaret’e bildiren yazıyı, ayni zamanda bu devirde cereyan eden muamele tarzını dahi resmi şekilde isbat eden bir belge olduğu için, önemine binaen buraya almayı ve aynen yayınlamayı faydalı bulduk.

Bahis konusu belge, sadece bir eserin toplatılması ve yazarı hakkında icra edilen muamele tarzını değil, ayni zamanda bu devrin diğer bir kısım olayları hakkında da açıklamalarda bulunması bakımından ilgi çekici görülmüştür. Mezkûr belgede bilhassa Abdülaziz’in ölümü mes’elesi üzerinde durulmuş ve Selim Sabit Efendi’nin eserin de ifade ettiği «kendi kendisini telef etmiştir» cümlesi ele alınarak, bunun aksi, yâni Abdülâziz’in öldürüldüğü hususu isbat edilmeye çalışılmıştır. Belgede bundan maada Murad V.nin hal’i olayı üzerinde dahi durulmaktadır. Selim Sabit Efendi’nin «esbab-ı mücbire: yani zorlayıcı sebepler karşısında V. Murad’ın tahtdan indirildiğini yazmasına karşılık, Yıldız Sarayı, Murad’ın raporlara dayanarak, doğrudan doğruya, deli olduğunu ve bu yüzden padişahlıkdan uzaklaştırıldığını söylemektedir. Nihayet hakikâtların hilafında beyanlarda bulunduğundan dolayı da Selim Sabit Efendi ile bu kitabın yayınlanmasında vazifelerini yapmıyanların cezalandırılması ve eserin derhâl toplattırılması istenilmektedir.

Belgenin metni şöyledir:


 
BELGE: I
Selim Sabit Efendi’nin Tarih-i Osmanîsi ve merhum Sultan Abdülaziz Han vak asına dâir Başkitabe’den sadârete yazılan 24 Kasım 1887 (8 rebiülevvel 1305 – 12 Teşrin II 1303) tarihli tezkirenin tasdik olunmuş sureti. Yıldız Saray-ı hümâyunu Başkitabet dairesi: Sadarete gönderilen tezkire-i hususiyenin suretidir

Selâtin-i izâm-ı Osmaniye hazerâtının ta’mim ve neşr-i me’ârif ve ulüm hakkındaki efkar-ı âliyeleri ve bahusus veli ni’met-i bi-minnetimiz zât-ı hilafet-simât efendimiz hazretlerinin mebde-i saadet-i mülk ü millet olan cülûs-ı meyâmin me’nûs-ı hümayûnlarından berû müstazıll-i sâye-i şâhaneleri olan teb’a ve zîr-i destân-ı etfâlinin ni’am-ı me’arif ve fünundan bi hakkın hisseyab olmaları emrinde lütfen ve inâyeten bi’z-zat tarafı bâhirü’ş-şeref-i şâhânelerinden bi-driğ ve şâyân buyrulan himem ve müsaadat-ı celîle-i mülû’kaneleri teslim kerde-i yâr ü ağyâr olarak bundan maksad-ı hümâyûn-ı şehinşâhîleri Devlet-i aliyye-i osmaniyye-ye hidemât-ı nafi’a ibrazına muktedir ve hayırhah sadık bendegânının teşekkür ve teaddüdü kaziye-i hayriyyesi olduğu ve binâenaleyh mekâtib-i osmâniyyede tedris edilecek kütüb ve resâil münderecatının bu maksad-ı âliye(yüce amaca) hâdim(hizmet eder) ve hakikat-ı hâle mübteni(gerçek duruma dayalı) olması lâzîmeden(gereklerinden) bulunduğu halde Meclis-i kebir-i me’arif azasından (eğitim yüksek Kurulu üyelerinden) Selim Sabit Efendi tarafından sıbyan mekteblerine (ilköğretim okullarına) mahsus olmak üzere tertib ve te’lif edilmiş(düzenlenmiş ve yazılmış) olan muhtasar Tarih-i Osmâni’ (Kısa Osmanlı Tarihi) nin otuz yedinci sahifesinde cennet mekan sultan Abdülaziz Han hazretlerinin zaman-ı saltanatlarından bahsedildiği sırada selatin-i îzâm hazerâtının unvan-ı meali nişanları ile gayr-i mütenâsib ta’birât ile «Abdillaziz’in evâhir-ı saltanatlarında umûr-ı idâreye ba’zı mertebe sekte geldiğinden müşarünileyh hal’olunup yerine sultan Murad-ı hâmis iclâs edilmiş ve bir ay sonra Abdülaziz kendi kendisini telef etmiştir» fıkrası muharrer olup cennet-mekan müşarünileyh hazretlerinin hengâm-ı saltanatlarında Devlet-i aliyye’nin i’tilây-ı şân u şevket ve bâ-husus kuvay-i berriye ve bahrîye-i şahanenin tezyid-i satveti emrinde masrûf olan himem ve mesâiy-i mahsusası kabil-i inkar olmamasile müşarünileyh hazretlerinin evâhir-i saltanatlarında umûr-ı idâreye sekte geldiği sözü bedhâhanı taraflarından tertib ve tasnî’ edilmiş iftiray-ı mahz olduğu gibi «bir ay sonra kendi kendisini telef etmiştir» sözü dahi külliyen mugayir-ı hakikat olup, çünki müşarünileyh hazretlerinin bedhâhanı taraflarından şehid edildiği zaten cümlece ma’Iûm iken bu fezâhat ve denâeti irtikab eden canilerin adliyece usûl ve nizamı dairesinde icrâ kılınan muhakeme-i aleniyyede tayi’en vuku’ bulan ikrar ve i’tirafları üzerine mahkeme-i cinayet ve temyizce mahkûmiyetleri ve ba’dehu Mâbeyn’i hümayûn-ı mülûkânce mansûbın ve ma’zûlin-i vükela ve vüzera ile mütehayyizân-ı ulemadan mürekkeb olarak bi’d-defaat teşekkül eden heyet-i mahsûsa-ı tedkikiyenin arîz ve amîk icrâ eyledikleri tadkikat netâyici ve cânilerin iş bu heyet-i tedkikiyenin huzurlarında dahi cürm ve cinayetlerini müzakerreren i’tiraf eylemeleri bu hakikati temamile isbat edüp müşarünileyh hazretlerinin kendi kendisini telef eylediği sözünün sırf iftira olduğu mertebe-i tahakkuka vasıl olmuş ve cennet mekan müşarünileyh hazretlerinin vak’a-ı mü’ellime-i şehadeti ise hal’inin haftasında vuku’ bulmuş olduğu gibi veli ni’met-i bi-minnetimiz padişahımız efendimiz hazretlerinin biraderlerinin dahi mübtela olduğu illet-i dimağıyeden dolayı burada bulunan ve sûret-i mahsusada Avrupa’dan celb edilen en meşhur ve hazik etibbâ ma’rifetile üç mah müddet kemal-i i’tina ile muayene ve tedavi edildiği halde fi-maba’d kesb-i ifâkat edemiyeceği olbabda etibbâ tarafından bi’l-ittihad fennî raporlarla beyan kılınması üzerine mecnun-ı mutbık olduğuna hükm-i şer’î lâhik olarak binaenaleyh münhali’ olduğu resmen ilan edilmiş olduğu halde bu hususda dahi «esbab-ı mücbire» gibi ta’birat-ı müpheme isti’mâl ve pek yakın zamanın vuku’at-ı meşhure ve ma’Iûmesi hakkında bu derecelerde hilâf-ı vakı’ ma’lûmat-ı tarihiye ihda kılınması mücib-i teessüf-i âlî olarak etfal-i osmaniye ezhânının bu misillû yalan yanlış rivâyâtla tağlıt edilmemesi için mekâtibde tedris olunacak kitablar münderecatının sıhhatine me’arif nezaretince ve bahusus me’mûrin-i âidesince fevkal’ade dikkat ve i’tina kılınmak vazife-i me’mûriyet ve mütehattim-i uhde-i ubûdiyyet ve sadakat olduğu halde nasıl olup da bu kitabın tab’ ve neşrine ve mekteblerde tedrisine me’arif nezaretince ruhsat verilmiştir ve Selim Efendi mütenayyizân-ı me’mûrin-i mearifden olmasına mebni başkası tarafından te’lif olunmuş bir kitabın sehv ve hatasını kendisi tashih ve ihtar eylemek lazım gelir iken böyle hatîat-ı fahişeyi hâvi bir kitabı kendi nâmına nasıl tab’ ve neşredebilmiştir. Buraları şâyân-ı nazar-ı dikkat olup bu keyfiyet müşarünileyh Selim Efendi’nin su’–i niyetini ve bu kitabı görüp de iğmaz-ı ayn eden me’ârif me’murlarının dahi su’i niyette efendi müşarinüleyh ile iştiraklerini isbat ettiğinden mezkûr kitab hemen toplattırılarak hatiatının tashihi ile nüsha-i müsashahası menzûr-ı dekayık mevrür-ı hazret-i hilâfet penâhî buyrulmak üzere arz-ı atebe-i ûlya, kılınmağla beraber bu babda tahkikat-ı mükemmel terası ile mezkûr kitabın teftiş ve muayenesinde adem-i takayyüd ve sun’-i niyetleri tebeyyün edenler hakkında muamele-i lâzimenin terası ve elyevm bi’l-cümle mekatibde tedris olunan kütüp ve risâli içinde din ve mezhebe ve menafi’-i devlet ve memlekete muhalif müellifât bulunduğu halde toplattırılıp mahv edilmek üzere ne gibi tedabir ittihazı muktezi ise hemen atebe-i ülyaya arz olunması ve bundan sonra bu misülü kitabları tab’ ve neşreden veya tab’ ve neşrine ruhsat verenlerin memalik-i mahrûsa-i şahanece ika-ı ihtilâle sâ’i nazarı ile bakılarak mes’üliyet-i şedide tahtına alınmaları serersâdır olan emr ü ferman-ı hümayûn-ı hazret-i hilafet-penâhî iktizây-ı alisinden bulunmuş olmağla ol babda, Fi 8 Rebi’ülevvel sene 1305. fi 12 Teşrin II sene 1303.

Aslına mutamıktır / Abd-i memlûkleri / Süreyya

 


Yağmalanan Ülke: Suriye

$
0
0


Suriye’deki vekâlet savaşının gizlenmek istenen bir boyutu daha vardı: Yok edilen ve yağmalanan sanayi bölgeleri. Halepli bir işadamı, Baas’ın Suriye haritasından sildiği gerçek bir mağdur. Ta çocukluğunda terk etmek zorunda kaldığı Halep’in yok oluşunu uzaktan izliyordu. “İnsanlar öyle bir yokluğa sürüklendi ki inanamazsın: Haseki’ de teyzemin kızı sonunda bahçede çocukken altında oynadığım dedemden yadigâr ağacı kesmiş, ısınmak için” deyip iç çekti. Sadece anılanın nasıl oduna dönüşüp kül olduğunu değil Halep’in sanayi bölgelerinde yağmalanan fabrikaları anlattı. Birinin “diktatöre karşı kutsal cihat”, diğerinin “terörle mücadele” dediği bu savaşın getirdiği felaket ülkeyi her anlamda çökertti. Savaş kendi ekonomisini, kendi ağa ve simsarını doğurdu, Dönen çarka dair en çok duyduğumuz üç kelime haraç, el koyma ve yağma.

Onun bana anlattıklarının peşine düştüm, doğrudan ya da aracılarla olayların aktörlerine ulaştım. Ocak 2013 itibariyle ortaya çıkan tablo ürkütücüydü:

― Humus’ta petrol sondaj makinesi söküldü, TIR’larla taşındı. Çıkış yeri Cilvegözü kapısı. 15-20 milyon dolarlık makine Birleşik Arap Emirlikleri’ne 1 milyon dolara satıldı.

― 4 ay önce Halep’in sanayi bölgesi Şeyh Neccar’da Kürt işadamı Muhammed Seydo’nun kot fabrikasını basan bir grup para karşılığı tesisi koruma sözü verdi. Aslında değişen haraççıydı. Önceden rejimin memurlarına verilen para bu kez silahlı gruba gidiyordu. Sonra ikinci bir grup geldi, onlar da Seydo’yu haraca bağladı. Ardından iki grup hâkimiyet savaşına tutuştu. Sonuç: Biner metrekarelik 4 katlı fabrika yandı, bitti, kül oldu!

― Ünlü Saliba ailesinin önde gelen isimlerinden Tuma Saliba, yağma ya da yanma tehdidi yüzünden Halep’teki tekstil fabrikasındaki 2 milyon dolarlık kot yıkama makinelerini Mısır’daki tesislerine taşıdı. Saliba gibi birçok Hırisnyan aile işlerini bu şekilde tahliye etti.

― Sami Abdi kot fabrikasını Mısır’a taşımaya uğraşıyordu.

― Şeyh Neccar’ın dışında sahibinin “Tüm varlığımın kaynağı, gözbebeğim” dediği balata fabrikası söküldü , makineler satıldı.

― Ahrar el Şam örgütü Halep’in en büyük zeytinyağı fabrikalarından birine el koydu. Stoktaki 1.000 ton zeytinyağı “fabrikayı koruma bedeli” olarak götürüldü. İki ihtimal var ya dağıtıldı ya da Cilvegözü’nden Türkiye’ye sokuldu. Rivayet o ki Suriye’den getirilen yağlar litre başına 1-1,5 TL arasında satıldı.

― Nusra Cephesi, Halep-Şam yolu üzerindeki Alebi tekstil fabrikasına el koydu. Makineler söküldükten sonra fabrika yakıldı.

― Semiramis ailesinin gömlek üreten fabrikası boşaltıldı. Makineler bir başka ülkeye transfer edilmek üzere güvenli bir yerde saklandı.

“Robin Hood”lar ve “Ebu AIi’nin Devleti”

“Üçüncü kol” olarak devreye giren ve işi gücü yağma olan çeteler bir yana savaşçılar arasında yağmada iki saik vardı: Biri bir yandan savaşıp diğer yandan kesesini dolduruyor, diğeri el koyup halka dağıtıyor yani kendince “Robin Hood”luk yapıyordu.

Yağmalanan sadece fabrikalar değildi. 27 Aralık 2012’de Guardian’dan Ghaitn Abdul-Ahad, Halep’te zapt ettiği mahalleden “Burası Ebu Ali Sulaibi’nin devleti” diye bahseden muhalif komutanın, evlerinin yağmalanıp yağmalanmadığına bakmak için gelenleri şöyle azarladığını yazdı: “Her bir ev çoktan yağmalandı. (Esad’ın) ordusu hiç burada bulunmadı. Evleri biz yağmaladık.”

İslam Devrimi adına hareket ettiğini söyleyenlerin insani haysiyet ve şeref adına hiçbir değere sahip olmadıkları ortaya çıktı.


Ebu Ali’nin Devleti’nde işler şöyle yürüyordu:
“Bu sabah 6 sivil süklüm püklüm vaziyette önünde duruyor: 50 yaşlarında bir adam ve gencecik oğlu: giydiği ceket kendisine çok büyük duran sıska bir adam; gözlüklü genç bir mühendis; siyah örtülü kız kardeşiyle birlikte kel bir adam. Siviller ya saygıdan ya da kontrolsüz öfkesinden duydukları korkudan mesafeli duruyor.

‘Ne istiyorsunuz?’
‘Bazı eşyalanmızı toplamaya geldik. Ebu Ali’ diyor yaşlı olanı.
‘Bugün olmaz. Cumartesi gelin.’
‘Fakat Çarşamba gelin demiştiniz.’
‘Fikrimi değiştirdim. Bilin ki burası Ebu Ali Sulaibi’nin devleti.’
Korku içindeki sivillere ‘Hepiniz ispiyoncusunuz’ dedi.
‘Hükümetin tarafına geçtiğınizi ve bizi ispiyonladığınızı biliyorum.
‘Hayır değiliz’ dedi kel adam: ‘Kalplerimiz sizinle.’
‘Bunu dediğinde biliyorum ki sen ispiyoncusun.’

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün 2011’de isyan sırasında Libya’da tutuklandığında bırakılmasını sağladığı Abdul Ahad yazısına şu notu düştü: “İç savaş ilerlemedi, Halep militanların yan yana durduğu özgür yerlere dönüştü. Ali gibi askerler derebeylik misali oraların kralı oldu.”

Taylor Luck ise Washington Post’ta çıkan haberinde “Esad’la savaşan asilerin silah alabilmek için tarihi eserleri yağmalayıp sattıklarına” dikkat çekti, “Ülkenin geleceği için savaş yoğunlaşırken asiler ülkenin geçmişini satıyor” tespitini yapan Luck, Ebla’da Sümerce yazılmış Bronz çağı’na ait tabletler bulduklarını söyleyen İdlib’li Cihad Ebu Saud’un şu sözüne yer verdi: “Bazı günler savaşçıyız, bazı günler arkeolog.

Fransa merkezli Suriye Arkeolojisini Koruma Derneği’ne göre Suriye’nin 36 müzesinden 12’si yağmalandı. Gerçi Suriye Antik Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü eserlerin güvenli yere taşındığını açıkladı. Ancak arkeolojik alanları kazan kazanaydı. ÖSO’nun koordinatörlerinden Ebu Muhammed Hamad paha biçilmez eserlerin satışını “Bulabildiğimiz bütün kaynakları kullanma hakkımız var” diyerek savundu. Kaçakçıların ilk durağı Amman’dı. Amman’lı antikacı Muhammed Halid durumu şöyle özetliyordu: “Her gün Suriyeli altın, mozaik ve heykellerle ilgili aranıyoruz. Şam, Amman’da parça parça satılıyor.

Bu yazının tamamı Fehim Taştekin'in Suriye (Yıkıl Git, Diren Kal) isimli eserinin dördüncü bölümünden alınmıştır.


Atme’de AFP’ye konuşan ‘Tabur 309’un komutanı Ebu Mahmud ise bazı komutanları “şehirlerin kanı pahasına zenginleşmekle” suçluyordu:
“Gerçek devrim bitti, ihanete uğradık. Güzel devrimimiz hırsızlar ve yolsuzlar tarafından çalındı. Bizi ölüme gönderirken kendileri ceplerini şişirmek için arkada kaldılar. Nereye gittilerse yağmaladılar, taşıyabilecekleri her şeyi çalıp Türkiye’de sattılar; ister araba, ister elektronik eşya, ister petrol ve antika olsun hayal edebileceğin her şeyi sattılar.

Bu haberlerin ardından Anadolu Ajansı, muhaliflerin suçla mücadele ettiğini anlatmaya çalışan bir haber geçti. Buna göre ÖSO’nun Halep’te kurduğu hapishanede tutulan 450 kişiden 100’ü ÖSO askeri. Yani denilmek isteniyordu ki endişeye mahal yok, ÖSO suça karşı gereğini yapıyor!

Tabii kaçakçılık ya da talanda asker, istihbaratçılar ya da rejim yanlısı milislerin olmadığı söylenemez. Bir tarafta fabrikaların yağmalanması ya da boşaltılmasıyla yaşanan çöküntü, diğer tarafta ülkenin geçmişinin satılması, öbür tarafta çatışmalar yüzünden boşalmış ev ve işyerlerinin talan edilmesi… Onbinlerin canına mal olan savaşın öteki yüzü buydu. Sonuçta savaş sadece öldürmüyor, kirletiyordu da…

Savaşa İtilen Türkiye

$
0
0

Komşumuzu tam bir yıkıma götürdükten sonra, bugünlerde ülkemizi de uçakları, askeri ve ekonomisiyle mahvedici bir savaşın eşiğine kadar getirmiş olan ırkçı, mezhepçi, İslamcı gizli siyasetlerin içyüzüne biraz olsun bakmamız gerek.

HATAY’IN KORKUSU PEŞAVER OLMAK

25-26 Ağustos 2012’de Yeşilpınar Belediyesi’nin “Barışa Çığlık” forumuna davetli olarak Hatay’daydım. Lazkiye’nin ışıklarının görülebildiği Samandağ sahilinde bölgenin ileri gelenleriyle kahvaltıdaydık. “Suriye’de Dera, Hama ve Humusta çatışmalar azaldığı halde neden Halep’te sürüyor” diye sordu Meclis Dış İlişkiler Komisyonu Üyesi Mehmet Ali Ediboğlu. Bunun yanıtı Hatay’da gizliydi. Gizlilik lafın gelişi, yanıt herkes için malumdu. Suriye’deki ateş Hatay’ın her köşesinde hissediliyordu. Sadece Hatay kültürel, etnik ve mezhepsel doku açısından Halep’in izdüşümü olduğu için değil; sadece sınırın ötesinde düşen her can buradakilerin akrabası olduğu için de değil, iç savaşın alev topları Hatay’ın Suriye ile 194 km’lik sınırından aymazca Suriye içlerine yuvarlandığı için; özellikle Sünni beldelere ya da köylere yerleşen “küresel mücahitler”in burayı Türkiye’nin Peşaver’ine çevireceklerinden korktukları için…

Edipoğlu’nun “Silah ve savaşçı geçişi buradan sürdükçe savaş bitmez. Çünkü gece otobüslerle operasyona götürülen militanlar sabah geri dönüyor. Orada kalmadıkları için de temizlenmeleri mümkün olmuyor” sözleri Hataylıların ortak kanaatiydi. Konuştuğum insanlar milletvekili, belediye başkanı, parti teşkilatı lideri, doktor, işadamı ve yerel gazetecilerdi… İlk bakışta şehir efsanesi izlenimi veren anlatıları onlardan da dinleyince mesele ciddiyet kazanıyordu. Kaygıların başında yabancı savaşçılar geliyordu; Hataylıları ürküten Libyalı Pakistanlı, Afgan, Çeçenlerdi… Parayı bastıran yabancılar Sünni bölgelerde ev kiralıyordu. Yerel bir gazeteciye “Yabancı varlığı biraz abartılı değil mi” diye sordum, cep telefonundan çektiği Selefilerin görüntülerini gösterdi. Edipoğlu da bir olay aktardı:

  “İskenderun’a bir gemi yanaştı. Yolcu gemisi değildi. 26 Libyalı geldi. İsim listesi elimizde. Bunları emniyet karşıladı. Adım adım izlettim, validen takip edilmesini istedim. Israrlı telefonlarım sonucu polis artık bir noktada durdurmak zorunda kaldı, sorun yok deyip bıraktı. Bu kişiler Antakya Oteli’ne yerleştirildi.“  

Sivillerin kaldıkları dışındaki kamplar muammaydı. CHP’li Hurşit Güneş, Barışa Çığlık etkinliğinde “izin aldığımız halde beni Apaydın kampına sokmadılar. Apaydın karanlıkta kalmamalı” diyerek meseleye dikkat çektl. Anlatılanlara göre Apaydın dışında Islahiye (Antep) ve Kilis’te askeri eğitim kampları vardı. İddiaya göre CIA işlerini Apaydın’dan yürütüyordu. Garip olan şuydu: Milletvekilinin giremediği Apaydın Kampı kısa bir süre önce Suudi Arabistan’dan cepheye yön vermeye çalışan Şeyh Adnan Arur’u ağırlamıştı. Arar kampa Mustafa el Şeyh ile Riyad el Esad arasındaki liderlik krizini çözmek için gitmişti.

Sınırda denetim hak getire. Yayladağı’nda üç köyün yanı sıra Reyhanlı ve Altınözü’nden silah geçişi sağlanıyordu. Ağır silahların sokulmasında Reyhanlı’daki Cilvegözü ile Kilis’teki Öncüpınar kapısı tercih ediliyordu. Antakya’da gece ikiden sonra elektrikler kesiliyor ve camları karartılmış otobüslerle savaşçılar sınıra taşınıyordu, Bu turlar gece operasyonları için… Otobüsler gidiyor bu kez ambulanslar yaralı taşımaya başlıyordu. Hastanelerin durumu zaten afişe olmuştu. Yaralılara öncelik verildiğinden muayene sırası beklemekten yorulan halkın ayağı devlet hastanelerinden kesildi. Tıbbi personelin %70’inin Alevi olduğu hastanelerde “Alevi doktor istemiyoruz” diyen muhaliflerin yol açtığı gerilimler de cabasıydı. Bir doktor “Kendi aralarında Alevi doktor olmasın diye konuşuyorlardı” dedi. Hastanelerde artan sorunlar nedeniyle Suriyeli muhalifler ve yabancı savaşçılar artık bazı evleri klinik olarak kullanıyordu. Özellikle ağır yaralıların tedavileri evlerde sürüyordu. Halkı çileden çıkartan başka vakıalar da vardı: Lokantada yemek yiyip de “Erdoğan’ın misafiriyiz, hesabı ona yaz” diyenler ya da minibüse para vermeden binenler. Hataylılar “özelleştirilmiş” bir savaşın tanıklarıydı. 26 Ağustos 2012 akşamı Uzunbağ’da Hz. Hızır’ın türbesinde bölgenin ileri gelenleriyle yemek yerken ortak kaygı şuydu:

  “Alevi, Sünni, Ortodoks Arap, Ermeni fark etmez, hiç kimse Türkiye’nin bu savaşın içinde olmasını istemiyor. Şimdilik aklıselim hâkim ama an gelir geriye bir kıvılcım kalır. Alevi-Sünni birbirine girer.”  
İstanbul’dan Hatay’a Suriye sancısı ve Neccar’ın müminleri

1 Aralık 2012’de yine Hatay yolcusuydum. THY uçağında 20’li yaşlarda 2 yabancı genç; Selefîliğin alamet-i farikası kısa bıyık, uzun sakal. Bundan rahat. sız değilim, herkesin kılığı kendine. Çantaları yerleştirirken çıkan ufak karmaşada da gayet naziktiler. “Ölüm yolunda 2 genç” diye söylendim. Ön sıralardan biri yanıma gelip “Bunları gör, Suriye’de savaşanlar bunlar” dedi, öfkeliydi. Yanına oturduğum kişi de Suriyeli çıktı. Kendisi Hamalı Sünni bir Arap, eşi Kazablanka’lı bir Berberî. Doha’da yaşıyorlardı. Yeni evlenmişler, el öpmeye gidiyorlar ama baba evine değil, İskenderun’daki mülteci konağına! “Esad bir ay içinde yıkılacak” dedi. Çok iddialı, zaferden emin ama nasıl olacağına dair bir fikri yoktu. “Ceyş el Hur (Özgür Ordu) güçleniyor, başaracaklar” demekle yetindi. Kardeşi 2011’de Hama’da kaçırılmış, hala haber yoktu.

Ölüm korkusuyla babası Türkiye’ye sığmış, İskenderun’da ev kiralamış. Yol boyunca konuştuk; o tarihlerde sayılan 5 ile 8 bin arasında ifade edilen “küresel mücahitlerin” Suriye’deki savaşçıların %1’ini geçmediğinde ısrarlıydı. Kafa kesenlerden, infazcılardan, fidyecilerden rahatsız ama yine de ÖSO üyeleri onun gözünde özgürlük savaşçılarıydı. “Bu savaş bitmez, Esad gitse bile muhalifler bu kez kendi aralarında savaşır” dedim, sustu!

Ertesi gün merkez ilçe Antakya’da butik otele çevrilmiş eski bir konakta yemekteydik. Medeniyet havzasında olağan bir bileşke: Şef garson Arap asıllı Rum Ortodoks, garson Sünni Arap, masa arkadaşlarımdan biri Arap Alevîsi, diğeri Ermeni. Sünni garson “Biz hep böyleyiz, biz biriz” dedi. Hemen öncesinde Hac dağında doğal bir mağara olan St. Pierre Kilisesi’ne tırmanmıştık.Tadilat nedeniyle kapalıydı. Bir çocuk tatlı şivesiyle “Abi sana Habib-i Neccar’ı anlatayım mı?” diye sordu. “Anlat” dedim, anlattı:

“Habib-i Neccar burada İsa’ya inanan ilk kişiydi, marangozdu. Romalılar kafasını kesti, aha buradan yuvarlandı. Kafasının yuvarlandığı yere Müslümanlar Habib-i Neccar Camii’ni yaptı.” Doğru ya da yanlış ama birleştiren bir hikâye. Yukarıda Hıristiyanlar, aşağıda Müslümanlar dua ediyor. Ortak payda Habib-i Neccar.

Samandağ’daki Hızır türbesinde Aleviler “Ya Ali ya Hızır” , Hıristiyanlar “Ya Allah ya Mar Corcus” diye yardım istiyor. Hatay böyle bir yer. Ne var ki bu özel doku Suriye kriziyle örselendi. Sohbet ettiğim Ermeni toplum lideri, Kesebli Ermenilerin kendilerini rejim karşıtlanın olası saldırılarına karşı savunmak için silahlandığından bahsetti. Çatışmaların Türkiye sınırlarından beslenmesi yüzünden kentte çıkan gerilim 2012 Ağustos ve Eylül’deki kitlesel gösterilerden bu yana nispeten görünür olmaktan çıksa da devam ediyordu. Suriye’nin ıstırabı Sünnisiyle, Alevîsiyle. Hıristiyanıyla tüm Hataylıları parçalıyordu. Her birinin bir parçası Halep’te, İdlib’de, Keseb’de.

SAVAŞA İTİLEN TÜRKİYE VE DİKİŞ TUTMAYAN ASKERÎ CEPHE

Katar Emiri Şeyh Hamad el Sani, Eylül 2012’de BM Genel Kurulu’nda “Güvenlik Konseyi etkin pozisyon alamadı. En iyisi Arap ülkelerinin kendilerinin müdahale etmesi” diyerek Suriye’ye Arap müdahalesini münasip gördü. Körfez’deki Arap şeyhlerinin canı savaş istiyordu. “Ortadoğu’da Suriye’siz savaş olmaz” tespitini bir deyiş haline getirmiş Araplar bunu tek başına yapabilir miydi? Körfez İşbirliği Konseyi’ne bağlı “Yarımada Kalkanı’nın gücü sadece Bahreyn’de silahsız muhalifleri bastırmaya yetmişti. Haliyle Araplar dışında Suriye’ye karşı bölgesel ittifakta savaş yapacak tek ülke Türkiye. Anadolu Ajansı, Mısır cumhurbaşkanının danışmanı Seyf Abdulfettah’ın Mısır’ın Katar’ın önerisi üzerine çalıştığını ve Türkiye’den destek isteyebileceklerini söylediğini öne sürdü. Gerçi Abdulfettah bunu şiddetle yalanladı.

Tam da Türkiye üzerinden bir savaş kurgulanırken Dubai merkezli Suudi kanalı El Arabiya, Türkiye’yi kışkırtmaya dönük belgeler yayımladı. Güya 22 Haziran 2012’de Akdeniz’in sularına gömülen Türk jeti Rus malı Grad füzesiyle düşürüldü, ele geçirilen iki pilot sorgulandıktan sonra doğal yoldan öldürün emri verildi, Rusya’dan da “öldürün” emri geldi ve cesetler 1.300 metre derindeki enkaza bırakıldı. Pilotların Hizbullah’a verilmesi de gündeme geldi. Ayrıca Türkiye’ye “PKK’yı harekete geçirme kapasitemiz var” mesajı verilmek istendi. Berbat bir kurguydu. Sadece komşudaki bataklığa çekme değil Rusya’dan Lübnan’a Türkiye’nin birçok alanda ilişki ağına dinamit yerleştirme hamlesi. Neyse ki ciddiye alan çıkmadı. Muhalifler bile buna prim vermedi.

SUK’tan birine düşüncelerini sordum; daha önce Humus ve Halep’te ele geçirdikleri gizli belgelerin diliyle karşılaştırdıklarında El Arabiya’daki belgelerin kurmaca izlenimi verdiğini söyledi: “İnandırıcı gelmedi. Emirler muğlâk. Bu gizli belgelerde gördüğümüz bir tarz değil.

El Arabiya’nın hamlesi, AKP yönetiminin ÖSO’ya üs verdiği ve savaşın Türkiye sınırlarından beslendiğine dair eleştiriler nedeniyle sıkıntılı olduğu sırada geldi. Dış aktörler Suriye’de yapılabileceklerin sınırını gördü ama Körfez’in efendileri savaşta ısrarcıydı. Türkiye’nin Hatay’daki “ÖSO komutası” üzerinden Suriye’deki silahlı süreci etkileme kapasitesi olduğu vehmedildi. Bu yüzden ÖSO’nun 22 Eylül 2012’de “Karargâhımızı Suriye’de kurtarılmış bölgeye taşıdık” açıklamasından muhalifler namına çok ümitvar sonuçlar çıkartıldı. Ne var ki Türkiye’yi mesken tutmuş muhalif komutanlar, konuştuğum bir SUK üyesinin ifadesiyle “Suriye’de savaşan muhalifler tarafından kovuldular.” Halep civarlarında birkaç gün geçiren komutanlar gerisin geri Apaydın Kampı’na döndü. ÖSO Komutan Yardımcısı Malik el Kürdi de Halep’ten terslenerek dönmüştü. İçeridekiler hariçten gazele sıcak bakmıyordu.

Ekim 2012 itibariyle muhalif cephenin hal-i pürmelali şöyleydi:
ÖSO silahlı gruplan birleştirmede başarısız oldu. Riyad el Esad, Hür Subaylar Hareketi’nin kurucusu Hüseyin Harmuş ile nasıl liderlik krizi yaşayıp ÖSO’yu kurduysa bu kez Mustafa el Şeyh ile Ocak 2012’de benzer bir anlaşmazlık yaşadı. Bunun üzerine Şeyh, Şubat 2012’de “Yüksek Askeri Konsey”i kurdu. Hedef askeri güçleri birleştirmekti ama başarılı olamadı. Mustafa el Şeyh Katar ve Suudi Arabistan’ın sivilleri silahlandırmasına taraftar değildi. Bunun iç savaşı körükleyeceğini belirtip uluslararası güçlerden havadan müdahale etmesini ve özellikle rejimin askeri üslerini bombalamasını istiyordu. El Şeyh’in İslamcı örgütlerin canını sıkacak başka bir ihtarı da vardı: “Batı, Esed sonrasında İsrail sınırının korunması, bölgedeki çıkarlarının güvence altına alınması, Suriye’nin aşırılık yanlısı İslamcı akımların etkinlik gösterdiği ve azınlıkları ezdiği meydana dönüşmemesi için güvence istiyor. Gözlerimiz, devrimin İslamlaşmasına karşı tetikte. Gelecekteki savaşımız bu olacak.


El Şeyh “Batı ve Siyonizmin bekçisi” olmakla suçlanınca sözlerinin İhvan’a yönelik olmadığını söyledi. Ama İhvan’la da barışık değildi. Bir süre önce İhvan’ın Sivilleri Koruma Kurulu diye silahlı bir grubu örgütlediği ortaya çıkınca tepkisini “İhvan’ın gerçekten de sivil devlet kurmak gibi bir düşüncesi varsa, ÖSO altında çalışmak varken neden askeri birlikleri olan Sivilleri Koruma Kurulu’nu kurdular?” diyerek dile getirdi.

Sahadaki silahlı mücadele artan oranda radikal İslamcı saflara kayarken El Şeyh’in hassasiyetleri karşılık bulmuyordu. İslamcıların öfkesi bir yana misyon olarak El Şeyh’in durduğu yerde duran Riyad el Esad de bütün askeri yapılanmaları temsil etme iddiasındaki Yüksek Askeri Konsey için “Devrimcileri değil sadece kendini temsil ediyor” diye çıkıştı.

Riyad el Esad benzer suçlamayı SUK’a da yöneltti: “Suriye devrimine ne maddi ne de manevi katkısı var.” Aslında Suriye içinde de o dönemde 9 tane yerel askeri konsey vardı. Kimin kimi kontrol ettiği belirsizdi. Riyad el Esad’a göre konseyler ÖSO’nun alt birimleriydi. Ama bu konseylerin Esad’ı bir komutan olarak gördükleri söylenemezdi. Aynı şey El Şeyh için de geçerliydi. Çatı kuruluşu gibi kurgulanan Türkiye merkezli örgütlere yüklenen anlam daha çok dışarıdan gelecek yardımlar için aracı olmalarıydı.

Sonra “Askeri Büro” kuruldu. O da olmadı. Bu kez Mart 2012’de Hatay’da Akil Haşim, ÖSO’nun tüm grupları temsil etmediğini belirtip silahlı örgütleri bir araya getirme hedefiyle “Suriye Ulusal Ordusu”nu kurdu. Haşim de çareyi dış müdahalede görüyordu. Riyad el Esad’ın “O kim oluyor ki ordu kuruyor” diye yüklendiği Haşim’in silahlı cephede esamisi okunmadı. 3 EyIül 2012’de ise yine bütün silahlı gruplan bir araya getirme iddiasıyla bu kez Tuğgeneral Muhammed Hüseyin Hac Ali, Hatay’da Suriye Ulusal Ordusu ile aynı adı taşıyan bir örgüt kurdu. Riyad el-Esad bu girişimi de kınadı. Bu grubun da hükmü geçmedi. Her yeni ordu ayrıştırıcı oldu. Hür Subaylar Hareketi, Özgür Suriye Ordusu ve Yüksek Askeri Konsey’in oluşumunda yol gösteren, katıldığı televizyon programında rütbe dağıtan ve talimatlar veren Şeyh Adnan Arur, 28 Eylül 2012’de askeri cephedeki dağınıklık ve kaosa son vermek için İdlib’ e gidip “Devrimci Askeri Konseyleri Ortak Komutanlığı’’nı kurduğunu törenle ilan etti.

Yeni yapılanmada Riyad el Esad ve Mustafa el Şeyh gibi figürler yoktu. Konsey’in komutanlığını üstlenen Misgal Naimi silahlı grupların ok 90’ını temsil ettiği iddiasındaydı. Yeni çatı örgütünün ömrü ABD’nin müdahalesiyle 11 Kasım 2012’den itibaren başlayan yeniden organizasyon çabaları çerçevesinde 8 Aralık 2012’de ilan edilen Özgür Ordu Birleşik Komutanlığı’nın ortaya çıkmasına kadar sürdü.

Bu üst yapılanmaların dışında her bir şehirde oluşturulan yerel askeri konseylerin de aralarında eşgüdüm yoktu. Alan hâkimiyeti açısından da manzara çok griydi. Halep’e bağlı Cerablus ve Bab gibi “kurtarılmış’’ kasabalarda belediye ve yargı işlevi gören “sivil konseyler” kuruldu. Humus’un bir kısmında ve Şam’a bağlı Harasta, Duma ve Zabadani’de benzer yapılanmalara gidildi. Sivil konseyler de birbirinden kopuktu.

Türkiye’de konuşlu örgütlerin vaziyeti buyken cephede cihatçı Selefilerin ağırlığının arttığı yeni bir manzara vardı: Selefilerden oluşan “Ahrar el Şam“, “Cephet el Nusra” (Nusra Cephesi), “Fecr el İslam”, ve “Tecammu Ensar el İslâm” giderek inisiyatifi ele alıyordu. Şehadet inancı, mali kaynakları ve profesyonel savaşçı kadrosu bu tür örgütleri şiddetli ve ölümcül kılıyordu. Ama gelinen noktada zafer uzaktı: Ne rejim galipti ne de muhalefet. Halep bunun en kritik örneğiydi. Halep’ten yeni dönen bir muhalif temsilciye “Şehri düşürme şansınız var mı?” diye sordum, “Zor” dedi.


Şehirleri düşürmeye dönük bir taktik yıkımdan başka bir şey vaat etmiyordu. Muhalifler terk edilmiş evlerde üslenerek şiddeti sivil alanlara çekiyor, haliyle sivilleri kalkan olarak kullanmış oluyordu. Rejimin de insafı yoktu. Hal bu iken Körfez ülkeleri savaşı kızıştırmanın peşindeydi. Körfez diyordu ki “Para bizden, savaş sizden!“
OSMANLI TEZKERESİ!

Türk jetinin düşürülmesi karşısında eli kolu bağlı kalınca ciddi prestij kaybına uğrayan hükümet. Şam’a gözdağı vermeye yönelik ‘Suriye tezkeresini 4 Ekim 2012’de Meclis’ten geçirdi. “Suriye tezkeresi’’nden öte bir “Osmanlı tezkeresi”ni andırıyordu. Tezkere “hudut, şümul, miktar ve zamanı hükümetçe tespit edilmek kaydıyla TSK’ya yabancı ülkelere gönderilmesi” yetkisi tanıyordu. Irak’ta aşina olduğumuz sınır ötesi operasyon yetkisi veren tezkerelerin aksine spesifik bir ülke adı zikredilmiyordu. “Yabancı ülkeler” ifadesi Türk dış politikasının “genişleyen vizyonu” kadar geniş bir müdahale alanını çağrıştırıyordu. Tezkere Başbakan Erdoğan’ın AKP Kongresi’nde Bakü’den Belgrad ve Gümülcine’ye, Bağdat’tan Kabil ve İslamabad’a, Mogadişu’dan Tunus, Cezayir ve Trablus’a, Kahire’den Sam ve Kudüs’e selam ederek oynadığı “İslam dünyasının liderliği’’ vizyonuna üniforma gibi oturuyordu. Ama telaşa mahal yoktu, savaşın eli kulağında değildi. Türkiye zaten Türk uçağının düşürülmesine misilleme olarak ilan ettiği yeni angajman kuralları çerçevesinde 23 Eylül 2012’den beri Akçakale’den Suriye’ye top ateşleriyle karşılık veriyordu. İlk önce bu misillemeler dışarıda Suriye’nin tacizleri karşısında aciz ülke durumuna düştüğü algısını kırmaya yarayacak bir adımdı: İçeride de 2 pilota ilaveten 3 Ekim 2012’de Suriye’den atılan bir top mermisinin Akçakale’ye düşmesi sonucu 5 kişinin ölümüyle yaralanmış kamuoyunu rahatlatacak bir hamleydi. İkincisi Suriye’ye karşı bir gözdağı ve kararlılık gösterisiydi. Üçüncüsü olası tüm senaryolara karşı alınmış bir tedbirdi.

Her şeyden önce savaş Türkiye’nin tek başına alabileceği bir karar değildi. Pentagon’dan bir yetkilinin Akçakale’deki olayla ilgili “Bunun daha büyük bir çatışmaya dönüşeceğine dair bir işaret yok” açıklaması en kritik müttefikin temkinli tutumunu sürdürdüğünü gösteriyordu. Karşı cephede Rusya olayın kaza olduğuna dair Şam’ın tezini sahiplenip BM Güvenlik Konseyi kanalını tıkayan kararlılığını koruyordu. BM kanalları dışında müdahale meşruiyeti sunabilecek yegâne platform NATO idi. Burada da Kuzey Atlantik Konseyi’nin basmakalıp bir açıklamayla Türkiye’yi destekle yetinip “şamar” maddelerini işletmeye niyeti yoktu.

Sınır buysa her şey normal!

Burada asıl üzerinde durulması gereken “olası gelişmelere karşı tedbir” bağlamında tezkerenin nelere gebe olduğuydu. Türkiye-Suriye sınırı belirlenirken Akçakale gibi ikiye bölünmüş onlarca yer var. Bu yerlerin bir yarısında çatışma olurken diğer yarısının bundan etkilenmemesi mümkün değildi. Coğrafyayı dikkate aldığımızda “Suriye Akçakale’ye kasten mi ihmalen mi saldırdı” tartışması bir yerden sonra anlamsızlaşıyordu. Akçakale’nin öteki yarısı Tel Ebyad gibi muhaliflerin kontrolüne geçmiş Karkamış’ın karşısındaki Cerablus, Kilis-Öncüpınar’ın karşısındaki Bab el Selame ve Hatay-Cilvegözü’nün karşısındaki Bab el Hava gibi sınır kapılan bu tür çatışmalara davetiye çıkartıyordu. Bununla birlikte Türkiye’yi gardını almaya zorlayan senaryo şuydu: Esad güçleri Halep’in “kurtarılmış” bölgelerinden silahlı grupları temizlerse operasyon Türkiye sınırlarına dayanabilirdi. Sıra sınır kapılarını geri almaya geldiğinde Türkiye ciddi bir baskı ile karşı karşıya kalırdı. Ankara için asıl felaket buydu. Tezkere Türkiye’nin aslında angajman kurallarıyla sınır bölgesinde muhalifler için oluşturduğu tampon bölgenin kapanmasına karşı da önleyici bir tedbir sayılırdı. BM kararıyla fiili tampon bölge ve “uçuşa yasak bölgenin mümkün olmadığı görülünce Türkiye kendi seçeneklerine bakıyordu. Tezkerenin psikolojik etkisi bile ağır kayıplar veren muhaliflerin nefes almasını kolaylaştırıyordu.

Beri tarafta tezkerenin hedefi Esad güçleri olsa da bunun en kolay kullanılabileceği alan Kürt bölgesiydi. Bölgede PYD’nin inisiyatifinde bir yapılanmaya karşı benimsenen müdahaleci söyleme ilaveten 2 Ekim 2012’de sınırda devriye gezen YPG üyelerine Türkiye tarafından ateş açılması ve 1 kişinin ölmesi gerilim yaratmıştı. Hâlbuki PYD Türkiye’ye dostluk mesajı veriyordu. Türkiye kazanabileceği bir Kürt entitesini peşinen karşısına alıyordu. Kuzey Irak’taki hatalar burada tekrarlanıyordu. Tezkere bir bakıma Kürtlere de gösterilmiş kırmızı karttı. Tezkere Suriye krizinin içselleştirilmesinin yeni bir adımıydı. “Demokles’in kılıcı” ya da “müdahale aracı” gibi duran tezkerenin Türkiye’yi nerelere savuracağını kestirebilen yoktu.

AMERİKAN MÜDAHALESİYLE YENİ BİR ÇATI: SMDGUK

2012’nin güzünde Amerikan yönetimi uzun süre Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan’a havale ettiği Suriye dosyasında inisiyatifi ele almaya başladı.

CIA 2012 yazı boyunca Türkiye-Suriye sınırında silah geçişini organize ederken ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, 31 Ekim 2012’de Zagreb’de radikal unsurların “Suriye devrimini çaldığından” söz etti. Dahası SUK’un defterini dürdü: “SUK artık muhalefetin lideri olarak görülemez. Cephede savaşan ve ölenlerin temsil edilmesi gerekiyor. Muhalefet 20, 30, 40 yıldır Suriye’de bulunmayan kişiler tarafından temsil edilemez.

SUK bırakın Suriye içindekileri diasporada kümelenmiş muhalif unsurları kuşatamadığı gibi ülke içindeki süreçlere etki edemedi. 1 Nisan 2012’de İstanbul’daki toplantıda SUK’un 129 ülke tarafından tanınması sanıldığı gibi temsil kabiliyetini arttırmadı. ABD’nin bölgedeki müttefikleri fanatik İslamcı grupların palazlanmasına yol açtı. ABD de aslında bu süreçten sorumluydu. Peki, ne değişti de ABD, SUK’un üzerini çizdi ve “özgürlük savaşçıları” birdenbire “devrim korsanları”na dönüşüverdi!

Belli ki Türkiye üzerinden yapılan hesapların hiçbiri tutmayınca ABD süreçle daha yakından ilgilenmeye karar verdi. ABD, SUK ile ilgili açık tutumuyla “oyun kurucu” olarak ortaya çıkan Türkiye’nin kapasitesinin sınırlarını da göstermiş oldu.

ABD başından temkinli yaklaşıp muhalefet olgunlaşıncaya kadar işi ağırdan almayı tercih etmişti. Esad rejiminin en fazla mağdur ettiği Kürtleri dahi içine alamayan SUK’un temsil kabiliyetindeki sorunların zaman içinde aşılabileceği düşünüldü. ABD epey zaman Suriye muhalefetinin kapsama alanını genişletmek için uğraştı. Şam’dan çekilen Amerikan Büyükelçisi Robert Ford’un neredeyse tek işi buydu. Ama olmadı. Üstelik Türkiye ve Katar’ın etkisiyle SUK içinde İhvan öne çıktı. Buna ilaveten Esad rejiminin kısa vadede düşeceğini öngören Türkiye kaynaklı projeksiyonlar da tutmadı.

Clinton’ın çıkışının zamanlaması önemliydi. Muhalifler 3-11 Kasım 2012’de Doha’da bir araya gelip Clinton’ın dillendirdiği yeni yapılanma üzerinde çalıştı. Foreign Policy dergisine konuşan bir Amerikalı yetkiliye göre Robert Ford toplantılar sırasında 15’i İstanbul merkezli Suriye Ulusal Konseyi’nden, 15’i farklı muhalif gruplardan ve 20’si Suriye içindeki muhalif gruplardan olmak üzere 50 kişilik yeni bir konsey kurulması için bastırdı. Konuştuğum bir SUK üyesi, Kürtlerle uzlaşma çabalarının çöktüğü 4 Temmuz 2012’deki Kahire toplantısından beri ABD ile sorun yaşadıklarını aktardı.

Muhalif temsilcinin söylediği şuydu:

  “Kahire’deki toplantıda SDK ile Ford arasında sert bir tartışma yaşandı. Tartışmanın nedeni SUK’un Suriye’nin üniter yapısında ısrar edip Kürtlere özerklik garantisi vermekten kaçınmasıydı. ABD daha sonra doğrudan Suriye içinden sivil toplum örgütlerine ulaşma çabasına girişti. Suriyeli muhaliflere yardım adı altında ayrılan 100 milyon doları da tamamen casusluk faaliyetlerine harcadı. SUK, Doha’da oluşacak yeni çatı örgütünün bel kemiği olarak kalmak istiyor ama ABD, SUK’un temsil gücünü zayıflatmaya çalışıyor. ABD Suriye’de bir rejim değişikliğine hazır değil ve zaman kazanmak istiyor. (Kofi Annan’ın ardından BM-Arap Birliği Özel Temsilciliği görevini üstlenen) El Ahdar el İbrahimi’nin de siyasi çözüm çabalarını dikkate alarak Esad rejimiyle pazarlık yapabilecek yeni bir yapı ortaya çıkarmaya çalışıyor.”  

Bu yeni süreçten ABD’nin bastırmasıyla II Kasım 2012’de Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu (SMDGUK) ortaya çıktı. Koalisyonun başkanlığına eski vaiz Muaz el Hatib seçildi. Koalisyonun kuruluşuna direnen SUK da Türkiye, Katar ve ABD’nin baskılan sonucu 27 üyelik elde ederek SMDGUK’na katıldı. Yeni koalisyonla hedeflenen şuydu:
- Sivil ve askeri muhalefeti birleştirmek.
- Bir geçiş hükümeti kurmak.
- SMDGUK’nu Suriye’nin tek meşru temsilcisi haline getirmek.

Sahadan uzak liderlerin aksine ülkeyi henüz yeni terk etmiş Hatib liderliğindeki SMDGUK farklı bir dalga yarattı.

SMDGUK’nun hem Suriye içindeki muhalifleri hem de Kürtleri kuşatabileceği umulmuştu. Bu konuda ilerleme olmadığı halde Suudi Arabistan, Katar, Türkiye, ABD, Fransa ve Britanya gibi ülkeler SMDGUK’yı yegane meşru temsilci olarak tanıdıklarını duyurdu. Diğerlerine nazaran ABD daha temkinli giderken Hatib’in “ağır silah verin” çağrısına da en hararetli desteği sunan Fransa, 17 Kasım 2012’de daha ileri bir adım atarak muhalif isimlerden Dr. Munzir Mahus’u “Suriye’nin Paris büyükelçisi” olarak tanıdı. 22 Kasım 2012’de ise SMDGUK, İhvan’ın temsilcilerinden Velid Saffur’u Londra büyükelçisi tayin etti. Ancak SMDGUK’nun yegane temsilcisi olduğu iddiası da uluslararası alanda karşılık bulmadı. Sonuçta Suriye’yi BM’de temsil eden kişi hala Şam’ın atadığı İbrahim el Caferi’ydi. İnisiyatif, bir bakıma eksenin Türkiye’den başka bir yere kaydığını gösteriyordu. El Hatib İstanbul değil Kahire’de üslendi.

Askeri kanattaki yeniden yapılanmaya gelince: Doha’da verilen istikamete uygun olarak 8 Aralık 2012’de Antalya’da düzenlenen toplantıda Özgür Ordu Birleşik Komutanlığı kuruldu. Selim İdris’in komutanlığındaki bu yeni çatı örgütüne “genelkurmay” misyonu biçildi. Asıl hedef silah sevkiyatında muhatap alınacak ve silahların “ılımlı’ gruplara dağıtımını organize edecek bir kanal oluşturmaktı. İdris’in yardımcılığını üstlenen Tevhid Tugayı Komutanı Abdülkadir Salih yeni oluşumun hedefinin Batı’nın söz verdiği silahlara ulaşmak olduğunu kaydetti. Toplantı ABD. Fransa, Türkiye ve Katar istihbaratının güdümünde gerçekleştirildi.

Radikal unsurları dengeleme amacı güdülse de yeni yapılanmada “ılımlı” diye nitelenen komutanlara görev verilmedi. Eylül 2012’de Türkiye’den ayrılarak Suriye’ye geçmiş olan ÖSO komutanı Riyad el Esad ve Suriye Ulusal Ordusu Komutanı Muhammed Hüseyin Hac Ali ve Devrimci Askeri Konseyleri Ortak Komutanlığı Komutanı Miskal Batiş Naimi yeni yapılanmada yer almadı. Doha’da kararlaştırılan geçici hükümet kurma işi de sonraya kaldı.

YENİ YAPILANMA VE TERÖR ÖRGÜTÜ İLAN EDİLEN NUSRA

ABD muhalefeti yeniden organize etmek üzere inisiyatif kullanırken kafa karıştırıcı bir adım daha attı: 11 Kasım 2012’de Nusra Cephesi’ni terör örgütü listesine aldı. Ebu Muhammed el Colani liderliğindeki Nusra, Irak’taki EI Kaide’nin Suriye koluydu. ABD Dışişleri Sözcüsü Victoria Nuland’a göre Nusra, Kasım 2011’den Aralık 2012’ye kadar en az 600 saldın gerçekleştirdi. ABD’nin bu kararına karşı Nusra, 19 Kasım 2012’de 13 Selefi örgütle şeriat devleti kurma amacıyla güç birliği yaptı.

Nusra, muhalifler arasında Esad’ın devrilmesine hizmet eden “devrimci unsur” muamelesi görüyordu. Türkiye ve Katar’a yakınlığı ile bilinen Tevhid Tugayı komutanı Abdülkadir Salih, 20 Ağustos 2011’de El Cezire’ye “Hedefimiz Esad rejimini devirmek. Nusra da bu hedef doğrultusunda çalışıyor. Esad’ı devirmek için çalışan herkesi memnuniyetle karşılıyoruz” dedi. Suudi Arabistan, Türkiye ve Katar bağlantılı muhalifler Nusra’nın terör örgütü ilan edilmesine tepkiliydi. ABD’nin yeni gözdesi Muaz el Hatip de kararın yanlış olduğunu belirterek Washington’ı kısa sürede mahcup etti!

SUK Başkanı George Sabra, Nusra’nın Suriye devriminin bir parçası olduğunu savunurken İhvan lideri Riyad el Şukfa şu çıkışı yaptı:

  “Nusra, Esad’a karşı halkı koruyor, rejimle savaşıyor. ABD’nin onu terörist ilan etmesi bizi ilgilendirmiyor. Biz onu Esad’a karşı savaşan ve halkı koruyan bir grup olarak görüyoruz.”  

İhvan Başkan Yardımcısı Faruk Tayfur da “ABD çok aceleci ve hatalı bir karar aldı. Amerika, Suriye’deki halk desteğini yitirecek çünkü Suriyeliler, Nusra Cephesi’ni seviyor” dedi.

SMDGUK üyesi Edip Çiçekli “Nusra’yı terör örgütü listesine ekledikten sonra Beşşar Esad’ı da Nobel’e aday göstermek gerekiyor” diye çıkıştı.

Halbuki Türkiye’de hükümet çevreleri “fanatik silahlı grupların başından beri devrede olduğuna” dair tespitleri reddederken “Esad devrimi kirletmek için Sednaya Hapishanesi’ndeki Kaidecileri bırakarak bu örgütleri kurdurttu, bunlar küçük ve önemsiz gruplar, devrim olduğunda bunlar kendiliğinden ortadan kalkacaklar” iddiasındaydı.

Erdoğan’ın da Suriye’de El Kaide ve radikal grupların güçlendiğine dair yorumlara tahammülü yoktu. Erdoğan, Kasım 2012’de İspanya dönüşün .. de uçağındaki gazetecilerin “Batılı ülkeler sık sık Suriye muhalefetiyle ilgili endişeler dile getiriyor. Radikal hareketler vurgusu yapılıyor” hatırlatması üzerine “Saçma sapan” derken “El Kaide’nın Suriye’ye savaşmak için militan gönderdiği söyleniyor. Bu Suriye’yi yeni tehlikelere açık hale getirmez mi?” sorusuna şu yanıtı verdi:

  “EI Kaide’nin Suriye’de esamisi okunmaz. Muhalefet orada neticeye varsın, orada El Kaide filan diye bir şey kalmaz. Geçenlerde biliyorsunuz, Resulayn’ı ele geçirme operasyonu yapmak istedi PYD, PKK filan. Koalisyon güçleri müdahale ederek hemen kendilerini Haseki’ye Kamaşlı’ya kadar sürdüler. Resulayn şu anda tamamen onların kontrolünde.”  

Aslında Erdoğan’ın son derece memnun olduğu Rasulayn (Serekaniye) operasyonunun arkasında başbakanın “esamisi okunmaz” dediği Nusra vardı.
Nusra ve türevleri 2012 yazından itibaren Türkiye’nin lojistik desteğiyle sınır boylarında mevzi kazandı. Ceylanpınar’daki kaynaklarıma göre kuzeyde Kürtlerin kontrolüne son vermek için buraya giren Nusra ve Ahrar el Şam militanları Türkiye toprakları üzerinde Suriye sınırına bir özel firmaya ait otobüslerle taşındı. YPG güçlerini bölgeden çıkarma planı tutmadı ve savaşçılar birkaç gün sonra ağır kayıplarla Türkiye’ye döndü.

Suriye’yi yakın plana alır almaz muhalif cephede Nusra’nın etki alanını minimize edecek ayarlamalara giden ABD’nin Özgür Ordu Birleşik Komutanlığı ile bu amacına ulaşması kolay değildi. Bu operasyonların hemen ardından görüşüne başvurduğum bir muhalif temsilcinin değerlendirmesi şu oldu: “SMDGUK’dan da Birleşik Komutanlık’tan da bir şey çıkmaz. Bunların hepsi hikaye.”

Sahayı izleyenlerin vardığı sonuç da 2012 itibariyle savaşçıların %10’unu oluşturan Nusra’nın oyun dışına itilemeyeceği yönündeydi. Bir kere her yeni çatı, kısa sürede çatırdıyor ve rakipler doğuruyordu. Zira 13 Aralık 2012’de beş örgüt “Hilafetin Yardımcıları” adlı tugayı kurup ÖSO’ya “Bize katılın” diye seslendi. Aynca ÖSO’da Nusra’yı bastıracak irade yoktu.

Nusra’nın sırrı: Disiplin, para ve tecrübe

Resimler ve alt yazıları hariç bu yazının tamamı Fehim Taştekin'in Suriye (Yıkıl Git, Diren Kal) isimli kitabının 2012 olaylarının anlatıldığı üçüncü bölümünden alınmıştır.

Nusra küresel El Kaide ağı sayesinde büyüyordu. Bu ağla istihbarat örgütlerinin yollan illaki kesişiyordu. Ne para sorunları vardı ne de militan. Bu sayede güç, ÖSO’nun omurgasını oluşturan birliklerden Nusra’ya kayıyordu. AFP ve Reuters gibi ajansların haberlerinden Nusra’nın sırrına dair ilginç bir tablo çıkıyordu: Nusracılar Afganistan, Irak ve Ceçenya’ da deneyim kazanmış savaşçılardı, ÖSO üyeleri ise toydu. Nusra modern silahları, ÖSO eline geçeni kullanıyordu. Nusra mangalda et pişirirken ÖSO’nun azığı sandviçti. Nusracılar kurşun geçirmez yelek kuşanırken ÖSO’cular ne bulsa giyiniyordu. Hatta Nusra, ÖSO birlikleri arasında çıkan ganimet kavgalarında arabuluculuk yapıp otorite sağlıyordu.

ABD’nin kararı Türkiye başta olmak üzere muhalifleri destekleyen ülkelerin hareket alanını sınırlarken sahadaki işbirliğini çok da etkilemedi. El Kaide ile bağlantılı olmasalar da Nusra ile aynı ideolojiyi paylaşan başka gruplar da sahnedeydi. Birçoğu da rejim güçlerine karşı ortak operasyonlarda Nusra ile birlikte hareket ediyordu. Körfez-Batı ittifakı savaşı büyütmekte kararlı olduğu sürece muhatabı yine bu örgütlerdi. Bu Ahrar el Şam ya da Guraba el Şam’ın Nusra’dan fazla bir farkı yoktu. Amerikan hassasiyetinin kaynağı şuydu: Libya’da Katar eliyle silahlandırılan kişiler, 11 Eylül 2012’de Bingazi’de ABD Konsolosluğu’na saldırıp ABD’nin Trablus Büyükelçisi Christopher Stevens ile birlikte 4 Amerikalıyı öldürünce Washington, Suriye’de de silahların “yanlış” ellere geçmesinden endişe duyar oldu. Stevens’ın Libya’dan Suriye’ye militan ve silah kanalının oluşturulmasında emekleri az değildi. Dışişleri Sözcüsü Nuland’a göre Nusra’nın kara listeye alınmasıyla müttefiklere verilen mesaj şuydu: Yardım ettiğiniz gruplarla ilgili uyanık olun.

Önemsiz Bir Hayvanız Aslında

$
0
0

Aşağıdaki yazının tamamı Yuval Noah Harari‘nin SAPIENS: “İnsan Türünün Kısa bir Tarihi” isimli eserinden alıntıdır.


YAKLAŞIK 13,5 MİLYAR YIL ÖNCE. Big Bang olarak adlandırdığımız bir şeyle madde, enerji, zaman ve uzay ortaya çıktı. Evrenimizin bu temel özelliklerinin hikâyesine fizik diyoruz.

Bunların ortaya çıkışından yaklaşık 300 bin yıl sonra madde ve enerji, atom adını verdiğimiz daha karmaşık yapılar ortaya çıkardılar, bunlar da zamanla birleşerek molekülleri oluşturdu. Atomların, moleküllerin ve aralarındaki etkileşimin hikâyesine kimya diyoruz.

Yaklaşık 3,8 milyar yıl önce, Dünya adı verilen gezegende, bazı moleküller organizma adı verilen oldukça geniş ve karmaşık yapılar oluşturdu. Organizmaların hikâyesine biyoloji diyoruz.

Yaklaşık 70 bin yıl önce Homo sapiens’e ait organizmalar, kültür adını verdiğimiz daha da karmaşık yapılar oluşturdular. Bunu takip eden insan kültürlerinin gelişimine tarih diyoruz.

Tarihin akışını üç önemli devrim şekillendirdi; Yaklaşık 70 bin yıl önce başlayan Bilişsel Devrim, 12 bin yıl önce bunu hızlandıran Tarım Devrimi ve tarihi sona erdirip bambaşka bir şeyi başlatabilecek yalnızca 5 bin yıl önce başlayan Bilimsel Devrim.

Tarihten çok önce insanlar vardı. Modem insanlara benzeyen hayvanlar ilk olarak yaklaşık 2,5 milyon yıl önce ortaya çıktı. Fakat sayısız nesil boyunca aynı çevreyi paylaştıkları çok sayıda organizmadan ayrışmadılar.

İki milyon yıl önce Doğu Afrika’ya bir gezi yapsaydınız, çok tanıdık insan karakterlerine tanık olabilirdiniz: çocuklarına sarılan endişeli anneler, çamurda oynayan çocuklar, rahat bırakılmak isteyen yaşlılar ve toplumun kurallarına başkaldıran gençler, görmüş geçirmiş yöneticileri ve köyün gözelini etkilemek isteyen gösteriş meraklısı maçolar. Bu arkaik insanlar âşık oldu, oynadı, yakın arkadaşlıklar kurdu, güç ve statü için mücadele etti. Fakat bunu şempanzeler, babunlar ve filler de yapıyordu. İnsanların hiç de özel bir durumu yoktu. Hiç kimsenin, elbette insanların da, bir gün kendi soylarından gelenlerin ayda yürüyeceğine, atomu parçalayacağına, genetik kodu çözeceğine ve tarih kitapları yazacağına dair en ufak bir fikri yoktu. Tarih öncesi insanlarla ilgili bilinmesi gereken en önemli şey etraflarına goriller, ateşböcekleri veya denizanalarından daha fazla etki etmeyen sıradan hayvanlar olduklarıdır.

Biyologlar organizmaları türler halinde sınıflandırır. Hayvanlar eğer birbirleriyle çiftleşip üretken yavrular yapabiliyorlarsa aynı türe ait kabul edilirler. Atların ve eşeklerin yakın geçmişten ortak bir ataları vardır ve bu iki hayvan pek çok fiziksel özelliği paylaşır. Buna karşılık birbirlerine pek az cinsel istek duyarlar. Eğer teşvik edilirse çiftleşirler de, fakat katır adı verilen yavruları kısır olur. Dolayısıyla eşek DNA’sındaki mutasyonlar asla atlara (veya tam tersi atlardaki eşeklere) geçemez. Bu iki tip hayvan, sonuç olarak ayrı evrimsel yollarda ilerleyen iki ayrı tür olarak kabul edilir. Buna karşılık, çok farklı görünen bir buldok ve bir spaniel aynı türün üyeleridir ve aynı DNA havuzunu paylaşırlar. Memnuniyetle çiftleşebilir ve yavrulan da başka köpeklerle çiftleşerek başka yavrular üretebilirler.

Ortak bir atadan evrimleşen türler “cins” adı verilen bir başlıkta toplanır. Aslanlar, kaplanlar, leoparlar ve jaguarlar Panthera cinsinin altındaki farklı türlerdir. Biyologlar organizmaları iki parçadan oluşan Latince bir isimle adlandırırlar. Önce cins, sonra tür. Örneğin aslanlar Panthera leo olarak adlandırılırlar, Panthera cinsinin leo türü. Bu kitabı okuyan herkesin Homo sapiens olduğunu varsayabiliriz. Homo (insan) cinsinin sapiens (zeki) türü.

Cinsler de kendi içinde ailelere ayrılırlar, örneğin kediler (aslanlar, çitalar, ev kedileri), köpekler (kurtlar, tilkiler, çakallar) ve filler (filler, mamutlar, mastodonlar}. Bir ailenin tüm üyelerinin soyları kurucu bir anneye ve babaya dayanır. Örneğin en küçük ev kedisinden en vahşi aslana tüm kediler, yaklaşık 25 milyon yıl önce yaşamış ortak bir kedi atasını paylaşır.

Homo sapiens de bir aileye mensuptur. Bu sıradan bilgi tarihteki en sıkı korunan sırlardan biriydi. Homo sapiens uzunca bir süre kendisini diğer hayvanlardan ayrı, ailesiz (kuzeni veya kardeşi, hepsinden de önemlisi ebeveyni olmayan) bir yetim olarak gördü, ama durum böyle değildi. Sevelim ya da sevmeyelim, büyük maymunlar adı verilen gürültücü ve büyük bir grubun üyesiyiz. Yaşayan en yakın akrabalarımız arasında şempanzeler, goriller ve orangutanlar var ve şempanzeler bunların en yakını. Yalnızca 6 milyon yıl önce, tek bir dişi maymunun iki kızı oldu. Bunlardan biri tüm şempanzelerin atası olurken, diğeri de bizim büyükannemiz oldu.

Dolaptaki İskeletler

Homo sapiens bundan daha da rahatsız edici bir sır saklıyordu. Pek çok diğer medeni kuzenlerimizin yanı sıra, bir zamanlar birkaç erkek ve kız kardeşimiz de vardı. Tek insan türü olduğumuzu düşünüyorduk, çünkü son 10 bin yılda türümüz gerçekten de dünyadaki tek insan türüydü. Yine de aslında insan kelimesi gerçekte “Homo cinsine mensup bir hayvan” anlamına gelir ve eskiden bu cinste Homo sapiens dışında pek çok tür mevcuttur. Üstelik çok da uzak olmayan bir gelecekte Sapiens olmayan insanlarla da karşılaşabiliriz. Bu durumu açıklığa kavuşturmak için sıklıkla “Sapiens” terimini Homo sapiens türünün üyelerini belirtmek için kullanacağım, buna karşılık “insan” terimini Homo cinsinin tüm uzak üyelerine saklayacağım.

İnsanlar ilk olarak 2,5 milyon yıl önce Doğu Afrika’da. “Güney Maymunu” anlamına gelen Australopithecus adı verilen bir maymun cinsinden evrimleşti. Yaklaşık iki milyon yıl önce, bu arkaik erkek ve kadınların bazıları anayurtlarını terk ederek Kuzey Afrika, Avrupa ve Asya’nın çeşitli yerlerine göç ettiler. Kuzey Avrupa’nın karlı ormanlarında hayatta kalmak, Endonezya’nın nemli cıngıllarından daha farklı özellikler gerektirdiğinden, insan toplulukları farklı yönlerde evrildiler. Bunun sonucunda pek çok farklı tür ortaya çıktı, bilim insanları da bunların her birine ayrı birer şatafatlı Latince isim koydular.

Avrupa ve Batı Asya’daki insanlar çoğunlukla “Neandertaller” olarak adlandırılan Homo neandertalensis’e evrildiler (“Neandertal Vadisi İnsanı”). Neandertaller Sapienslerden daha güçlü, daha kaslıydı ve Buzul Çağı’nın Batı Avrasya’sına uyumluydular. Asya’nın daha doğu bölgeleri “Dik adam” anlamına gelen Homo erectus tarafından mesken tutulmuştu. Bu tür, bu bölgede iki milyon yıla yakın bir süre hayatta kalarak şu ana kadarki en dirençli insan türü oldu. Bu rekorun bizim türümüz tarafından kırılması oldukça zor görünmektedir. Homo sapiens’in bin yıl sonra bile ortalarda olacağı şüphelidir, bu yüzden iki milyon yıl bizim başarabileceğimiz bir şey değil kesinlikle.

Endonezya’daki Java adasında “Solo Vadisi İnsanı” anlamına gelen Homo soloensis yaşamaktaydı. Bu tür de tropik yaşama uyumluydu. Diğer bir Endonezya adası Flores’te arkaik insanlar bir cüceleşme süreci geçirdi. İnsanlar Flores’e ilk defa deniz seviyesi olağanüstü derecede düşükken geldiler; bu esnada adaya anakaradan kolayca ulaşılabiliyordu. Denizler yeniden yükseldiğinde, bazı insanlar kaynakları çok kıt olan adalarda mahsur kaldılar. Daha çok yiyeceğe ihtiyacı olan büyük insanlar ilk önce öldüler, daha küçük yapılılarsa çok daha iyi hayatta kalabildiler ve Flores insanları nesiller boyunca cüceye dönüştüler. Bilim insanları tarafından Homo floresiensis olarak bilinen bu kendine mahsus tür ancak bir metre boya ulaşabiliyor ve 25 kilogramdan daha ağır olmuyordu. Buna karşılık taştan aletler yapabiliyor ve hatta zaman zaman adadaki filleri bile avlayabiliyorlardı (adil olmak gerekirse, adadaki filler de cüce bir türdü).

2010’da, bilim insanları Sibirya’daki Denisova mağarasını kazarken fosilleşmiş bir parmak kemiği keşfettiklerinde, diğer bir kayıp kardeş de hiçlikten kurtarıldı. Genetik analiz, parmağın daha önceden bilinmeyen bir insan türüne ait olduğunu kanıtladı ve bu türe de Homo denisova adı verildi. Kim bilir daha kaç tane kayıp akrabamız diğer mağaralarda, adalarda ve farklı iklimlerde keşfedilmeyi bekliyor.

Bu insanlar Avrupa ve Asya’da evrim geçirirken, Doğru Afrika’ daki evrim de durmadı. İnsanlığın beşiği “Rudolf Gölü İnsanı” anlamına gelen Homo rudolfensis, “Çalışkan insan” Homo ergaster ve hiç de alçakgönüllü davranmayarak “Zeki İnsan” adını verdiğimiz türümüz Homo sapiens gibi pek çok türe ev sahipliği yapmaya devam etti.

Bu türlerin bazı üyeleri dev gibiyken bazıları cüceydi. Bazıları korkutucu avcılarken bazıları zararsız bitki toplayıcılardı. Bazıları tek bir adada yaşarken pek çoğu kıtaları aştı. Ama hepsi Homo cinsine mensuptur. Hepsi insandı.

Bütün bu türleri ergaster’in erectus’a, erectus’un Neandertallere ve Neandertallerin bize evirildiği düz bir soy çizgisi olarak düşünmek yaygın bir hatadır. Bu çizgisel model, dünyada belirli bir anda sadece tek bir insan türünün var olduğu ve tüm önceki türlerin bizim eski modellerimiz olduğu yönünde yanlış bir izlenim yaratmaktadır. Gerçekteyse yaklaşık 2 milyon yıl önceden 10 bin yıl öncesine kadar dünya aynı anda pek çok insan türüne ev sahipliği yapmıştır. Ayrıca neden yapmasın ki? Bugün dünyada pek çok tilki, ayı ve domuz türü var. 100 bin yıl önceki dünya en az altı değişik insan türüne ev sahipliği yapmaktaydı. Geçmişimizdeki çok türlü durumdan çok şu anki yalnızlığımız istisnai ve belki de tehdit edici. Az sonra göreceğimiz gibi, türümüz Sapiens’in kardeşlerinin anılarını bastırmak için iyi sebepleri var.

Düşünmenin Bedeli

Pek çok farklılığa rağmen tüm insan türleri belirleyici pek çok özellik paylaşmaktadır. En başta, insanların diğer hayvanlara kıyasla olağanüstü büyük beyinleri vardır. 60 kilogram ağırlığındaki memelilerin ortalama beyin hacmi 200 santimetre küptür. En erken erkek ve kadının, 2,5 milyon yıl önce beyinleri yaklaşık 600 santimetre küptü.
Modem Sapiens’in ortalama beyniyse 1.200-1.400 santimetre küptür. Neandertal beyni ise daha da büyüktü.

Evrimin daha büyük beyinleri seçmesi bize oldukça basit gelebilir. Yüksek zekâmızdan o kadar eminiz ki, beyin kapasitesinin daha fazlasının daha iyi olacağını varsayıyoruz. Ama eğer böyle olsaydı, kedi ailesi de hesap yapabilen kediler üretirdi. Hayvan krallığında, neden Homo cinsi bu kadar büyük düşünme makineleri üretebilmiş tek cins?

Aslında büyük bir beyin vücutta büyük bir yük demektir. Taşıması zordur, özellikle de büyük bir kafatasının içindeyken. Enerji sağlaması daha da zordur. Homo sapiens’te beyin toplam vücut ağırlığının yalnızca yüzde 2 ila 3’ünü oluşturur, fakat dinlenme halinde vücudun tükettiği enerjinin yüzde 25’ini harcarken, diğer maymunların beyni dinlenme anında enerjinin sadece yüzde 8’ini kullanır. Arkaik insanlar geniş beyinlerinin bedelini iki şekilde ödediler. Birincisi, gıda ararken daha çok zaman harcadılar. İkincisi, kasları köreldi. Savunmadan eğitime para aktaran bir yönetim gibi, insanlar bisepslerden nöronlara enerji aktardılar. Şempanze Homo sapiens’le yaptığı bir sözlü tartışmayı kazanamaz, fakat maymun insanı bir oyuncak bebek gibi parçalayabilir.

Bugün büyük beyinlerimiz çok işe yarıyor, çünkü hem şempanzelerden çok daha hızlı hareket etmemizi sağlıyor hem de güvenli bir mesafeden onlara ateş edebildiğimiz arabalar ve silahlar üretebiliyoruz. Ama arabalar ve tüfekler nispeten yeni şeyler. İki milyon yıldan uzun bir süre boyunca insanın sinir ağları giderek büyüdü, fakat çakmaktaşından birkaç bıçak ve sivri sopa dışında insanlar bununla pek az şey yapabildiler. Peki, bu iki milyon yıl boyunca insan beyninin evrimini sürdüren şey neydi? Dürüst olmak gerekirse bu sorunun cevabını bilmiyoruz.

İnsana mahsus diğer bir özellik de iki ayak üstünde dik yürümesidir. Ayaktayken av hayvanlarına veya düşmanlara karşı savanı taramak daha kolaydır ve hareket etmek için gerekmeyen kollar, taş atmak veya işaret etmek gibi işler için kullanılabilir. Ellerimiz daha fazla şey yapabildikçe ellerin sahipleri de daha başarılı bale geldiler, dolayısıyla evrimsel baskı avuçlarda ve parmaklarda daha yoğun bir sinir ağı ve kasların gelişmesini sağladı. Bugün insanlar bunun bir sonucu olarak elleriyle çok ince işleri yapabilir, özellikle de karmaşık aletler üretip bunları kullanabilirler. Alet üretimine ilişkin ilk kanıtlar 2,5 milyon yıl öncesine aittir ve alet üretimi ve kullanımı, arkeologların eski insanların varlığını tanımalarındaki temel ölçüleridir.

Bununla birlikte, iki ayak üstünde yürümenin dezavantajları da vardır. İlkel atalarımızın iskeletleri, milyonlarca yıl boyunca dört ayağı üstünde yürüyen ve görece küçük kafası olan bir canlıdan evrilmiştir. Dik bir pozisyona geçmek büyük bir zorluktu, özellikle de iskeletin çok geniş bir kafayı desteklemesi gerektiğinde. İnsanlık geniş görüş açısının ve becerikli ellerinin bedelini sırt ağrıları ve boyun tutulmalarıyla ödedi.

Kadınlar daha da fazlasını ödemek zorunda kaldı. Dik bir duruş daha dar kalçalar demekti ve bu da doğum kanalını daraltıyordu, üstelik aynı anda bebeklerin de beyni giderek büyüyordu. Doğumda ölüm, dişi insanlar için ciddi bir sorun haline geldi. Bebeklerinin kafası ve beyni daha küçük olduğundan, erken doğum yapan kadınlar daha çok hayatta kaldılar ve daha çok çocuk sahibi oldular; doğal seçilim bu şekilde erken doğumlara hayatta kalma şansı verdi. Elbette böylelikle diğer hayvanlara kıyasla insanlar, pek çok hayati öneme sahip sistemleri henüz tam olarak gelişmemişken erken doğar hile geldiler. Bir tay doğumdan kısa süre sonra yürüyebilir, bir yavru kedi birkaç haftalıkken annesi yiyecek arayışı sırasında onu yalnız bırakabilir. İnsan bebekleriyse yıllar boyunca yardım, bakım, koruma ve eğitim için büyüklere muhtaçtır.

Bu durum insanlığın olağanüstü sosyal becerilerine ve kendine özgü toplumsal problemlerine ciddi katkı yapmıştır. Yalnız yaşayan anneler, eteklerinde yardıma muhtaç çocuklarıyla kendileri ve yavruları için gıda ararken çok zorluk yaşamıştır. Bir çocuk büyütmek, ailenin diğer üyelerinden ve komşulardan sürekli yardım almayı gerektirir, bu yüzden bir insanı büyütmek için bütün kabileye ihtiyaç vardır. Evrim böylelikle, güçlü sosyal bağlar kurabilenleri desteklemiştir. Buna ek olarak, insanlar az gelişmiş olarak doğduklarından diğer tüm hayvanlardan daha çok eğitilebilir ve daha çok sosyal ilişki kurabilirler. Pek çok memeli, anne karnından fırından çıkan toprak kap gibi çıkar, onları yeniden şekillendirmeye çalışmak onlara zarar verir. İnsanlar ise anne karnından bir ocaktan çıkan erimiş bir cam gibi çıkarlar ve şaşırtıcı oranda şekillendirilebilirler. Bu yüzden bugün çocuklarımızı Müslüman veya Budist, kapitalist veya sosyalist, savaşçı veya barışçıl olarak eğitebiliyoruz.

Büyük bir beyin, alet kullanımı, üstün öğrenme becerisi ve karmaşık toplumsal yapıların çok önemli avantajlar olduğunu varsayıyoruz. Bütün bunların insanı dünyadaki en güçlü hayvan yaptığı çok açıktır. Öte yandan insanlar bu avantajlara zayıf ve sıra dışı yaratıklar olarak kaldıkları iki milyon yıl boyunca da sahiptiler. Yani bir milyon yıl önce yaşayan insanlar, büyük beyinlerine ve sivri taşlara rağmen avcı hayvanlardan korkarak, nadiren büyük hayvanlar avlayarak yaşadılar ve hayatta kalmaları bitki toplayarak, böcek yiyerek, küçük hayvanları avlayarak ve daha güçlü hayvanların bıraktığı leşleri yiyerek mümkün olabildi.

İlk taş aletlerin en önemli kullanım alanlarından biri kemikleri kırarak kemik iliğini almaktı. Bazı araştırmacılar bunun insanların ilk orijinal buluşu olduğunu düşünüyorlar. Ağaçkakanların ağaç gövdelerinden böcekleri almakta uzmanlaşmaları gibi, ilk insanlar da kemik iliği çıkarmakta ustalaşmışlardı. Peki, neden kemik iliği? Bir aslan sürüsünün bir zürafaya saldırıp onu yediğini gözünüzün önüne getirin. Onlar işini bitirene kadar sabırla beklersiniz. Ama hala sıranız gelmemiştir, çünkü önce sırtlanlar ve çakallar – ki bunlara saldırmaya cesaret edemezsiniz- geriye kalanları yağmalarlar. Ancak onların da işi bittikten sonra, sağı solu dikkatle kontrol ederek cesede yaklaşıp geriye kalmış yenebilir durumdaki parçalara ulaşabilirsiniz.
Bu durum tarihimizi ve psikolojimizi anlamak için çok önemlidir. Homo cinsinin besin zincirindeki yeri çok yakın bir zamana kadar ortalardaydı. Milyonlarca yıl boyunca insanlar küçük hayvanlar avladılar, ne buldularsa onu yediler ve aynı şekilde büyük avcılar tarafından avlandılar. Ancak 400 bin yıl önce çeşitli insan türleri büyük av havanlarını avlamaya başladı ve ancak yüz bin yıl önce Homo sapiens’in ortaya çıkışıyla, insan besin zincirinde yukarı zıpladı.

Orta sıralardan yukarıya doğru atılan bu büyük adımın çok önemli sonuçlan oldu. Piramidin tepesindeki aslan ve köpekbalığı gibi diğer hayvanlar, bu pozisyona kademeli olarak milyonlarca yıl içinde yükselmişti. Bu da, ekosistemin çeşitli kontrol ve denge mekanizmaları üreterek, aslanların ve köpekbalıklarının ortalıkta terör estirmelerini engelledi. Aslanlar daha ölümcül oldukça ceylanlar da daha hızlı koşmaya, sırtlanlar daha iyi işbirliği yapmaya, gergedanlar daha saldırgan olmaya başladı. Buna karşın, insan tepeye o kadar hızlı çıktı ki, ekosistemin gerekli ayarlamayı yapacak vakti olamadı, ve buna ek olarak insanlar da bu değişime ayak uyduramadı. Gezegendeki büyük avcıların çoğu muhteşem yaratıklar; milyonlarca yıl süren hâkimiyetleri sayesinde kendilerine olağanüstü derecede güveniyorlar.

Sapiens ise adeta bir muz cumhuriyetinin diktatörü gibi. Daha yakın zamana kadar savandaki orta halli yaratıklar olduğumuz için hala korku ve endişelerle doluyuz, ve bu da bizi fazlasıyla zalim ve tehlikeli kılıyor. Ölümcül savaşlardan çevre felaketlerine pek çok tarihsel kötülük, bu çok hızlı gerçekleşen sıçramadan kaynaklanıyor.

Bir Aşçı ırkı

Bu sıçramadaki önemli adımlardan biri de ateşin kontrolünün keşfedilmesiydi. Bazı insan türleri 800 bin vıl önceden beri ateşi zaman zaman kullanıyordu; yine aşağı yukarı 300 bin yıl önce Homo erectus, Neandertaller ve Homo sapiens’in ataları da ateşi günlük olarak kullanıyordu. İnsanlar nihayet güvenilir bir ışık ve ısı kaynağına ve aynı zamanda etraflarında gezinen aslanlara karşı ölümcül bir silaha kavuşmuşlardı. Kısa süre içinde insanlar komşularına karşı da bu silahı bilerek kullanmış olabilirler. Ateş dikkatli kullanıldığında sık bitki örtülerini av hayvanlarıyla dolu harika bir çayıra çevirebilir. Ayrıca ateş söndükten sonra, Taş devri girişimcileri hala tüten kalıntılar arasında gezerek tütsülenmiş hayvanları, kabuklu yemişleri ve kökleri toplayabiliyorlardı.

Ama ateşin en önemli katkısı pişirmekti, İnsanların normalde sindiremedikleri –buğday, pirinç ve patates gibi – yiyecekler, pişirebilme becerisi sayesinde şu anda beslenmemizin temelini oluşturuyor. Ateş besinlerin kimyasını değiştirmekle kalmadı, onların biyolojisini de değiştirdi. Pişirmek gıdalarda bulunan parazit ve mikroplan yok ettiği gibi, insanların eskiden beri çok sevdikleri meyve, kabuklu yemiş, böcek ve leşler pişirildiklerinde daha rahat çiğnenip sindirilebiliyordu. Şempanzeler günde beş saatlerini çiğ besinleri çiğnemeye harcarken, insanların pişmiş besinleri yemeleri için bir saat yeterli oluyordu.

Yemek pişirmenin icadı insanların daha çeşitli besinler yiyebilmesini, yeme işlemini daha kısa sürede yapabilmesini, ayrıca daha kısa bağırsak ve daha küçük dişlerle idare edebilmesini sağladı. Bazı araştırmacılar yemek pişirmenin icadıyla insanların sindirim sisteminin kısalması ve beyinlerinin büyümesi arasında doğrudan bir bağlantı bulunduğuna inanıyorlar. Uzun bağırsaklar ve büyük beyinler çok ciddi enerji tükettiklerinden, ikisine birden aynı anda sahip olmak çok zordur. Yiyecekleri pişirme, bağırsakları kısaltıp enerji tüketimini azaltarak, Neandertallerin ve Sapiens’in devasa beyinlerinin önünü açtı.

Ateş ayrıca insanlarla diğer hayvanlar arasındaki ilk büyük farkın oluşmasını sağladı. Neredeyse tüm hayvanların gücü vücutlarına bağlıdır: kaslarının gücü, dişlerinin boyutu, kanatlanın genişliği. Rüzgârlardan ve akıntılardan yararlanabilseler de bu doğal güçleri kontrol edemezler ve her zaman fiziksel tasarımlarıyla sınırlıdırlar. Örneğin kartallar, sıcak hava akımlarını anlayabilerek dev kanatlarını açar ve sıcak havanın kendilerini yukarı kaldırmasını sağlarlar. Ancak bu sıcak hava akımlarının yerini değiştiremezler ve azami taşıma kapasiteleri kanat açıklıklarıyla doğrudan orantılıdır.

İnsanlar ateşi kullanmayı öğrenince hem itaatkâr hem de potansiyel olarak sınırsız bir güce kavuşmuş oldular. Kartalların aksine insanlar bir ateşi ne zaman ve nerede yakabileceklerine karar verebiliyor ve ateşi pek çok farklı amaç için kullanabiliyorlardı. En önemlisiyse ateşin gücü insanın yapısına, vücut biçimine ve gücüne bağlı değildi. Tek bir insan çakmaktaşıyla veya yanan bir çubukla, birkaç saat içinde koca bir ormanı yakabiliyordu. Ateşin kontrolü daha sonra olacakların habercisiydi.

Kardeşlerimizin Koruyucuları

150 bin yıl önce, insanlar ateşin faydalarına rağmen hala güçsüz ve önemsiz yaratıklardı. Artık aslanları korkutabiliyor, soğuk gecelerde kendilerini ısıtabiliyor ve karşılarına çıkan ormanları yakabiliyorlardı. Yine de mevcut tüm türleri düşündüğümüzde, muhtemelen Endonezya takımadalarıyla İberya yarımadası arasında yaşayan bir milyon civarında sayılarıyla, ekolojik radardaki küçük bir noktadan fazlası değillerdi.

Kendi türümüz Homo sapiens o dönemde dünyada mevcuttu, fakat Afrika’nın bir köşesinde kendi işiyle meşguldü. Homo sapiens olarak tanımlanabilecek hayvanların daha önceki bir insan türünden ne zaman ve nerede ayrıldığı tam olarak bilinmiyor, fakat bilim insanları aşağı yukarı 150 bin yıl önce Doğu Afrika’nın tıpkı bizim gibi görünen SapiensIerle dolu olduğuna inanıyorlar. Bugün bile bir patolog herhangi bir fark bulamaz. Ateş sayesinde atalarından daha küçük çeneleri ve dişleri vardı, buna karşılık beyinleri bizimki gibi çok büyüktü.


Bilim insanları 70 bin yıl önce Doğu Afrika kökenli Sapienslerin Arap yarımadasına doğru yayıldıklarına ve oradan da tüm Avrasya’ya dağıldıklarına inanıyorlar.

Homo sapiens Arabistan’a vardığında Avrasya’nın çoğu diğer insanlar tarafından mesken tutulmuştu. O insanlara ne oldu? Buna cevap olarak birbiriyle çelişen iki teori var. İlk teori olan “Irk Karışımı Teorisi” çekim, seks ve karışıma dayalı bir hikâye anlatır. Buna göre, Afrikalı göçmenler dünyaya yayıldıkça diğer insan topluluklarıyla karıştılar ve bugünkü insanlar da bu karışımın sonunda ortaya çıktılar.

Örneğin Sapiens Ortadoğu ve Avrupa’ya ulaştığında Neandertallerle karşılaştı. Bu insanlar Sapiens’ten daha kaslıydı, beyinleri daha büyüktü ve soğuk iklimlere daha iyi adapte olmuşlardı. Çeşitli aletleri vardı ve ateşi kullanabiliyorlardı. Ayrıca iyi avcılardı ve anlaşıldığı kadarıyla hasta ve yaşlılarına bakım yapıyorlardı (Arkeologlar, uzun yıllar ciddi fiziksel engellerle yaşamış Neandertal kemikleri buldular, bu da akrabalarının onlara baktığını gösteriyor). Neanadertaller genellikle kaba saba ve aptal “mağara insanları” olarak karikatürize edilirler, fakat yakın tarihIi bulgular bu imajı değiştirmiştir.

Irk Karışımı Teorisi’ne göre, Sapiens Neandertal topraklarına yayılınca, iki insan nüfusu tamamen birleşene kadar birbirleriyle karıştılar. Eğer gerçek buysa, bugünkü Avrasyalılar saf Sapiens değil Sapiens ve Neandertallerin karışımıdır. Doğu Asya’ya ulaşan Sapiens de benzer şekilde oradaki yerli Erectus’la karışmıştır, dolayısıyla Çinliler ve Koreliler Sapiens’le Erectus’un karışımıdır.

Bir Neanderthal çocuğun tartışmalı rekonstrüksiyonu. Genetik kanıtlar en azından bazı Neandertallerin açık renkli saç ve tene sahip olmuş olabileceğini gösteriyor.


Buna karşılık “Yerine Geçme Teorisi” başka bir kurgu anlatır: uyumsuzluk, tepki ve hatta belki de soykırım. Bu teoriye göre Sapiens ve diğer insanların farklı anatomileri vardı ve muhtemelen çiftleşme alışkanlıkları hatta vücut kokuları bile farklıydı, dolayısıyla birbirlerine cinsel ilgi duyma ihtimalleri düşüktü. Yanı sıra bir Neandertal Romeo ile Sapiens Jülyet aşık olsalar bile üretken çocuklar yapamazlardı, çünkü iki tür arasındaki genetik uçurum çok büyüktü. Bu yüzden iki tür birbirlerinden tamamen ayrışmış olarak var oldular ve Neandertaller tamamen ölünce veya öldürülünce, genleri de onlarla birlikte yok oldu. Bu görüşe göre Sapiens diğer türlerle hiç karışmadan onların yerine geçti. Eğer gerçek bu şekildeyse günümüzdeki insanların tamamının soyu 70 bin yıl önce Güney Afrika’ya kadar götürülebilir. Bu durumda hepimiz “saf Sapiensler”iz.

Pek çok tartışmanın dayanağı bu konudur. Evrim açısından bakarsak 70 bin yıl görece kısa bir zaman dilimidir. Eğer Yerine Geçme Teorisi doğruysa, yaşayan tüm insanlar aşağı yukarı aynı genetiğe sahiptir ve aralarındaki ırksal farklılıklar önemsiz kabul edilebilir. Ama eğer Karışım Teorisi doğruysa Afrikalılar, Avrupalılar ve Asyalılar arasında yüz binlerce yıl geriye giden genetik farklılıklar vardır. Bu çıkarım siyasi açıdan çok riskli, çünkü saatli bomba gibi patlamaya hazır ırk teorilerine malzeme sağlıyor.

Geçtiğimiz on yıllarda Yerine Geçme Teorisi bu alanda kabul edilen ana teoriydi, çünkü hem daha güçlü arkeolojik kanıtları vardı hem de siyaseten daha doğruydu (bilim insanları, modem insan toplulukları arasındaki ciddi genetik farklardan bahsederek Pandora’nın Kutusu’nu açmak istemiyordu); fakat bu durum Neandertal genom haritasının dört yıllık bir çaba sonucunda açıklandığı 2010’da sona erdi. Genetikçiler fosillerden yeterli miktarda bozulmamış Neandertal DNA’sı toplayarak bunu günümüz insanının DNA’sıyla karşılaştırabilmişlerdi. Sonuçlar bilim dünyasını şaşkınlığa uğrattı.

Modern Ortadoğu ve Avrupa insanı DNA’sının yüzde 1 ila 4’ünün Neandertal DNA’sı olduğu ortaya çıktı. Bu büyük bir oran değil, ama önemli. Birkaç ay sonra Denisova’daki fosilleşmiş parmaktan alınan DNA’nın haritası çıkarıldığında ikinci şok geldi. Sonuçlar modern Melanezyalıların ve Avustralyalı Aborjinlerin DNA’sının yüzde 6’ya varan oranda Denisova DNA’sı kökenli olduğunu ortaya koydu.

Eğer bu sonuçlar gerçekse –bu arada araştırmaların hala sürdüğünü ve gelecekte bu bulguların doğrulanacağını veya değişeceğini öngörmekte fayda var- Karışım Teorisi taraftarları en azından bazı konularda haklı çıkmıştır denebilir. Yine de bu bulgulara göre, Yerine Geçme Teorisi tamamen yanlış anlamına gelmez. Günümüzdeki insanın genomunda sadece küçük bir miktar Neandertal ve Denisova DNA’sı bulunduğundan, Sapiens ve diğer türler arasında tam bir “karışım” bulunduğunu iddia edemeyiz. Her ne kadar aralarındaki farklar üretken bir cinsel ilişki kurmalarına engel olacak kadar büyük değilse de, bu tür ilişkilerin nadiren gerçekleşmesini sağlayacak kadar da büyüktü.

Peki bu durumda Sapiens, Neandertal ve Denisovalılann biyolojik akrabalığını nasıl açıklamalıyız? Açıkça görülüyor ki bunlar atlar ve eşekler gibi tamamen farklı türler değillerdi. Öte yandan Buldoklar ve Spanieller gibi aynı türün farklı popülasyonları da değillerdi. Biyolojik gerçeklikler siyah ve beyaz değildir, çok önemli “gri alanlar” da vardır. Ortak bir atadan türeyen her iki tür, örneğin atlar ve eşekler, bir ara aynı türün iki ayrı popülasyonuydular, tıpkı Buldoklar ve Spanieller gibi. Her iki popülasyon birbirinden oldukça farklı olduğu halde tarihin bir noktasında, nadiren de olsa cinsel olarak üreyip üretken yavrulanın olduğu bir zaman dilimi olmalıydı. Son bir genetik mutasyon, sonrasında iki cins arasındaki bu son bağı da kopardı ve evrimsel yollarına ayrı ayrı devam ettiler.

Öyle anlaşılıyor ki 50 bin yıl kadar önce Sapiens, Neandertaller ve Denisovalılar bu son aşamada bulunuyordu. Tam olarak değil ama neredeyse apayrı türlerdi. Sonraki bölümde göreceğimiz gibi Sapiens daha o zaman bile Neandertallerden ve Denisovalılardan sadece genetik kod ve fiziksel özellikler açısından değil, aynı zamanda bilişsel ve sosyal becerileri bakımından da çok farklıydı, yine de nadiren de olsa bir Sapiens ve Neandertal üretken bir yavru ortaya çıkarabiliyordu. Dolayısıyla nüfuslar karışmadı ama bazı şanslı Neandertal genleri Sapiens trenine son anda bindiler. Biz Sapienslerin bir sıralar belki başka türden bir hayvanla cinsel ilişkiye girip çocuk sahibi olduğunu düşünmek rahatsızlık verici -belki de heyecan verici- bir durum.

Öte yandan eğer Neandertaller, Denisovalılar ve diğer insan türleri Sapiens’le karışmadıysa, neden ortadan kayboldular? Olasılıklardan biri Homo sapiens’in onları yok oluşa itmesi. Bir grup Sapiens’in Neandertallerin yüz binlerce yıldır yaşadığı bir Balkan vadisine geldiğini hayal edin. Yeni gelenler, Neandertallerin geleneksel yiyecekleri olan meyveleri ve yemişleri toplayıp geyikleri avlamaya başlıyorlar. Sapiensler, üstün sosyal becerileri ve daha ileri teknolojileri sayesinde daha iyi avcı ve toplayıcılardı, bu yüzden de sayıca çoğalıp yayıldılar, buna paralel olarak daha az kaynağa sahip olan Neandertaller giderek kendilerini daha zor besleyebildiler. Nüfusları azaldı ve yavaş yavaş yok oldular, sadece belki bazı üyeler Sapiens komşularına katılmış olabilirler.

Diğer bir olasılık da kaynaklar için verilen savaşın şiddetlenerek soykırım boyutuna ulaşması. Hoşgörü Sapiens’in baskın özelliklerinden biri değildir. Modern zamanlarda bile ten rengindeki, lehçe veya din deki bir farklılık bir grup Sapiens’in bir başka grubu yok etmeye çalışmasına sebep olabiliyor. Eski Sapiensler tamamen farklı bir insan türüne karşı hoşgörülü olabilir miydi? Sapiens Neandertaller ile ilk karşılaştığında, ortaya tarihteki ilk ve en büyük etnik temizlik harekatının çıkmış olması gayet mümkündür.

Hangi şekilde olursa olsun Neandertaller (ve diğer insan türleri) tarihteki en büyük merak konularından biridir. Neandertallerin veya Denisovalıların Homo sapiens ile birlikte hayatta kaldığını hayal edin. Pek çok farklı insan türünün yan yana hayatta kaldığı bir dünyada nasıl kültürler, toplumlar ve politik yapılar ortaya çıkardı? Örneğin dini inançlar nasıl gelişirdi? Dini kitaplar Adem ile Havva’ nın Neandertallerin atası olduğunu mu söylerdi? Ya da İsa Denisovalıların günahları için mi ölürdü, ya da Kur’an cennette türü ne olursa olsun tüm insanlar için mi yer ayırırdı? Neandertaller Roma lejyonlarında, ya da Çin İmparatorluğu’nun geniş bürokrasisinde hizmet verebilirler miydi? Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi tüm Homo türlerinin eşit olduğunu mu ilan ederdi? Karl Marx tüm türlerin işçilerinin birleşmesini mi önerirdi?

Geçtiğimiz on bin yıl boyunca Homo sapiens ortalıktaki tek insan türü olmaya o kadar alıştı ki bizim için diğer ihtimalleri hayal etmek çok zor. Kardeşimizin olmaması kendimizi yaratım sürecinin son noktası olarak görmemizi kolaylaştırıyor ve aynı şekilde hayvanlar âleminin geri kalanıyla aramızda uçurum olduğunu zannetmemize sebep oluyor. Charles Darwin Homo sapiens’in diger hayvanlar gibi bir hayvan türü olduğunu söylediğinde, insanlar kızmıştı, bugün bile çoğu kişi bunu reddediyor. Neandertaller hayatta kalsaydı bugün hala kendimizi ayrı bir yaratık olarak görür müydük? Belki de bu yüzden atalarımız Neandertalleri yok etti, çünkü Neandertaller yok sayılamayacak kadar yakın, fakat tolere edilemeyecek kadar da farklılardı.

Sapiens’in suçu mudur bilinmez, ama gittikleri her yerde yerli nüfus tükendi. Homo soloensis’in son kalıntıları günümüzden 50 bin yıl önceye tarihlenmektedir. Homo denisova da bundan kısa süre sonra yok oldu. Neandertaller ise yaklaşık 30 bin yıl önce yok oldular. Flores Adası’ndaki son cüce insanlar da 12 bin yıl önce yok oldular; geride-kemikler, taştan aletler, DNA’mızdaki bazı genler ve pek çok cevaplanmamış soru ve son insan türü olan Homo sapiens’i bırakmış oldular.

Sapiens’in başarısının sırrı neydi? Birbirinden çok uzak ve ekolojik olarak çok farklı yerlere bu kadar hızla yerleşmeyi nasıl başardı? Diğer insan türlerinin hepsini nasıl yok oluşa itti? Neden güçlü kuvvetli, beyni gelişmiş ve soğuğa dayanıklı Neandertaller bile bizim katliamımızdan kaçamadılar? Bu konudaki tartışmalar sürüyor. En muhtemel cevap, zaten tartışmanın da hala sürmesini sağlayan şey.

Homo sapiens dünyayı, her şeyden önce kendine özgü dili sayesinde fethetti.

Bundan yüzbin yıl kadar önce Afrika'nın doğusundan yola çıkan HomoSapiens'in dünyanın çeşitli noktalarına ulaşma ve fethetme tarihleri (Milattan Önce yıl olarak) aşağı yukarı belirlenmiştir.

Dinin Kanunu

$
0
0


ORTA ASYA’DA BİR VAHADA KURULAN Semerkant’taki ortaçağ pazarında, Suriyeli tüccarlar kaliteli Çin ipeğini inceliyor, steplerin savaşçı kabileleri uzak batıdan getirdikleri düz saçlı kölelerin son örneklerini sergiliyor ve dükkân sahipleri üzerinde egzotik yazılar ve tanımadıkları kralların portrelerinin olduğu parlak sarı paraları ceplerine indiriyorlardı. Döneminin doğu ile batı, kuzey ile güney arasındaki önemli kavşaklarından birinde tüm insanlığın bir araya gelmesi sıradan bir durumdu. Benzer bir süreç Kubilay Han’ın ordusu 1281’de Japonya’yı işgal etmeye kalktığında da gözlendi. Deriler ve kürkler giymiş Moğol altıları bambu şapkalı Çinli askerlerle omuz omuzaydı, sarhoş Koreli paralı askerler Güney Çin Denizi’nden gelen dövmeli denizcilerle dövüşüyorlardı, Orta Asyalı mühendisler Avrupalı maceracıların hikâyelerini ağızları açık dinliyor ve hepsi tek bir imparatorun emirlerine uyuyordu.

Bu sıralarda Kâbe’de insanlığın birliği başka yollardan gerçekleşiyordu. Eğer 1300’de Mekke’ye, Müslümanların kutsal merkezine gitmiş olsaydınız, kendinizi elbiseleri rüzgârda uçuşan, gözleri heyecanla parlayan ve ağızlarında sürekli Allah’ın 99 ismini tekrarlayan Mezopotamyalı bir topluluğun arasında bulurdunuz. Onların biraz ilerisinde, düşünceli bir şekilde sakalıyla oynayan Asya steplerinden gelmiş ve iklime alışık olmadığı belli bir Türk olurdu. Simsiyah derilerinin üzerinde parlayan altın mücevherler olanlar da muhtemelen Afrika’daki Mali krallığından gelen Müslümanlardı. Karanfil, zerdeçal, kakule ve deniz tuzu kokuları Hindistan’dan veya daha da doğudan gizemli diyarlardan gelen kardeşlerin varlığını gösteriyordu.

Bugün çoğunlukla ayrımcılık, anlaşmazlık ve nifak kaynağı olarak görülen din, insanlığı para ve imparatorluklarla birlikte en iyi birleştiren üçüncü şey olarak sayılabilir. Tüm toplumsal düzenler ve hiyerarşiler hayali olduğundan kırılgandır ve toplum büyüdükçe kırılganlık artar. Dinin kritik önemdeki tarihsel rolü, bu kırılgan yapılara adeta insanüstü bir meşruiyet vermesidir, Dinler, yasalarımızın insanların kaprisi değil, mutlak ve üstün bir otorite tarafından buyrulmuş emirler olduğunu söylerler. Bu da en azından bazı temel yasaların eleştiriden muaf olmasını sağlayarak toplumsal istikrarı sağlar.
Din bu anlamda insanüstü düzene olan inanca dayanan bir insani değerler ve normlar sistemi olarak tanımlanabilir. Bu durum iki farklı kritere dayanır:

  • Dinler, insanların istek ya da uzlaşılandan bağımsız insanüstü bir düzen olduğunu savunurlar. Profesyonel futbol bir din değildir, çünkü pek çok kuralına, usulüne ve hatta bazen tuhaf ritüellerine karşın herkes insanların futbolu kendilerinin icat ettiğini ve FIFA’nın isterse kaleyi büyütebileceğini veya ofsayt kuralını kaldırabileceğini bilir.

• Din bu insanüstü düzene dayanarak bağlayıcı olduğunu kabul ettiği normlar ve değerler tesis eder. Bugün çoğu Batılı hayaletlere, perilere ve reenkarnasyona inanır ama bu inançlar bir ahlaki ve davranışsal standart oluşturmaz. Bu yüzden de din değildir.

 

Çok geniş toplumsal ve politik meşruiyet sağlama becerilerine karşın dinlerin hepsi bu potansiyeli kullanamamıştır. Bir dinin çok geniş bir alanda yaşayan farklı insan gruplarını bir arada toplayabilmesi için sahip olması gereken iki özellik daha vardır. Birincisi, her zaman ve her yerde geçerli evrensel bir insanüstü düzeni benimsemelidir. İkincisi, bu inancı herkese yaymakta ısrar etmelidir. Başka bir deyişle evrensel ve tebliğci olmalıdır.

Tarihteki en iyi bilinen dinlerin çoğu, örneğin İslam ve Budizm, evrensel ve tebliğcidir, bunun bir sonucu olarak da insanlar tüm dinlerin bunlar gibi olduğunu düşünmeye eğilimlidirler. Aslında eski dinlerin büyük çoğunluğu yerel ve kendine özgüydü, yerel tanrılara ve ruhlara inanırlardı ve tüm insan ırkını kendi dinlerine döndürmek gibi bir amaçları yoktu. Bildiğimiz kadarıyla evrensel ve tebliğci dinler milattan önceki bin yıl boyunca ortaya çıkmaya başladı; ortaya çıkışları tarihteki en önemli devrimlerden biriydi ve insanlığın birleşmesine tıpkı evrensel imparatorluklar ve para gibi büyük katkı yaptı.

Kuzuları Susturmak

Animizm hâkim inanç sistemiyken, insan normları ve değerleri hayvanlar, bitkiler, periler ve hayaletler gibi çok farklı yaratıkların görünüşünü ve çıkarlarını da dikkate almak zorundaydı. Örneğin Sakarya Nehri Vadisi’nde yaşayan bir avcı toplayıcı grup, çok büyük bir meşe ağacını, ağaç kızıp intikam almaya kalkmasın diye kesmeyi yasaklamış olabilirdi. Toros Dağları’nda yaşayan başka bir avcı toplayıcı grup, bir keresinde beyaz kuyruklu bir tilki yaşlı bir kadına grubun nerede obsidiyen bulabileceğini göstermiş olduğundan beyaz kuyruklu tilkilerin avlanmasını yasaklamış olabilirdi.

Bü tür dinler genellikle belirli bölgelerin, iklimlerin ve olayların kendine özgü yanlarını öne çıkarmaktaydı. Pek çok avcı toplayıcı tüm yaşamını birkaç bin kilometrekarelik bir alanda geçiriyordu. Belirli bir bölgede yaşayanlar hayatta kalabilmek için o vadide yaşamı düzenleyen insanüstü düzeni anlamak ve davranışlarını bununla uyumlu hâle getirmek durumundaydı: daha uzak başka bir vadide yaşayanlarıysa aynı kurallara uymaya zorlamanın bir anlamı yoktu. Toros Dağları’ndaki insanlar, Sakarya Nehri Vadisi’ne misyonerler göndermek ve orada yaşayanları beyaz kuyruklu tilkileri avlamamaya ikna etmekle uğraşmazlardı.

Tarım Devrimi, beraberinde dini bir devrime de eşlik etmiş gibidir. Avcı toplayıcılar yabani bitkiler toplayıp hayvanları avlıyorlardı ama bunları Homo sapiens’e eşit görüyorlardı. İnsanların koyun avlaması koyunu insandan aşağı yapmıyordu, tıpkı kaplanların insan avlamasının insanı daha aşağı yapmadığı gibi. Bu dönemde canlılar birbirleriyle doğrudan ilişki kurarlar ve ortak habitatlarını yöneten kurallar hakkında bir nevi uzlaşırlardı. Buna karşılık çiftçiler, bitkileri ve hayvanları manipüle eder ve sahip olduklarıyla müzakere bile etmezlerdi. Tarım Devrimi’nin ilk dini sonucu, bitkileri ve hayvanları ruhani bir yuvarlak masanın eşit üyelerinden birer metaya çevirmesidir.

Fakat bu durum büyük bir sorunu da beraberinde getirmişti. Çiftçiler koyunları üzerinde mutlak kontrol sahibi olmak istiyor ama bunun sınırlı olduğunu da biliyorlardı. Koyunları çitlere kapatmak, koçlan kısırlaştırmak, dişi koyunları seçici üremeye tabi tutmak gibi yöntemler geliştirdiler, ama koyunların sağlıklı kuzular doğuracağından veya ölümcül salgınların çıkmayacağından emin olamıyorlardı. O halde sürülerin üretkenliğini nasıl koruyacaklardı?

Tanrıların bu probleme çözüm getirdiği için önem kazandığını ileri süren teoriler vardır. Bereket tanrıçası, gökyüzü tanrısı gibi tanrılar bitkiler ve hayvanlar konuşma kabiliyetlerini yitirdiğinde ortaya çıktı ve bu tanrıların başlıca görevi insanlarla dilsiz bitkiler ve hayvanlar arasında arabuluculuk yapmaktı. Antik çağ mitolojilerinin büyük bölümü aslında insanların bitkiler ve hayvanlar üzerinde hâkimiyet kurabilme karşısında tanrıya ebediyen sadakat gösterme sözü vermesidir. Tekvin (başlangıç) kitabının ilk bölümleri buna harika bir örnektir. Tarım Devrimi’nden sonraki binlerce yıl boyunca dini ayinler büyük ölçüde, insanların ilahi güçlere çeşitli kurbanlar vermesi karşılığında tanrıların da insanlara bereketli hasatlar ve doğurgan sürüler sözü bahşetmesi olarak özetlenebilir.

Tarım Devrimi’nin, başlangıçta animist sistemin diğer unsurları olan kayalar, pınarlar, hayaletler ve iblisler üzerinde çok daha az etkisi olmuştu ve bunlar da zamanla güçlerini ve statülerini yeni tanrılara kaptırdı. İnsanlar tüm yaşamlarını birkaç yüz kilometrekarelik küçük topraklarda geçirdiği süre boyunca ihtiyaçlarının çoğu yerel ruhlar tarafından karşılanabilirdi, ancak bir kez krallıklar ve ticaret ağları genişlemeye başladığında, güçleri ve otoriteleri bir krallığın veya ticaret havzasının tamamına erişebilen varlıklarla iletişim kurabilme gereği duydular.

Bu ihtiyaçlara cevap verme çabaları ilk çoktanrılı dinlerin ortaya çıkışına sebep oldu. Bu dinler dünyanın bereket tanrıçası, yağmur tanrısı ve savaş tanrısı gibi bir grup güçlü tanrı tarafından kontrol edildiğini düşünürlerdi. İnsanlar bu tanrılara ve tanrıların becerilerine başvurur, tanrılar da eğer insanlardan kurban alıp sadakat görürlerse yağmur yağdırmaya, zafer kazandırmaya ve sağlık bahşetmeye lütfederlerdi.

Çok tanrılı dinlerin ortaya çıkışı animizmi tamamen ortadan kaldırmadı; iblisler, periler, hayaletler, kutsal kayalar, kutsal pınarlar ve kutsal ağaçlar hemen hemen tüm çoktanrılı dinlerin önemli bir parçası olarak kalmaya devam etti. Büyük tanlardan çok daha önemsiz olan bu ruhlar, sıradan insanların gündelik ihtiyaçlan için yeterliydi. Büyük savaş tanrısı için düzinelerce koç kurban eden kral, barbarlara karşı zafer için dua ederken, kulübesinde oturan köylü de incir ağacı perisine mum yakarak hasta oğlunun iyileşmesi icin dua ederdi.

Büyük tanrıların ortaya çıkışının, kuzular veya iblislerden çok Homo sapiens’in statüsü üzerinde etkisi olmuştur. Animistler insanın dünyada yaşayan pek çok yaratıktan biri olduğunu düşünürlerdi, çoktanrılıcılar ise giderek dünyayı insanlarla tanrılar arasındaki ilişkilerin bir yansıması olarak görmeye başladı. Bu anlayışa göre dualarımız, kurbanlarımız, günahlarımız ve sevaplarımız tüm ekosistemin kaderini belirler. Birkaç aptal Sapiens’in tanrıları kızdırması sebebiyle korkunç bir sel milyarlarca karınca, çekirge, kaplumbağa, antilop, zürafa ve fili telef edebilir. Çoktanrıcılık böylelikle sadece tanrıların değil, insanların da statüsünü yükseltti. Eski animist sistemin daha şanssız üyeleriyse statülerini kaybederek insanın tanrılarla ilişkisindeki büyük dramın figüranları ve dekoru haline geldi.

Puta Tapmanın Faydaları

İki bin yıl önce tektanrıcılığın zoraki dayatmalan, pek çok Batılının çokranrıcılığı cahil ve çocukça bir puta tapınma olarak görmesine neden oldu. Bu çok haksız bir yaftalamadır, çünkü çoktanncılığın kendi mantığını anlamak için pek çok tanrıya olan inancı destekleyen temel fikri kavramak şarttır.


Çoktanrıcılık tek bir gücün veya tüm evreni yöneten tek bir yasanın varlığını yok saymaz: hatta çoğu çoktanrılı ve animist din tüm farklı tanrıların, iblislerin ve kutsal kayaların arkasındaki üstün gücün varlığını tanır. Klasik Yunan politeizminde Zeus, Hera, Apollo ve diğer tanrılar kadiri mutlak ve her şeyi kapsayan bir güce tabidir: Kader (Moira, Ananke). İskandinav tanrılar da kaderin esiriydi ve bu onları Ragnarök’ün (Tanrıların alacakaranlığı) afetinde helak olmaya mahkûm etmişti. Batı Afrika’nın çoktanrılı dini olan Yoruba’da tüm tanrılar üstün tanrı Olodumare’den doğmuştur ve ona tabidir. Hindu çoktanrıcılığında Atman tüm tanrıları, ruhları, insanlığı, ayrıca fiziksel ve biyolojik dünyayı kontrol eder, tüm evrenin, her bireyin ve her olayın ruhu ve ebedi özüdür.

Çoktanrıcılığın, tektanrıcılıktan farklı olan temel içgörüsü dünyayı yöneten üstün gücün çıkarları ve önyargıları olmaması, dolayısıyla da insanların dünyevi istekleri, kaygıları ve endişelerinden muaf olmasıdır. Bu tür bir gücü savaşta galibiyet, sağlık veya yağmur için talep etmeye gerek yoktur; her şeyi kapsayan niteliğinden dolayı savaşı hangi krallığın kazanmasının, herhangi bir şehrin büyüyüp gelişmesi veya yok olmasının, birinin iyileşmesi veya ölmesinin arasında bir fark yoktur. Yunanlar Kader için bir şey kurban etmezlerdi, Hintliler de Atman için tapınak inşa etmediler.

Evrenin bu üstün güçlerinden istekte bulunmanın tek gerekçesi, tüm arzulardan vazgeçip iyinin yanında kötüyü de kabullenmektir (yenilgiyi, fakirliği, hastalığı ve ölümü bile). Bu yüzden Sadhular veya Sannyasiler olarak bilinen bazı Hintli topluluklar tüm yaşamlarını Atman’la birlik olmaya ve aydınlanmaya adarlar. Ebedi bir perspektiften dünyayı bu temel ilkenin ışığında görmeye çalışarak, tüm dünyevi arzuların ve korkulan anlamsız ve geçici şeyler olduğuna inanırlar.

Hintlilerin çoğu Sadhu değildir. Dünyevi kaygıların bataklığına batmış durumdadırlar ve Atman onlara yardım edemez. Hindular gündelik sorunlarına yardımcı olması için kısmi güçleri olan tanlardan medet umarlar. Güçleri kısmi olduğu için Ganesha, Kashmi ve Saraswati gibi tanrıların ise çıkarları ve önyargıları vardır. İnsanlar bu kısmi güçlerle anlaşmalar yaparak savaşları kazanmak veya hastalıklardan kurtulmak için onların yardımına güvenirler. Her şeye yeten bir gücü küçük parçalara bölünce haliyle çok sayıda tanrı ortaya çıkar.

Çoktanrıcılığın içgörüsü dinsel hoşgörüye yol açan bir niteliğe sahiptir. Çoktanrıcılar bir yandan üstün ve tamamen bağımsız bir güce, öte yandan da kısmi ve taraflı güçlere inandıklarından, bir tanrıya inananların diğer tanrıların varlığına inanmasında bir sıkıntı yoktur. Çoktanrıcılık içkin olarak açık fikirlidir ve “kafirler”le “gavur”lara nadiren saldırır.

Çoktanrıcılar devasa imparatorlukları fethettiklerinde bile toplumları kendi dinlerine döndürmeye çalışmadılar. Mısırlılar, Romalılar ve Aztekler yabancı topraklara misyonerler göndererek insanları Osiris, Jüpiter veya Huitzilopochtli’ye (Aztek tanrısı) inanmaya zorlamamışlardı. Hiçbir toplumdan kendi tanrı ve ritüellerini terk etmesi beklenmiyordu, çünkü bu tanrı ve ritüellerin imparatorluğa meşruiyet kazandırdığı düşünülüyordu. Aztek İmparatorluğu’nda tebaa halklar Huitzilopochtli için tapınaklar yapmak zorundaydı, ama bu tapınaklar yerel tanrılar için yapılmış tapınakların yerine değil, onların yanına yapılıyordu.

Romalıların uzun süre boyunca hoşgörü göstermeyi reddettiği tek tanrı Hıristiyanların tanrısıydı. Roma İmparatorluğu Hıristiyanlardan inançlarını ve ritüellerini bırakmalarını istemedi ama İmparatorluğun koruyucu tanlarına ve imparatorun ilahiliğine saygı duymalarını bekledi, bu bir siyasi sadakat meselesi olarak görülüyordu. Hıristiyanlar bunu şiddetle reddederek tüm uzlaşma çabalarını sonuçsuz bıraktıklarında, Romalılar da siyasi olarak huzur bozucu gördükleri bu gruba zulmettiler. Gene de bunu bile tüm güçlerini kullanarak yapmadılar. İsa’nın çarmıha gerilmesinden Konstantin’in Hıristiyan olmasına kadar geçen üç yüz yılda, Roma imparatorları Hıristiyanlara sadece dört kez saldırı düzenlediler. Hatta bazı yerel yöneticilerin kışkırtmasıyla meydana gelen Hıristiyanlık karşıtı şiddet olaylarının kurbanlarının sayısının birkaç binden fazla olmadığını görürüz. Buna karşın, daha sonraki 1500 yılda Hıristiyanlar bu sevgi ve şefkat dininin farklı yorumları yüzünden milyonlarca başka Hıristiyan’ı öldürmüştü.


Katolikler ve Protestanlar arasındaki din savaşları Avrupa’yı özellikle 16. ve 17. yüzyıllarda kasıp kavurmuştu. Bu savaşlara katılanların hepsi İsa’nın ilahi özelliğini, sevgi ve şefkat hakikatini kabul ediyor ama bunları yaşama biçiminde anlaşamıyorlardı. Protestanlar, tanrının oğlunun insan bedeninde dünya geldiğini, insanlık için çarmıhta canını feda ettiğini, böylece kurtuluşun ve ölümsüzlüğün yolunu açarak kendisine inanan ve bu inancı yaşayan herkese de cennetin kapılarını açtığına inanırlar; Katolikler bu inancı yeterli bulmazlar; cennete girmek için inananların kiliseye gitmeleri ve sevap işlemeleri de gerektiğini düşünürler. Protestanlar reddettikleri bu inancın Tanrı’nın büyüklüğünü ve sevgisini aşağıladığını ileri sürerler.

Bu ilahiyat tartışmaları 16. ve 17. yüzyıllarda o kadar şiddetlendi ki, Katolikler ve Protestanlar birbirlerini kitleler halinde yok ettiler. 23 Ağustos 1572’de Fransız Katolikleri, Fransız Protestanlarına saldırdı. St. Bartholomew Günü Katliamı olarak bilinen bu saldırıda yirmi dört saatten az bir sürede yaklaşık 10 bin Protestan katledildi. Papa Fransa’da olup bitenin haberini aldığında o kadar mutlu olmuştu ki, bu durumu kutlamak için özel ayinler düzenledi. Hatta Giorgio Vasari’yi Vatikan’ın odalarından birini katliamı betimleyen fresklerle donatması için görevlendirdi (bu oda şu an ziyaretçilere kapalıdır). Bu yirmi dört saat içinde, koca Roma İmparatorluğu tarihinde öldürülenden çok daha fazla sayıda Hıristiyan, yine Hıristiyanlar tarafından öldürüldü.

Tanrı Birdir

Çoktanrıcılığa inananlar zaman içinde çoktanrıcı içgörüden uzaklaşarak sadece kendi tanrılarının gerçek tanrı olduğuna ve o tanrının da evrenin üstün gücü olduğuna inanmaya başladılar. Aynı zamanda onu belli çıkarları ve kaygıları olan bir Tanrı olarak görmeye devam ettiler ve bu yüzden de onunla belirli konularda anlaşmaya varabileceklerini düşündüler. Tek tanlı dinler işte bu şekilde doğdu. Bu dinlerin takipçileri evrenin üstün gücüne, kendilerini hastalıklardan kurtarması ve savaşta zafer kazandırması için yalvardılar.

Bildiğimiz ilk tek tanrılı din, MÖ 1350’de Firavun Akhenaten, Mısır panteonundaki ufak tanrılardan biri olan Aten’in, evrenin gerçek üstün gücü olduğunu ilan ettiğinde ortaya çıktı. Akhenaten Aten’e tapınmayı kurumsallaştırarak devlet dini haline getirdi ve diğer tüm tanrılara tapınmayı sınırlamaya çalıştı. Bu dinsel devrim başarılı olmadı, Akhenaten’in ölümünden sonra Aten’e tapınma yerini eski panteona bıraktı.

Çoktanrıcılık başka yerlerde de tektanrılı dinlere dönüşmeye başladı ama bu dinler sınırlı kalmıştı. Bunun en büyük sebebi de kendi evrensel mesajlarını oluşturamamalarıydı. Örneğin Yahudilik, kendi çıkarları ve önyargıları olduğuna inandığı evrenin üstün gücünün sadece küçük Yahudi ulusu ve önemsiz İsrail toprağıyla ilgilendiğini iddia ediyordu. Dolayısıyla diğer milletlere sunacağı bir şey olmayan Yahudilik tebliğci bir din olmadı. Bu aşama “yerel tektanrıcılık” olarak adlandırılabilir;

Büyük kırılma noktası Hıristiyanlıkla birlikte geldi. Bu inanç, Nasıralı İsa’nın uzun süredir beklenen Mesih olduğunu öne süren küçük bir Yahudi cemaati olarak doğdu. Ancak cemaatin ilk liderlerinden Tarsuslu Pavlus, eğer evrenin üstün gücünün çıkarları ve önyargıları varsa, eğer kendisini fiziksel olarak canlandırıyorsa ve insanlığın kurtuluşu için çarmıhta can veriyorsa, bunu sadece Yahudilerin değil, tüm herkesin duyması gerektiğini ileri sürdü. Bu yüzden de İsa hakkındaki hakikati tüm dünyaya yaymak gerekiyordu.

Pavlus’un savı çok bereketli bir toprağa serpilmişti. Hıristiyanlar tüm insanlığı hedef alan geniş misyonerlik faaliyeti yürüttüler ve böylece ezoterik bir Yahudi grubu büyük Roma İmparatorluğu’nu ele geçirdi.

Hıristiyanların başarısı 7. yüzyılda Arap yarımadasında ortaya çıkan diğer bir tektanrılı dine de model oldu: İslam. Hıristiyanlık gibi İslam da dünyanın uzak bir köşesinde küçük bir cemaat olarak doğdu ve çok daha hızlı bir şekilde Arabistan çöllerinden çıkarak Atlantik Okyanusu’ndan Hindistan’a uzanan devasa bir imparatorluğa dönüştü. O andan itibaren tektanrılı din fikri dünya tarihinde merkezi bir role kavuştu.

Tektanrılı dinler, çoktanrılı dinlerden çok daha tutucu ve tebliğcidir. Diğer inançların meşruiyetini tanıyan bir din ya kendi tanrısının evrenin tek başına üstün gücü olmadığına ya da Tanrı’dan evrensel hakikatin sadece bir parçasını aldığına işaret eder. Tektanrılı dinler genelde bir tek Tanrı’nın çağrısına sahip olduklarına inandıkları için diğer dinlere kuşkuyla bakarlar. Son iki bin yılda, tektanrılı dinler kendi ellerini güçlendirmek adına rekabeti şiddetle yok etmeye çalışmışlardır.

Bu yöntem işe yaradı. 1. yüzyılın başında dünyada neredeyse hiç tektanrılı din yoktu. MS 500 civarında dünyanın en büyük imparatorluklarından biri (Roma İmparatorluğu) Hıristiyan bir devletti artık ve misyonerler Avrupa, Asya ve Afrika’nın diğer bölgelerine Hıristiyanlığı yaymaya çalışıyordu. Birinci bin yılın sonunda Avrupa, Batı Asya ve Kuzey Afrika’daki çoğu insan tektanrılı bir dine inanıyordu ve Atlantik Okyanusu’ndan Himalayalar’a tüm imparatorluklar tek bir büyük Tanrı’nın emirlerini uyguladıklarını iddia ediyordu. 16. yüzyılın başlarında tektanrıcılık Doğu Asya ve Afrika’nın güneyi hariç Afrika ve Asya’nın büyük bölümüne hükmediyor, ayrıca Güney Afrika, Amerika ve Okyanusya’ya doğru uzanıyordu. Bugün Doğu Asya dışındaki insanların çoğu tektanrılı dinlerden birine inanır ve küresel siyasi düzen de aynı temeller üzerine kuruludur.

Öte yandan, tıpkı animizmin çoktanrıcılık döneminde yaşaması gibi, çoktanrıcılık da tektanrıcılık içinde yaşamaya devam etti. Teoride, evrenin üstün gücünün çıkarları ve önyargıları olduğu düşünülüyorsa kısmi güçlere inanmanın ne anlamı var? Cumhurbaşkanının kapısı size açıksa düşük seviye bir bürokratla kim uğraşır? Elbette tektanrıcı teoloji üstün Tanrı dışındaki tüm tanların varlığını reddeder ve bu tanrılara tapmaya cüret edenlerin dünyasını başına yıkar.

Yine de teorilerle tarihsel gerçeklikler arasında hep bir uçurum olagelmiştir. Çoğu kişi tektanrı fikrini tam olarak sindirmekte zorlandı, bunlar dünyayı “biz” ve “onlar” olarak anlamaya ve evrenin tek üstün gücünü kendi dünyevi ihtiyaçları için fazla uzak ve yabancı görmeye devam ettiler. Tektanrılı dinler, diğer tanrıları büyük bir tantanayla sahneden indirdi, fakat sonradan bunları arka kapıdan geri aldılar. Örneğin Hıristiyanlık kendi azizler panteonunu oluşturdu ve bunlar çoktanrılı dönemin panteonundan pek de farklı değildi.

Tanrı Jüpiter nasıl Roma’yı veya Huitzilopochtli Aztek İmparatorIuğu’nu koruduysa, aynı şekilde her Hıristiyan krallığının da zorlukların üstesinden gelmek ve savaşları kazanmak için kendi koruyucu azizleri vardı. İngiltere’yi Aziz George, İskoçya’yı Aziz Andrew, Macaristan’ı Aziz Stephen ve Fransa’yı Aziz Martin koruyordu. Şehirlerin, kasabaların, mesleklerin hatta hastalıkların bile kendi azizi vardı. Milano şehrinin koruyucusu Aziz Ambroise, Venedik’inki ise Aziz Marko’ydu. Aziz Florian baca temizleyicilerini, Aziz Mathew ise sıkıntı içindeki vergi memurlarını koruyordu. Eğer başınız ağrıyorsa Aziz Agathius’a, dişiniz ağrıyorsa Aziz Apollonia’ya dua etmeniz gerekiyordu.

Hıristiyan azizleri sadece eski çoktanrılı dönemin tanrılarını temsil etmiyordu, bunlar aslında çoğunlukla aynı eski tanrıların maskelenmiş halleriydi. Örneğin Kelt İrlanda’nın Hıristiyanlıktan önceki baş tanrıçası Brigid’di. İrlanda Hıristiyan olunca Brigid de vaftiz edildi ve Azize Brigit’e, günümüzde hala Katolik İrlanda’da en çok kutsanan azizeye dönüştü.

İyiyle Kötünün Savaşı

Düalist dinler birbirine karşıt iki gücün varlığına inanırlar: iyi ve kötü. Tektanrıcılığın aksine düalizmde kötünün Tanrı tarafından yaratılmadığına veya onun kontrolüne girmemiş bağımsız bir güç olduğuna inanılır. Düalizm tüm evrenin bu iki güç arasındaki mücadeleye sahne olduğunu ve dünyada olup biten her şeyin bunun eseri olduğunu söyler.


Düalizm çok çekici bir dünya görüşü olmuştur, çünkü insanlığın önemli dertlerinden olan meşhur Kötülük Problemi’ni çok kısa ve basit bir biçimde açıklar. “Dünyada neden kötülük vardır? Neden acı vardır? Neden iyi insanların başına kötü şeyler gelir?” Tektanrılı dinlerin her şeyi bilen, her şeye gücü yeten ve tamamen iyi olan bir Tanrı’nın dünyadaki bunca acıya neden müsaade ettiğini açıklayabilmek için ciddi zihinsel çaba harcamaları gerekir. Bu konuda en çok bilinen açıklamalardan biri, bunun Tanrı’nın insanların iradesini özgür bırakma yöntemi olduğudur. Kötülüğün olmadığı yerde insanlar iyiyle kötü arasında seçim yapamaz ve dünyada hür irade olamazdı. Fakat bu sezgiye dayalı bir cevap olmadığı gibi başka sorular da doğurur. Hür irade insanların kötüyü seçmesine izin verebilir ve gerçekten de pek çoğu kötüyü seçmektedir. Bu da tektanrıcı yaklaşıma göre ilahi cezalandırma gerektiren bir seçim olacaktır. Eğer Tanrı birinin kendi iradesiyle kötüyü seçeceğini ve bu yüzden de cehennemde sonsuz işkencelerle cezalandırılacağını önceden biliyorsa, onu neden yaratır? İlahiyatçılar bu tip soruları cevaplamak için sayısız kitap yazdılar. Bazıları bu cevabı inandırıcı bulurken, bazılarıysa bulmadılar. Kesin olan şey tektanrılı dinlerin Kötülük Problemi’yle baş ederken zorlandıklarıdır.

Düalistler içinse iyi insanların bile başına kötü şeyler gelir çünkü dünya her şeyi bilen, her şeye kadir ve tamamen iyi bir Tanrı tarafından yönetilmemektedir. Dünyada kötü şeyler yapan başıboş bir kötü güç vardır.

Düalist görüşün de kendi zorlukları vardır. Kötülük Problemi’ne çok basit bir açıklama getirmekle birlikte Düzen Problemi’yle baş edememektedir. Eğer dünyada birbirine karşı iyi ve kötü iki güç varsa bunların arasındaki mücadeleyi yönlendiren yasaları kim buyurdu? İki rakip devlet birbirleriyle mücadele edebilir çünkü ikisi de zamanda ve mekânda var olmaktadır ve aynı fizik kurallarına tabidir. Pakistan toprağından fırlatılan bir füze Hindistan topraklarında bir hedefi vurabilir çünkü iki ülkede de aynı fizik kuralları geçerlidir. İyi ve Kötü savaşırken hangi ortak yasalara bağlıdırlar, bu yasaları kim koymuştur?

Önceki durumun aksine tektanrılı dinler Düzen Problemi’ni açıklamakta mahirdir ama Kötülük Problemi’ni açıklamakta zorlanırlar. Bu bulmacayı çözmenin bir tek mantıklı yolu vardır: Tek ve her şeye gücü yeten (kadiri mutlak) bir Tanrı’nın olduğunu ve bu Tanrı’nın da kötü olduğunu iddia etmek. Doğal olarak, tarihte kimse böyle bir inancı iddia etmeye cesaret edememiştir.

***

Düalist dinler bin yıldan uzun bir süre boyunca gelişti. MÖ 1500’le 1000 yılları arasında Zerdüşt adlı bir peygamberin görüşleri nesiller boyunca aktarılarak zamanla düalist dinlerin en önemlisi oldu (Zerdüştlük). Zerdüştler dünyayı iyi tanrı Ahura Mazda’yla kötü tanrı Ehrimen arasında geçen kozmik bir savaş olarak görür. Bu savaşta insanlar iyi tanrının yanında olmak zorundadır. İlk Pers devleti olan Ahameniş İmparatorluğu döneminde (MÖ 550-330 arası) önemli bir din haline gelen Zerdüştlük; daha sonra Sasani İmparatorluğu döneminde (MS 224-651 yılları arası) resmi din oldu. Kendisinden sonra gelen tüm Ortadoğu ve Orta Asya dinlerine büyük etki yapan Zerdüştlük, Gnostisizm ve Maniheizm gibi diğer düalist dinlere de ilham kaynağı oldu.

3. ve 4, yüzyıllarda Çin’den Kuzey Afrika’ya kadar yayılan Maniheizm, bir ara Roma İmparatorluğu’nda baskın hale gelerek Hıristiyanlıktan daha etkili olmak üzereydi. Fakat Maniheistler Roma’yı Hıristiyanlara kaybettiler, Zerdüşt Sasani İmparatorluğu Müslümanlar tarafından ele geçirildi ve düalizm dalgası duruldu. Günümüzde sadece Hindistan ve Ortadoğu’da bir avuç Zerdüşt topluluk hayatta kalabildi.

Bununla birlikte, tektanrıcılığın yükselişi düalizmi tam olarak ortadan kaldırmadı. Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman tektanrıcılar pek çok düalist inanç ve pratiği benimsedi, ayrıca bugün “tektanrıcılık” olarak adlandırdığımız sistemin bazı en temel fikirleri aslında köken ve anlayış olarak düalisttir. Sayısız Hıristiyan, Müslüman ve Yahudi kuvvetli bir kötü güce inanır (Hıristiyanlar bunu Şeytan veya İblis olarak adlandırır), bu kötü güç bağımsız hareket eder, iyi Tanrı’ya karşı mücadele eder ve Tanrı’nın izni olmadan ortalığı karıştırarak her şeyi altüst eder.

Tektanrıcılık nasıl böyle düalist bir inanca bağlı kalabilir (bu arada Eski Ahitte böyle bir inanç kesinlikle söz konusu değildir)? Mantıksal olarak bakılırsa bu imkânsızdır. Ya tek ve kadiri mutlak bir Tanrı’ya ya da ikisi de kadiri mutlak olmayan iki karşıt güce inanırsınız. Oysa insanların çelişkili şeylere aynı anda inanabilme kapasitesi muazzamdır. Bu yüzden milyonlarca Hıristiyan, Müslüman ve Yahudi’nin aynı anda hem bir mutlak güç sahibi Tanrı’ya hem de ondan bağımsız bir Şeytan’a inanmasına şaşırılmamalıdır. Sayısız Hıristiyan, Müslüman ve Yahudi, iyi Tanrı’nın Şeytan’la mücadelesinde bizim yardımımıza ihtiyaç duyduğunu düşünecek kadar ileri gittiler. Bu yaklaşım diğer başka şeylerin yanında Haçlı seferlerinin ve cihatların da ilham kaynağıydı.

Özellikle Gnostisizm ile Maniheizm’de hâkim olan diğer bir düalist kavram ise ruhla beden ve maddeyle mana arasındaki keskin ayrımdır. Gnostikler ve Maniheistler iyi tanrının ruhu ve manayı, kötü tanrının ise madde ve bedeni yarattığını öne sürerler. Bu görüşe göre insan iyi ruhla kötü bedenin savaş alanıdır. Tektanrıcı bir bakış açısıyla bu anlamsızdır. Neden bedenle ruh veya maddeyle mana bu derece keskin ayrılsın, ayrıca, neden madde ve beden kötü olsun ki? En nihayetinde her şey aynı iyi Tanrı tarafından yaratılmıştır. Bununla birlikte, tektanrıcılar düalizme özgü ikiliklerden de kaçamamıştır, çünkü bu ikilikler en başta Kötülük Problemi’ni aşmaya yöneliktir. Bu yüzden bu tür itirazlar zamanla Hıristiyanlık ve Müslümanlık düşüncesinin temelini oluşturdu. Cennete (iyi tanrının diyarı) ve cehenneme (kötü tanrının diyarı) inanma mantığı da köken olarak düalistti. Eski Ahit’te bu inancın izi yoktur, ayrıca insanların bedeni öldükten sonra ruhunun yaşamaya devam edeceği de iddia edilmez.


Aslında tektanrıcılık, çoktanrıcılık ile düalizm ve animizm miraslarının kaleydoskopudur(değişken renkli desenleridir) ve hepsini tek bir ilahi şemsiye altına toplar. Sıradan bir Hıristiyan veya Müslüman tek Tanrı’ya inanırken, aynı zamanda düalist bir kavram olan Şeytan’a, çoktanrılı azizlere ve animist hayaletlere de inanmaya devam eder. İlahiyatçıların bu eşzamanlı olarak inanılan farklı, hatta birbiriyle çelişen inançlarla çeşitli kaynaklardan alınarak benimsenmiş ibadet ve ritüeller için kullandığı bir tanım vardır: Bağdaştırmacılık, Aslında bağdaştırmacılık tek başına dünyanın en büyük dini sayılabilir.
Doğanın Kanunu

Şimdiye kadar bahsettiğimiz tüm dinlerin ortak bir noktası vardır: Hepsi tanlara veya diğer doğaüstü varlıklara inanır. Bu, esas olarak tektanrılı ve çoktanrılı inançlara yakın olan Hıristiyanlar ve Müslümanlar için oldukça açık görünür. Oysa dünyada din tarihi tanrıların tarihi anlamına gelmez. Milattan önceki bin yılda Afrika ve Asya’ da bütünüyle yeni dinler yayılmaya başlamıştı. Hindistan’da Jainizm ve Budizm, Çin’de Daoizm ve Konfiçyüsçülük, Akdeniz havzasındaysa Stoacılık, Sinizm ve Epikürcülük, en belirgin özellikleri tanrılara inanmamak olan dinlerdi.

Bu inançlar dünyayı yöneten insanüstü düzenin, ilahi irade ve kaprislerin değil, doğa yasalarının bir sonucu olduğunu ileri sürer. Doğa yasalarının önemini vurgulayan bu dinlerin bazıları tanrıların varlığını kabul etmeye devam ettiler, ama onlara göre tanrılar da tıpkı insanlar, hayvanlar ve bitkiler gibi doğa yasalarına tabiydi. Tanrıların ekosistem içinde filler ve kirpiler kadar yeri vardı ve doğa yasalarını fillerin değiştirebileceğinden daha fazla değiştiremiyorlardı. Bu dirilere en iyi örnek, en önemlisi ve hala en büyüğü olan Budizmdir.

Budizmin temel figürü tanrı değil, bir insan olan Siddhartha Gautama’dır. Budist inancına göre Gautama MÖ 500 civarında küçük bir Himalaya krallığının varisiydi. Etrafında gördüğü acılardan çok etkilenen genç prens erkeklerin, kadınların, çocukların ve yaşlıların sadece savaş ve salgın hastalık gibi sorunlarla değil aynı zamanda endişe, kızgınlık ve memnuniyetsizlik gibi şeylerle de boğuştuğunu ve tüm bunların sanki insan olmanın ayrılmaz bir parçasıymış gibi olduğunu görmüştü. İnsanlar zenginlik ve güç peşinde koşarken bilgi ve maddi birikim yaratıyor, erkek ve kız çocuklar dünyaya getiriyor, evler ve saraylar yapıyorlardı, ama ne yaparlarsa yapsınlar hiçbir zaman memnun değillerdi. Fakirlik içinde yaşayanlar zenginliği, bir milyonu olanlar iki milyona sahip olmayı hayal ediyordu, iki milyonu olanlar da on milyon istiyordu. Zengin ve ünlü kişiler bile nadiren memnunlardı çünkü onlar da hastalık, yaşlılık ve ölüm hayatlarını sonlandırana dek sonu gelmeyen endişelerle ve kaygılarla boğuşuyorlardı, Bir insanın tüm biriktirdiği şey buhar olup uçuyordu. Hayat manasız bir yarıştı. Peki, bundan kaçmanın yolu neydi?

Gautama yirmi dokuz yaşındayken bir gece gizlice sarayından kaçarak ailesini ve tüm malvarlığını arkasında bıraktı. Kuzey Hindistan’ı baştanbaşa evsiz bir berduş gibi gezerek bu acılardan kurtulmanın bir yolunu aradı. Akşamları gezdi, guruların dizlerinin dibinde oturdu, ama hiçbir şey onu özgürleştirmedi ve tatmin etmedi. Yine de umutsuzluğa düşmedi ve tamamen özgürleşmesini sağlayacak bir yöntem bulana kadar çektiği dertleri incelemeye koyuldu. İnsanların çileleri ve ızdıraplarının özünü, sebeplerini ve tedavilerini anlamak için altı yıl boyunca oturup düşündü. Sonuçta mutsuzluk ve acı bir talihsizlik. Sosyal adaletsizlik veya ilahi bir heves yüzünden yaşanmıyordu. Acı, bir insanın kendi davranış örüntüleri sebebiyle ortaya çıkıyordu.

Gautama’nın içgörüsü, zihnin deneyimlediği şey ne olursa olsun genellikle bir şeyleri çok istediğini ve bunun da mutsuzluğa yol açtığını söyler. Zihin boşuna gitmeyen bir şey yaşadığında şiddetle bu rahatsızlıktan kurtulmak, hoşuna giden bir şey yaşadığında da zevkin kalıcı olmasını ve yoğunlaşmasını ister, bu yüzden de hep doyumsuz ve huzursuzdur. Bu, acı gibi hoşumuza gitmeyen şeyler deneyimlediğimizde çok açıktır. Acı sürdükçe mutsuz oluruz ve acıdan kurtulabilmek için her şeyi yaparız. Öte yandan, keyifli şeyler yaşadığımızda bile tamamen mutlu değilizdir. Ya keyfimizin biteceğinden korkarız ya da keyfin yoğunlaşmasını dileriz. İnsanlar yıllar boyunca aşkı bulmak isterler, ama bulduklarında da nadiren hoşnut olurlar. Bazıları partnerlerinin kendilerini bırakacağından endişe eder, diğerleri hak ettiklerinin daha azına razı olduklarını ve daha iyi birini bulabileceklerini düşünürler, çünkü hepimiz bunu başaran insanlar tanırız.

Büyük tanlar bizim için yağmur yağdırabilir; sosyal kurumlar adalet ve iyi sağlık hizmetleri sunabilir ve şanslı tesadüfler bizi milyoner yapabilir, ama bunların hiçbiri temel zihinsel örüntülerimizi değiştiremez. Bu yüzden de en büyük krallar bile sıkıntı içinde, devamlı acı ve mutsuzluktan kaçarak ve hayat boyu büyük zevklerin peşinde koşarak yaşarlar.

Gautama bu kısırdöngüden çıkmanın bir yolunu bulmuştu. Eğer zihin keyifli ya da can sıkıcı bir şeyler yaşadığında bu olayları oldukları gibi kabul ederse, o zaman acı doğurmaz. Eğer üzüntüyü, üzüntüden kurtulmayı dileyerek yaşamazsanız gene üzüntü hissetmeye devam edersiniz, ama bundan acı çekmezsiniz, hatta üzüntüde bile bir zenginlik bulabilirsiniz. Eğer mutluluğu, mutluluğun uzayıp yoğunlaşabileceği ihtimalini düşünmeden yaşamayı başarabilirseniz, akıl sağlığınızı kaybetmeden bu mutluluğu hissedebilirsiniz.

Zihnin bütün bu duyguları olduğu gibi kabul etmesini ve başka bir şey istememesini nasıl sağlarsınız? Mutsuzluğu mutsuzluk, neşeyi neşe, acıyı acı olarak görmesini nasıl başarırsınız? Gautama zihnin deneyimleri olduğu gibi yaşamasını sağlayacak meditasyon teknikleri geliştirdi. Bu teknikler, zihnin” şu anda ne yaşıyor olabilirdim?” yerine “şu anda ne yaşıyorum?” sorusuna odaklanmasını sağlar. Bu tür bir zihinsel duruma ulaşmak zordur, ama imkânsız değildir.

Gautama bu meditasyon tekniklerini birtakım etik kurallara da bağlayarak insanların gerçekte var olan deneyimlere odaklanmalarını kolaylaştırıp çeşitli isteklere ve fantezilere dalıp gitmemelerini de sağladı. Takipçilerine öldürmeyi, gelişigüzel seksi ve hırsızlığı yasakladı. Çünkü bu eylemler ister istemez daha fazla şey arzulamanın fitilini ateşler (daha fazla güç, bedensel haz veya zenginlik). Bu arzular tamamen dizginlendiğindeyse yerini Nirvana olarak bilinen (kelimenin tam anlamı “ateşi söndürmek”tir) büyük bir doyum ve huzura bırakır. Nirvana’ya ulaşanlar tüm acılardan arınır, gerçeği olabilecek en yüksek netlikte, fantezilerden ve hayallerden arınmış olarak deneyimlerler. Elbette yine tatsız ve acı dolu deneyimler yaşarlar ancak bunlar ızdıraba yol açmaz. Sürekli arzulamayan, acı çekmez.

Budist geleneğine göre Gautama’nın kendisi de Nirvana’ya ulaşmış ve acıdan tamamen kurtulmuştur. O andan itibaren de “Buddha”, yani “aydınlanmış kişi” olarak bilinmiştir. Buddha yaşamının geri kalanını, keşiflerini diğer insanlara anlatıp onları da acı çekmekten kurtarmaya çalışarak geçirmiş ve bu amaçla tüm öğretilerini tek bir yasa altında toplamıştır: Arzular acı çekmeye sebep olur, acı çekmekten tamamen kurtulmanın tek yolu da arzu duymaktan tamamen kurtulmaktır. Bunu yapmanın tek yolu da gerçekliği olduğu gibi yaşaması için zihni eğitmektir.

Dharma veya Dhamma olarak bilinen bu öğreti Budistler tarafından doğanın evrensel yasası olarak bilinir. Tıpkı modem fizikte e’nin hep mc2’ye eşit olması gibi, “acı arzudan doğar” kuralı her zaman ve her yerde geçerlidir. Budistler bu yasaya inanan ve bunu tüm faaliyetlerinin dayanak noktası yapan insanlardır. Tanrıya inanç ise onlar için fazla önem taşımaz. Tektanrılı dinlerin ilk prensibi şudur: “Tanrı vardır. Benden ne istiyor?” Budizmin ilk prensibi ise “Acı vardır. Acıdan nasıl kaçınabilirim” dir.

Budizm yağmur yağdırabilen veya zaferler kazandırabilen güçlü varlıklar olarak tanımladıkları tanrıların varlığını yok saymaz ama tanların acı çekmeye neden olan arzunun yasaları üzerinde etkileri yoktur. Eğer bir insan tüm arzularından arınabilmişse hiçbir tanrı ona ızdırap çektiremez. Bunun aksine, eğer arzudan arınamazsa dünyadaki tüm tanrılar bile onu acı çekmekten kurtaramaz.

Pek çok tektanrılı din gibi, Budizm ve diğer modernite öncesi dinler de tanrıya ibadet etmekten asla tamamen kurtulamadılar. Budizm insanlara, ekonomik refah ve siyasi güç gibi meselelerle oyalanmadan, acıdan tamamen kurtulmayı hedeflemelerini öğütlüyordu. Öte yandan, Budistlerin yüzde 99’u Nirvana’ya ulaşmadıkları gibi, zamanlarının büyük bölümünü dünyevi başarıların peşinde koşarak geçirdiler ve pek çok değişik tanrıya tapmaya da devam ettiler. Bunlar arasında Hindistan’daki Hindu tanrıları, Tibet’teki Bon ve Japonya’daki Şinto tanrıları örnek verilebilir.

Dahası, zamanla pek çok Budist mezhebi kendi Buddhaları ve Buddhisatvalarından oluşan panteonlar geliştirdi. Bunlar, acı çekmekten tamamen kurtulma becerisine sahip olmasına rağmen hala bu sefalet döngüsünden çıkamamış sayısız insana yardımcı olmak için bu özgürleşme hamlesinden vazgeçen varlıklardı. Çoğu Budist, tanrılar yerine bu aydınlanmış varlıklara tapınmaya başladı ve onlardan sadece Nirvana’ya ulaşabilmeyi değil, pek çok dünyevi sorunla baş etmek için de yardım dilediler. Bu yüzden, Doğu Asya boyunca pek çok Budistin, Buddha ve Buddhisatva’ya seller, salgınlar, hatta savaşlar kazanmak için dualar, renkli çiçekler, güzel kokulu tütsüler, şeker ve pirinç sunmakla uğraştıklarını gözlemleyebiliyoruz.

İnsana Tapınmak

Son üç yüz yıl sıklıkla, dinlerin giderek önemini kaybettiği ve sekülarizmin yükseldiği çağ olarak betimlenir. Teist dinlerden bahsediyorsak bu tanım büyük ölçüde doğrudur, ama eğer doğa dinlerini de dikkate alacaksak modern çağ yoğun dini öfkeye, daha önce görülmemiş ölçekte misyonerlik hareketlerine ve tarihteki en kanlı din savaşlarına ev sahipliği yapmıştır. Modern çağ liberalizm, komünizm, kapitalizm, milliyetçilik ve Nazizm gibi yeni birtakım doğa dinlerinin yükselişine tanık olmuştur. Bu inançlar kendilerine din değil, ideoloji adını verirler ama bu sadece anlambilimi ilgilendiren bir çabadır. Din insanüstü bir düzene olan inanca dayanan bir insani değerler ve normlar sistemiyse, Sovyet Komünizmi İslam’dan daha az din değildir.

İslam elbette komünizmden farklıdır; dünyayı yöneten insanüstü düzeni kadiri mutlak bir tanrının yarattığına inanır. Oysa Sovyet Komünizmi tanrılara inanmaz. Öte yandan tanrılarla pek alakası olmayan Budizmi ise din olarak sınıflıyoruz. Budistler gibi komünistler de insanın eylemlerini yönlendirmesi gereken, doğal ve engellenemez yasalara dayanan bir insanüstü düzene inanıyorlardı. Budistler bu yasaların Siddhartha Gautama tarafından keşfedildiğine inanırken, komünistler Karl Marx, Friedrich Engels ve Vladimir İlyiç Lenin’in saptadığına inanıyorlardı. Benzerlikler bu kadarla da kalmıyor. Diğer dinler gibi komünizmin de kendi kutsal metinleri ve kitapları vardı. Örneğin Marx’ın yazdığı ve tarihin yakın bir zamanda proletaryanın kaçınılmaz zaferiyle sonuçlanacağını ileri süren Das Kapital. Komünizmin Bir Mayıs İşçi Bayramı ve Ekim Devrimi’nin yıldönümü gibi kutlamaları ve bayramları vardı. Marksist diyalektik uzmanı ilahiyatçıları ve her Sovyet ordusunun komiser adı verilen, askerlerin ve subayların bağlılığını denetleyen görevlileri de vardı. Komünizmin de şehitleri, kutsal savaşları, ayrıca Troçkizm gibi sapkın akımları vardı; Sovyet Komünizmi fanatik ve tebliğci bir dindi, inançlı bir komünist Müslüman veya Budist olamazdı, ve gerekirse hayatı pahasına, Marx ve Lenin’in öğretisini yayması beklenirdi.

Din insanüstü bir düzene olan inanç üzerine kurulu bir insani değerler ve normlar sistemidir. Görelilik teorisi bir din değildir çünkü (en azından şimdiye kadar) bu teori üzerine kurulu herhangi bir insan normu veya değeri ortaya çıkmamıştır. Futbol da din değildir çünkü kimse futbol kurallarının insanüstü buyrukları yansıttığını öne sürmez. İslam, Budizm ve Komünizm ise dindir çünkü üçü de insanüstü bir düzene olan inanç üzerine kurulu bir insan normları ve değerleri sistemidir. (’’İnsanüstü’’ ile ’’doğaüstü’’ arasındaki farka dikkat edin. Budistlerin doğa yasası ve Marksistlerin tarih yasası olarak tanımladıkları şeyler insanüstüdür, çünkü insanlar tarafından yaratılmamıştır. Ancak ikisi de doğaüstü değildir.)


Bazı okuyucular bu mantık yürütme karşısında rahatsız olabilirler. Eğer sizi daha iyi hissettirecekse komünizme din değil de ideoloji diyebilirsiniz, hiçbir şey değişmez. Bu inançtan, tanrı merkezli dinler ve doğal yasalara dayandığını iddia eden dinler olarak ikiye ayırabiliriz, ama tutarlı olmak için en azından bazı Budist, Daoist ve Stoacı mezhepleri, bu durumda dinden ziyade ideoloji olarak tanımlamamız gerekir. Buna karşın, pek çok modern ideolojide tanrı inancının sürdüğünü ve bu ideolojilerin, özellikle liberalizm gibi bazılarının, bu tür bir inanç olmadan anlamsız kaçacağını da unutmamalıyız.

***

Özellikle de aralarında belirgin sınırlar olmadığı için tüm modern inançların tarihini incelemek imkânsızdır. Bu inançlar en az tektanrıcılık veya Budizm kadar bağdaştırıcı ve karmaşıktır. Tıpkı bir Budist’in Hindu tanrılarına tapınması veya bir tektanrılı inanca mensup birinin Şeytan’ın varlığına inanması gibi, günümüzde sıradan bir Amerikalı, aynı anda hem milliyetçi (Amerikan ulusunun varlığına ve tarihte oynayacağı role inanır), hem serbest piyasa destekçisi bir kapitalist {serbest rekabetin ve bireysel çıkarların en müreffeh toplumu yaratacağına inanır) hem de liberal bir hümanist olabilir (insanların yaratıcıları tarafından birtakım karşı konulamaz haklarla doğduğuna inanır).

Teist dinler tanrılara tapınmaya odaklanır (bu yüzden de adları Yunanca tanrı demek olan theos’tan gelen “Teist’tir). Hümanist dinlerse insanlığa, daha doğru bir ifadeyle Homo sapiens’e tapınırlar. Hümanizm Homo sapiens’in kendine özgü kutsal bir doğası olduğuna ve bu yüzden tüm diğer hayvanlardan ve varlıklardan temelde farklı olduğuna yönelik bir inançtır. Hümanistler Homo sapiens’in bu kendisine özgü doğasının dünyadaki en önemli şey olduğuna ve evrende olup biten her şeyin manasını belirlediğine inanırlar. Homo sapiens’in iyiliği her şeyin üzerindedir ve dünyanın geri kalanıyla tüm diğer canlılar insan türünün faydası için yaşarlar.

Tüm hümanistler insanlığa tapınırlar, ancak insanlığın tanımında uzlaşamazlar. Tıpkı Hıristiyanların ve Müslümanların Tanrı’nın kesinkes tanımı üzerinde anlaşamayarak mezheplere bölünmeleri gibi, hümanizm de “insanlık”ın ne olduğu konusundaki tanım farklılığı yüzünden üç rakip mezhebe bölünmüştür. Günümüzün en önemli hümanist mezhebi, “insanlık’ın en temel özelliğinin bireysellik olduğuna, bu yüzden de birey özgürlüğünün kutsal olduğuna inanan liberal hümanizmdir. Liberallere göre insanlığın kutsal niteliği her bir Homo sapiens bireyin içinde yer alır, birey olarak insanların içindeki bu öz dünyaya anlam katar ve tüm ahlaki ve siyasi otoritenin de kaynağıdır. Bu yüzden, etik veya siyasi bir ikilemle karşılaştığımızda kendimize dönerek iç sesimizi dinlemeliyiz, yani insanlığın sesini. Liberal hümanizmin temel ilkeleri, içimizdeki bu sesi dışarıdan müdahalelere ve gerçekleşebilecek zarara karşı korumaktır. Bu ilkelerin oluşturduğu bütüne “insan hakları” diyoruz.

Bu ilkeler, liberallerin, örneğin işkenceye ve idam cezasına karşı olmalarının sebebidir. Erken modern dönemde Avrupa’da, katillerin kozmik düzeni ihlal ettiği ve bozduğu düşünülürdü; bu kozmik dengeyi yeniden düzenleyebilmek için de katilleri işkence ederek öldürmek gerekiyordu ki herkes düzenin yeniden tesis edildiğini görebilsin. Shakespeare ve Moliere döneminde mide bulandıran idamları izlemek Londralıların ve Parislilerin başlıca vakit geçirme yöntemlerinden biriydi. Günümüz Avrupa’sında ise cinayet işlemek insanlığın kutsal doğasını ihlal etmek olarak görülür ve düzeni yeniden tesis etmek için katiller işkence edilerek idam edilmez. Bunun yerine, katili olabildiğince “insani” olduğunu düşündükleri biçimde cezalandırırlar, böylelikle hem insani kutsallığı korumuş hem de yeniden inşa etmiş olurlar. Katilin insan doğasını onurlandırarak herkese insanlığın kutsallığı hatırlatılmış olur ve böylelikle düzen yeniden kurulur. Yani katili savunarak, katilin yaptığı yanlışı doğruya çeviririz.

Liberal hümanizm insanları kutsallaştırsa da Tanrı’nın varlığını yok saymaz, hatta tektanrılı inançlar üzerine kuruludur. Her bireyin özgür ve kutsal bir doğası olduğuna ilişkin liberal inanç, özgür ve ebedi bireysel ruhlara inanan Hıristiyanlıktan doğrudan miras alınmıştır. Ebedi ruhlar ve yaratıcı Tanrı dışarıda bırakılınca, liberaller için birey olarak Sapienslerin nesinin bu kadar özel olduğunu açıklayabilmek giderek zor hale gelmiştir.

Diğer bir önemli mezhep de sosyalist hümanizmdir. Sosyalistler “insanlığın” bireyselden ziyade kolektif olduğuna inanırlar. Her bir bireyin iç sesinin değil, Homo sapiens türünün tamamının kutsallığına inanırlar. Liberal hümanizm bireysel özgürlüğü hedeflerken, sosyalist hümanizm tüm insanlar arasında eşitliği hedefler. Sosyalistlere göre eşitsizlik insan kutsallığına karşı yapılabilecek en büyük hakarettir; insanların evrensel özünden ziyade daha önemsiz özelliklerini öne çıkarır. Örneğin zenginler fakirlerden daha ayrıcalıklı olduğunda, parayı hem zengin hem de fakirlerde aynı olan özden daha fazla önemsiyoruz anlamına gelecektir.

Liberal hümanizm gibi sosyalist hümanizm de tektanrıcı temeller üzerine kuruludur. Tüm insanların eşit olduğu fikri tüm ruhların Tanrı önünde eşit olduğu biçimindeki tektanrıcı görüşün modernize edilmiş halidir. Geleneksel tektanrıcılıkla bağı olmayan tek hümanist mezhep, en ünlü temsilcisi Naziler olan evrimsel hümanizmdir. Nazileri diğer hümanist mezheplerden ayıran şey, evrimden çok etkilenmiş farklı bir “insanlık” tanımları olmasıydı. Diğer hümanistlerin aksine Naziler, insanlığı evrensel ve ebedi bir şey olarak değil, evrim geçirebilen ya da bozulabilen bir tür olarak görüyordu. İnsanlar “üstün insan” olabileceği gibi “alt insana” da dönüşebilirdi.

Nazilerin temel hedefi insanlığın bozulmasını önlemek ve evrimini ileri doğru desteklemekti. Bu yüzden, insanlığın en ileri biçimi olan Aryan ırkının korunması ve güçlendirilmesi gerektiğini, bozulmuş Homo sapiens’ler olan Yahudi, Çingene, eşcinsel ve zihinsel engellilerin karantinaya alınması hatta yok edilmesi gerektiğini savundular ve Homo sapiens’in eski insanların arasındaki “üstün” bir grubun evrilmesi ve Neandertaller gibi “alt” türlerin yok olmasıyla ortaya çıktığını iddia ettiler. Bu farklı topluluklar ilk başta sadece farklı ırklardı ve zamanla kendi farklı evrimsel çizgilerinde geliştiler, bu da tekrar gerçekleşebilir. Nazilere göre Homo sapiens daha şimdiden her biri kendi özelliklerini taşıyan farklı ırklara bölündü bile. Bu ırklardan birisi olan Ari ırk en iyi özelliklere sahiptir: mantık, güzellik, çalışkanlık ve bütünlük. Ari ırk bu yüzden insanı süper insana dönüştürme potansiyelini taşıyordu. Yahudiler ve siyahiler gibi diğer ırklar günümüzün Neandertalleriydi ve aşağı nitelikler barındırıyordu, eğer bunların üremesine ve özellikle de Aryanlarla evlenmelerine izin verilirse insan nüfusunu bozabilir ve Homo sapiens’i yok oluşa götürebilirlerdi.

O günden bugüne, biyologlar Nazilerin ırk teorisini alaşağı ettiler. Özellikle de 1945 sonrası gerçekleştirilen genetik araştırmalar, pek çok farklı insan soyunun arasındaki farkların, Nazilerin öne sürdüğünden çok daha az olduğunu ortaya koydu. Ancak bu sonuçlar nispeten yenidir. 1933 yılındaki bilimsel bilgi birikimi düşünüldüğünde, Nazilerin inanışları çok da sıra dışı sayılmazdı. Farklı insan ırklarının varlığı, beyaz ırkın üstünlüğü ve bu ırkın üstünlüğünü korumak ve geliştirmek pek çok Batılı seçkin arasında yaygın kabul gören inanışlardı. En prestijli Batılı üniversitelerin akademisyenleri, dönemin tutucu bilimsel yöntemlerini kullanarak beyaz ırkın Afrikalılardan veya Kızılderililerden güya daha akıllı, ahlaklı ve becerikli olduğunu kanıtlayan çalışmalar yayımladılar. Washington, Londra ve Canberra’daki politikacılar, beyaz ırkın kirlenmesini önlemeyi görevleri olarak kabul ettiler, bunu da ABD ve Avustralya gibi “Aryan” ülkelere, Çin’den hatta İtalya’dan göç edilmesini sınırlayarak yapmaya çalıştılar.

Bir Nazi propaganda posteri. Sağda saf bir ''Aryan'', ve solda bir ''melez'' gösteriliyor. Nazilerin insan vücudu hayranlığı ve bunun yanında alt ırkların insanlığı kirletmesi ve bozmasından duydukları korku çok açıktı.


Bu konulardaki anlayış sadece yeni bilimsel çalışmalar yüzünden değişmedi, bu değişimin motoru öncelikle toplumsal ve politik gelişmelerdi. Bu anlamda Hitler sadece kendisinin değil, ırkçılığın da mezarını kazmış oldu. İkinci Dünya Savaşı’nı başlattığında, düşmanlarını “biz” ile “onlar” arasında kesin ayrımlar yapmaya zorladı. Nazi ideolojisi bu kadar ırkçı olduğundan sonraları ırkçılık giderek Batı’da gözden düştü; ama bu değişim zaman aldı, beyazların üstünlüğü Amerikan siyasetinde en az 1960’lara kadar bir ana akım anlayış olarak kalmaya devam etti. Beyaz olmayanların Avustralya’ya göç etmesini engelleyen Beyaz Avustralya politikasıysa 1973’e kadar yürürlükte kaldı. Avustralyalı Aborjinler 1960’lara dek eşit siyasi haklardan yararlanamadı ve büyük bölümü vatandaş olmaya uygun görülmedikleri için de seçimlerde oy kullanamadı.

Naziler insanlıktan tiksinmiyordu. Liberal hümanizmle, insan haklarıyla ve komünizmle, insanlığa hayranlık duydukları ve insan türünün çok büyük potansiyeli olduğuna inandıkları için savaştılar. Fakat Darwinci evrim mantığında olduğu gibi, doğal seçilim yoluyla uygun olmayanların elenmesine ve uygun olanların da hayatta kalarak üremesine izin verilmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Zayıf insanların yardımına koşan liberalizm ve komünizm, hem uygun olmayanların hayatta kalmasını desteklemiş, hem de bunların üremesine izin vererek doğal seçilimi bozmuştu. Böyle bir dünyada en uygun olanlar ister istemez bozuk insanlardan oluşan havuzda boğulacaktır ve insanlık her nesilde daha da zayıf hale gelerek sonunda yok olacaktır.

1942 yılından bir Alman biyoloji kitabının “Doğanın ve İnsanlığın Yasaları” bölümünde, tüm canlıların hayatta kalmak için acımasız bit mücadele içinde olmasının doğanın birinci yasası olduğu anlatılır. Bitkilerin toprak bulmak, böceklerin eş bulmak için vb. nasıl mücadele ettiği anlatıldıktan sonra, kitap şu şekilde bir özet çıkarır:

  Varoluş savaşı zor ve acımasızdır; ancak hayatta kalmanın tek yoludur. Bu mücadele, uyumlu olmayan her şeyi ortadan kaldırırken hayatta kalabilecek olanları seçer. [ … ] Bu doğa yasaları değiştirilemez, hayatta kalan canlılar bunu bizzat kanıtlar. Bu yasalar acımasızdır, karşı çıkanları yok eder. Biyoloji bize sadece bitkiler ve hayvanları değil, yaşamımızda izlememiz gereken yasaları da öğretir ve bunlara göre mücadele edip yaşamak için azmimizi kuvvetlendirir. Hayatın anlamı mücadeledir. Bu yasalara karşı gelen her kimse vay onun haline.  

Akabinde, Kavgam’dan bir alıntı gelir. “Doğanın değişmez mantığıyla mücadele etmeye çalışan kişi kendini bir insan olarak hayata getiren mantığa şükran duyacağına onunla mücadele ediyor demektir. Doğayla mücadele etmek insanın kendi sonunu getirecektir.”

***

Üçüncü bin yılın şafağında, evrimsel hümanizmin geleceği belirsizdir. Hitler’e karşı verilen savaştan sonraki 60 yıl boyunca, hümanizmi evrimle ilişkilendirmek ve Homo sapiens’i geliştirmek için biyolojik yöntemler önermek tabuyken günümüzde bu tip projeler tekrar moda haline geldi. Artık kimse aşağı ırkları veya insanları ortadan kaldırmaktan bahsetmiyor ama pek çok kişi insan biyolojisiyle ilgili sahip olduğumuz bilgiyi kullanarak süper insanlar yaratmak konusunda kafa yoruyor.

Bu yazının tamamı (resimler hariç) ilgi eserin üçüncü bölümünden alıntıdır.


Aynı zamanda liberal hümanizmle en son bilimsel bulgular arasında giderek büyüyen devasa bir uçurum oluşuyor ve bu uçurumu daha fazla görmezden gelemiyoruz. Liberal siyasi ve hukuki sistemlerimiz her bireyin kutsal, bölünemez ve susturulamaz bir iç dünyası olduğu varsayımına dayanır; yaşamımıza anlam katan bu iç dünya, tüm ahlaki ve siyasi otoritenin de kaynağıdır. Bu, her bireyin özgür ve ebedi bir ruh olduğuna inanan geleneksel Hıristiyan inancının yeniden doğmuş halidir. Yine de geçtiğimiz iki yüz yıldan uzun bir süre boyunca, doğa bilimleri bu inancı sürekli zedelemiştir; İnsan organizmasının işleyişini inceleyen bilim insanları, ruh diye bir şey bulamamış ve giderek, insan davranışının hormonlar, genler ve sinapslar tarafından yönlendirildiğini, iradenin o kadar da etkili olmadığını iddia etmişlerdir. Davranışı belirleyen bu güçler şempanzeler, kurtlar ve karıncalarda da aynıdır. Hukuki ve siyasi sistemlerimiz bu tür uygunsuz keşifleri genelde görmezden gelir. Samimi olarak merak ediyorum, biyoloji bilimiyle hukuk ve siyaseti ayıran duvarları daha ne kadar koruyabileceğiz?

Dünyada Mekân

$
0
0

150 milyon km²’si karalarla kaplı olan dünyamızın 7,5 milyar nüfusu için yaşayan her kişi başına 20bin metrekare kara parçası düşmektedir. Yani kişi başı 20bin metrekare yeryüzü ve gökyüzünü şu dünyadaki insanlık hakkınız olarak kabul edebilirsiniz. Ayrıca dünya nüfusunun bu kadar çok oluşu ve kentlerde bu kadar yoğun yerleşim oluşu da sizin şahsî sorununuz olamaz.

Su ve güneşiniz varsa eğer, küçücük bir alanda ihtiyacınız olan tüm bitkisel (ve hatta hayvansal) gıdayı üretebilirsiniz


Size bulunduğunuz yerde bir ömür boyu mutlu ve sağlıklı bir biçimde varlığınızı sürdürmeniz (survival) için gerekli olan kişi başı gökyüzü mekanı sadece 100 metrekaredir. Yani dünya ortalamasına göre sizin payınıza düşen metrekarenin belki sadece 200’de biri. Ve üstelik bunun içine ihtiyacınız olan su, enerji, iletişim, gıda vb tüm temel ihtiyaçlarınızın üretimi de dâhildir. Tabii tek kişi oturmayacağınızı mesela eski ortalamaya göre ailenizin toplam 5 kişi olduğunu varsayalım. İhtiyacınız 500 metrekaredir. Dikkat buyurunuz bu 500 metrekare net güneş gören alan olmalıdır.(Doğrudan güneş görmeyen alanları hesabımıza katamıyoruz.) Bu alanın 20m² kadarını enerji ihtiyacımız(pv güneş paneli) için ayıracağız. Geri kalanın neredeyse tamamı yetiştireceğimiz bitki ve gıdalar için bize lazım.

Suyu yağmuru toplayıp filtre ederek ve ayrıca kuyudan kullanıyoruz. Örtü altı topraksız tarım, otomatik sulama vb teknolojilerimiz var. Metrekare başına verimi çok arttırıp, işçilik gereksinimini çok düşürebiliriz. En az kaynakla en çok ve hızlı protein üretimi “çekirge” ile mümkün oluyormuş. Alanlarımızı dikkatli kullanırsak balık da yetiştirilebilir (Tabii inek beslemeyi ve biftek yemeyi düşünmüyoruz.) Meyve sebze çeşitli ve zengin sağlıklı beslenme kaynaklarımız olacak. Çöp üretmeyeceğiz. Konut alanlarımızın büyük kısmı direkt güneş almayan olacağı için metrekaremizden yemiyor. (Kiler bodrum katta) Yani böyle bir yuvada dış dünyaya hemen hemen hiç ihtiyaç duymadan (sıfır sabit giderle) yıllarca sağlıklı bir biçimde yaşamak (yani survival – hayatta kalmak) mümkün. Üstelik kuruluş maliyeti de size satılmak istenen o pahalı dairelerden daha fazla değil kesinlikle.

Size hep bunun imkânsız olduğu ima edildi. Enerjiyi, suyu, iletişimi, yiyecekleri ve daha birçok zorunlu ihtiyaç maddesini sürekli olarak satın almaya mecbur olduğunuza inandırıldınız. Allahın rahmeti gökten yağarken size uğramaz. Güneşi hemen hiç görmezsiniz, o sizin için çalışmaz. Siz onun için belki bir tatilde kısa süreliğine onu görebilmek için çalışırsınız denildi. Biliyorum şimdiye kadar size sunulan hazır konut projeleri arasında yukarıda anlattığım gibi özgürlük vaat eden ve sabit giderlerinizi neredeyse sıfıra düşürebilme fırsatı veren hiçbir örnek yok. Hepsi size bunun tam tersi, tümden bağımlı bir yaşam tarzını empoze etmek üzere tasarlanmış. Ulü’l emre itaat edeceksiniz. Sürekli onlar için çalışıp, onlara ödeme yapacaksınız. Başınızı kaldıramazsınız. Eğer kaldırırsanız sistem sizi yok edecek. İşte o konut, ve o işyeri sizin müebbede mahkûm olduğunuz hapishanenizdir.


Oysa eğer kamu canavarının(Leviathan) hiç karışamadığı, mesken masuniyeti olan, familyanızla birlikte dışa bağımlılığı olmayan bir özel yaşam alanınız olsa, orada hiç müdanasız tüm temel ihtiyaçlarınızı karşılayabilseniz, işte o zaman şu dünyada kendinizi var edebilmeniz için bir fırsatınız doğmuş demektir. Dünyada mekân denilmiştir. Boşuna değil. Bir mekânınız yoksa eğer veya tapusu sizde olsa dahi kendi mekanınızda sözünüz geçmiyorsa, orada ne yapıp yapamayacağınıza sizin yerinize başka birileri karar veriyorsa siz yoksunuz, var olamazsınız.

Tüm temel ihtiyaçlarınızı üretebilen bir mekâna sahip olmanız toplumdan izole yaşayan, endüstriye uzak birer meczup olmanızı gerektirmiyor. Bilâkis, özgür bireyler olarak yaratıcı üretkenliğiniz, diğer insanlarla sosyal ve ekonomik ilişki potansiyeliniz ciddi olarak artacaktır. Fazladan ürettiklerinizi komşularınızla karşılıksız ve her zaman paylaşabileceksiniz. Oysa Ulü’l Emr bunu istemez kuşkusuz. O sizin sürekli kendisine mecbur ve mahkûm itaatkâr köleliğinizi tercih edecektir. O yüzden sizin her türlü özgürleşme projenize karşı çıkacak, tam tersi olan kendi projelerine itaatle uyum sağlamanızı isteyecek, bunun için gerekirse şiddet kullanmaktan da hiç çekinmeyecektir.

KENTSEL DÖNÜŞÜM


Eski binaların yıkılıp yerine daha yüksek ve daha sıkışık apartmanların yapılması veya marka şirketlerin kıyıda köşede kalmış son parselleri (Kartal Towers, Viaport Venezia, Mashattan, CentralPark, Greenox Residence bla bla) gibi tuhaf isimlerle markalandırdıkları konut sitelerine dönüştürmeleri anlamında epeydir sürdürülen çok gürültülü ve tozlu bir inşaat faaliyetine “kentsel dönüşüm” adı verildiğini biliyorsunuz.

Devletin sahibi olduğu imtiyazlı bir inşaat şirketi, imtiyazlı bazı özel şirketler, çevre şehircilik bakanlığı ve yerel idareler bu konuda başı çekmektedir. Halkın parasıyla dünyanın en büyük sarayları ve üzerinden geçmesi dünyanın en pahalıya(33TL/km) mal olan köprüleri de ayni hovarda idare inşa ettirmiştir. Metrekare satışı 12bin dolarlara, metrekare aylık kiraları 350 dolarlara ulaşan konut fiyatları gerçekten uçmuş bir halde. Bir sanayi işçisinin 5 aylık maaşının toplamı ortalama konut fiyatlarının bir metrekaresine bile yetmemektedir.

John Maynard Keynes 1930’da demiş ki “”bir yüzyıl içinde kişi başı gelirin sürekli artması sonucu tüm insanların temel ihtiyaçları karşılanacak ve hiç kimse haftada on beş saatten fazla çalışmak zorunda kalmayacak.”” Şimdi yüz yıl aşağı yukarı geçti. Peki haklı çıktı mı?. Kesinlikle hayır. En azından biz Türkler halen yasal olarak haftada net 45 saat çalışmak zorundayız. Üstelik bedelini almadan bunun çok üstünde süreler çalışmak zorunda kalanlarımız da var. Nerede 15 saat, nerede 45 saat. İşe gidip gelmek için harcadığımız süreler buna eklendiğinde 65 saati de geçmektedir. Daha da kötüsü çoğunluk çalıştırılma biçimlerimiz genellikle insan ruhunun ihtiyaçlarına en aykırı hallerde tasarlanmış.

Teknolojilerdeki hızlı gelişme üretim maliyetlerini binlerce kat düşürdü. Ama halen çoğu çalışanın elde ettiği gelir temel ihtiyaçlarını karşılamaya bile yetmiyor. Bundan neredeyse 5bin yıl önceki antik Mısır’da (köle olmayanlar için) geçerli olan aylık “2 sığır bedeli” ücret günümüz işçileri için çok lüks kalıyor. Yaşam şartları bu kadar hızla pahalılaşırken, emek fiyatlarının düşmesi daha nereye kadar sürdürülebilir?

Bu emlak balonu bir gün patlamayacak mı? Daha önce ABD’de, Japonya’da olduğu gibi konut fiyatları kısa bir sürede yarıya, üçte bire, hatta daha da aşağılara düşmeyecek mi? İnsanlar buralara yerleşip medeni dünyaların müreffeh yaşamlarını buralarda da sürdürebilecekler mi? Acaba bu mümkün mü? Öncelikle yapmamız gereken şey böyle bir sürdürülebilirliğin nelere dayalı olduğunu gözümüzde doğru canlandırmak.

Bir kent düşünün ki her Allahın günü ortalama 500’den fazla aile kırsal bölgelerden ya da başka yerleşimlerden kopup gelerek, burada kendine yeni bir yaşam kurmayı ummaktadır. Üstelik bu durum onlarca yıldan beri de ciddi bir kesintiye uğramadan hatta artarak sürdü. Peki ama nereye kadar? Durum mafyöz düzende örgütlenen kamu görevlileri ve kolluk güçleri ile Jack London’un 100 yıl önce yazdığı Iron Heel (Demir Ökçe) isimli eserinde tasvir ettiği muazzam korkunçluklara doğru hızla evirilmekte ve bu durum bende büyük bir infial yaratmaktadır.

Bildiğiniz gibi hayat için gerekli temel ihtiyaçların tümü bu kente ve bu binalara sürekli olarak dışarıdan beslenilmek zorunda. Enerji, Elektrik, Su, İletişim, Nakliye, Gıda, Çöp vb. Bunlardan herhangi birindeki ciddi bir aksama burada hayatı tamamen durma noktasına getirir. Türkiye koşullarında ciddi aksamaların olacağına da kesin gözüyle bakabiliriz.

Teknoloji kendisinden kaynaklı risk ve sorunları kimi zaman mucize bir şekilde de olsa çözmeyi bilmiş, korku ve endişeleri sayısız defa boşa çıkarmıştır. İnsanlık olarak başımıza bundan sonra da bilim sanat ve teknolojiden kaynaklı bir belanın gelmeyeceğine güvenebiliriz. Ama kamu kaynaklı sorunlar için aynisini söylemek mümkün değil. İnsan toplulukları şişirilip yüceltilen hükmî antitelerden, kandırma, korkutma kışkırtmaya dayalı cebir ve şiddete dayalı otoritelerin tasallutundan kendisini korumayı beceremiyor. Kurgulanan, yapılandırılan ve hayata geçirilen hükmî antiteler omnipotent canavarlara dönüşebiliyor. İnsanlara belirli bir hayat tarzını empoze edip, o hayatın pasif bir katılımcısı olmaya mecbur bırakabiliyor. Eğer bu antiteleri de bir tür “”insan teknolojisi ürünü”” sayacak olursak işte korkunç olan şey bunların gücüdür.

Kamu idaresinin hovardaca edimlerinden kaynaklı en yüksek olasılık ciddi bir ekonomik kriz durumudur. Meselâ yurtdışından yakacak fosil enerjisi ithal edilemez. Üretim yapılamaz, insanlar işini gelirini kaybeder. Oysa bu binalara 7/24 gerekli şeylerden herhangi biri dışarıdan getirilemezse hayat durur. Bu binaların işletim giderleri çok yüksektir. Eğer bir kısmı boş kalmışsa bu giderler katlanılmaz hale gelir. Ve bir bina için olan bu durum diğer binalara da yayılır ise tüm site veya bölge giderek kısa sürede bir hayalet kent haline gelebilir. Bunun olduğunu çeşitli dünya kentleri örneklerinden biliyoruz. Bence buradaki talihsiz yanlışlık Endüstri 2.0’a uygun (otomotiv ve fosil yakıtlara dayalı) olan bir kent sosyal dokusunun Endüstri 4.0’ın geldiği 21. yüzyıl boyunca da hiçbir patlama olmadan sürdürülebileceğini sanmak.


Seçerek kabul edilmiş bir değerler kodu, ahlak kodudur. Mantığın bir ahlakı vardır, insana uygun bir ahlak vardır, ve İnsanın hayatı, kendi değerler standardıdır. Rasyonel bir varlığın hayatına uygun herşey iyidir; onu yok edecek herşey kötüdür.

                 Ayn Rand


Birey açısından baktığımızda konut sakini her bakımdan güvencesizdir. En lüks rezidans şeklinde yapılmış olanından, en kısıtlı sosyal konut düzeninde olanına kadar, bu binaların tümünün tasarımı en temel insanî ihtiyaçların reddiyesine dayanır. Konut masuniyeti yoktur. Özel mülkünüzde hemen her şey tamamen başkalarının kararlarına göre yürüyecek ve siz mecburen onlara tabi olacaksınız. İstemediğiniz tercihlere göre hazırlanmış donatılar ve servisler için siz sürekli ödeme yapacaksınız. Buna karşılık sizin kendi tercihleriniz engellenecek. Her türlü ihtiyacınızı kendi tercihleriniz dışındaki kaynaklardan (ve ederinden daha fazlasını ödeyerek) karşılayabileceksiniz. Doğa ile aranızda daima bir merkezi yönetim ve kamu bulunacak.

Satıcının size bir cennet olarak sunmaya çalıştığı rezidansı bir düşünün (herkes için farklı olacaktır kuşkusuz ama); sanırım hepimiz için bir cennette bulunması gereken asgari ortak özellikler bitkiler, güneş, su ve diğer canlılardır. Ve tabii en önemlisi de bunların hiçbiri için herhangi bir ödeme yapmamız gerekmemesidir. Peki bu pahalı rezidanslarda bunlardan hangisi bulunuyor? HİÇBİRİSİ ! Doğal olarak hiçbirisi, ayrıca yüksek bedel ödeyerek belki çok küçük bir kısmı….

Binayı size satarken gösterdikleri maketlerdeki peyzajı hiç dikkate almayın. Onlar aslında yok, uygunsuz veya sizin çok uzağınızdadır. Mülkünüz hiç doğrudan güneş almaz. Size satılan şeyin içinde insan hakları niteliğindeki doğal ihtiyaçlarınızın hiçbiri bulunmamaktadır. Üstelik bu durum size “modern toplumsal yaşamın getirdiği zorunluluklar” diye dayatılmak isteniyor. Niye öyle olsun ki? Böyle bir yaşam modeline sizi kim mecbur edebilir? Belki “”işim burada, bu şartlarda yaşamaya mecburum”” diye düşünüyorsunuz. Değilsiniz. Ayrıca siz katlanmaya razı olsanız bile sürdürülebilirliği olmayan bu düzen sizi önünde sonunda terk edebilir.

Ve Sonsuza Dek Mutlu Yaşadılar

$
0
0

Son beş yüz yıl baş döndürücü devrimlere sahne oldu. Dünya tek bir ekolojik ve tarihsel küre olarak birleşti, ekonomi daha önce görülmemiş şekilde büyüdü ve insanlık bugün eskiden sadece masallarda anlatılan bir zenginliği yaşıyor. Bilim ve Sanayi Devrimi insana süper insan gücü ve fiilen sınırsız enerji sağladı. Toplumsal düzen siyaset, gündelik hayat ve insan psikolojisiyle birlikte büyük bir dönüşüm geçirdi.


Daha mutlu muyuz peki? İnsanlığın geçtiğimiz beş yüz yılda biriktirdiği zenginlik memnuniyet anlamına geldi mi? Tükenmez enerji kaynaklarının keşfi tükenmez bir mutluluğun yolunu önümüze serdi mi? Daha da geriye gidersek, Bilişsel Devrim’den bu yana geçen inişli çıkışlı 70 bin yıl dünyayı daha yaşanılacak bir yere dönüştürdü mü? Ayak izi rüzgârın olmadığı ayda bozulmamış halde duran Neil Armstrong, 30 bin yıl önce Chauvet Mağarası’nın duvarına el izini bırakan isimsiz avcı toplayıcıdan daha mutlu muydu? Eğer daha mutlu değilse tarımı, şehirleri, yazıyı, parayı, imparatorlukları, bilimi ve sanayiyi geliştirmenin anlamı neydi?

Tarihçiler böyle sorulan pek sormazlar. Uruk ve Babil vatandaşlarının kendi toplayıcı atalarından daha mutlu olup olmadığını, İslâm’ın yükselişinin Mısırlıları hayatlarından daha memnun yapıp yapmadığını veya Afrika’daki Avrupa imparatorluklarının çöküşünün milyonlarca insanın mutluluğunu etkileyip etkilemediğini merak etmezler, ama aslında bunlar sorulması gereken en önemli sorulardır. Günümüz ideolojilerinin ve siyasi programların çoğu, insan mutluluğunun kaynağı hakkındaki birtakım zayıf fikirler üzerine kuruludur. Milliyetçiler siyasi anlamda kendi kendini yönetmenin mutluluğun kaynağı olduğunu; komünistler herkesin proletarya diktatörlüğü altında mutlu olacağını; kapitalistler de yalnızca serbest piyasanın en çok insana mümkün en çok mutluluğu sağlayacağını ve bunun da ekonomik büyüme ve ürün bolluğuyla gerçekleşebileceğini iddia ederler.

Ciddi bir araştırma tüm bu hipotezleri yalanlasa ne olurdu? Ekonomik büyüme insanları daha mutlu yapmıyorsa kapitalizmin faydası ne? Geniş imparatorlukların tebaalarının bağımsız ülkelerin vatandaşlarından genellikle daha mutlu olduğunu, örneğin Cezayirlilerin Fransız yönetimi altında bağımsız ülkelerinde olduğundan daha mutlu olduğunu keşfedersek ne olacak? Bu bulgu dekolonizasyon (sömürgelikten kurtulma) süreci ve kendi kendini yönetme açısından ne anlama gelir?

Şimdiye dek tarihçiler bu soruları bırakın cevaplamayı, sormaktan bile kaçındıklarından bunların hepsi varsayıma dayalı olasılıklardır. Siyaset, toplum, toplumsal cinsiyet, hastalıklar, cinsellik, gıda, kıyafetler gibi hemen her şeyin tarihi araştırıldı ama tüm bunların insan mutluluğunu nasıl etkilediği hemen hemen hiç sorulmadı.

Bazı araştırmacılar uzun dönemli mutluluk üzerine çalışmalar yaptıysa da neredeyse tamamının belirsiz ve peşin hükümlü tanımları vardır. Yaygın görüşe göre, insanların tarih boyunca becerileri arttı. İnsanlar becerilerini genellikle ızdıraplarını dindirmek, sorunlarını aşmak ve beklentilerini gerçekleştirmek için kullandıklarından, biz ortaçağdaki atalarımızdan, onlar da kendi Taş Devri avcı toplayıcı atalarından daha mutlu olmalıdırlar.

Bu ilerlemeci yaklaşım ikna edici değildir. Önceki bölümlerde de gördüğümüz gibi yeni tavırlar, eğilimler ve beceriler daha iyi bir yaşam anlamına gelmez. Tarım Devrimi’yle birlikte insanların kolektif güçleri içinde yaşadıkları çevreyi değiştirebilecek kadar artarken, pek çok bireyin durumu daha da kötüleşti. Köylüler avcı toplayıcılardan daha fazla çalıştıkları halde, hem daha az hem de daha az çeşitte gıdalar tüketirken, sömürü ve salgın hastalıklara da çok daha fazla maruz kaldılar. Benzer şekilde, Avrupa imparatorluklarının yayılışı da fikirlerin, teknolojilerin, tohumların yayılışını hızlandırıp yeni ticaret yolları açarak, insanlığın kolektif gücünü artırdı. Öte yandan bu süreç milyonlarca Afrikalı, Kızılderili ve Aborjin için hiç de iyi olmadı. İnsanlığın gücü kötüye kullanma yönündeki eğilimini de düşünürsek, insanın güçlendikçe mutlu olacağını düşünmek naif bir yaklaşımdır.

İnsan becerileriyle mutluluk arasında negatif bir ilişki olduğunu öne süren karşıt görüşler de vardır: Güç yozlaştınr. İnsanlığın elinde daha fazla güç biriktikçe, ihtiyaçlarımıza pek de uygun olmayan duygusuz ve mekanik bir dünya oluştu. Evrim zihinlerimize ve bedenlerimize avcı toplayıcı yaşamını işlemiştir; ilk önce tarım sonra da sanayi toplumuna geçiş, eğilimlerimize ve içgüdülerimize denk düşmeyen doğal olmayan yaşamlar sürmemize sebep oldu. Bu yüzden en temel ihtiyaçlarımızın giderilmesi mümkün değildir. Şehirli orta sınıfların konforlu yaşamındaki hiçbir şey, bir avcı toplayıcının başarılı bir mamut avında hissettiği saf coşku ve heyecan hissini veremez. Her yeni icat, Cennet Bahçeleri’yle aramızdaki mesafeyi biraz daha açıyor.

Her icadın arkasında karanlık bir gölge gören bu romantik ısrar, belki de gelişmenin ve ilerlemenin kaçınılmazlığı fikri kadar dogmatiktir. Bugün belki eski avcı toplayıcı özümüzden uzaklaştık ama bu hepten kötü sayılmaz. Geçtiğimiz iki yüz yıl boyunca modern tıp çocuk ölümlerini yüzde 33’ten yüzde 5’in altına indirdi. Bunun sadece bu çocukların değil, aynı zamanda onların aileleri ve arkadaşlarının mutluluğuna da muazzam bir katkı yaptığından kim şüphe duyabilir?

Bu iki görüş arasında, incelikli orta bir yol daha vardır. Bilimsel Devrim’e kadar güçle mutluluk arasında net bir bağlantı yoktu, ortaçağ köylüleri gerçekten de avcı toplayıcı atalarından daha kötü yaşıyor olabilirlerdi. Ancak son birkaç yüz yılda, insanlar kapasitelerini nasıl daha iyi kullanacaklarını keşfettiler; modern tıbbın zaferleri bunun örneklerinden sadece biridir. Daha önce örneği bulunmayan diğer başarılarımız arasında şiddetin çok ciddi oranda azalması, uluslararası savaşların neredeyse ortadan kalkması, büyük ölçekli açlık ve kıtlıkların hemen hemen bitmesi sayılabilir.

Elbette bu da durumu aşırı basitleştiren bir yaklaşımdır. Birincisi, bu iyimser yaklaşım çok kısa bir döneme dayanıyor: insanların büyük bölümü modem tıbbın nimetlerinden 1850’ye kadar faydalanamadı ve çocuk ölümlerindeki ciddi düşüş de ancak 20. yüzyılda mümkün oldu. Keza kitlesel kıtlıklar da 20. yüzyılın ortalarına dek insanlığın büyük bölümünü tehdit etti; komünist Çin’in 1958-1961 arasında yürürlüğe koyduğu Büyük Atılım döneminde 10 ila 50 milyon insan açlıktan öldü. Ülkeler arası savaşlar ise ancak 1945’ten sonra, büyük ölçüde yeni nükleer yok olma tehdidiyle birlikte azaldı. Bu yüzden, son birkaç on yıl insanlık için daha önce eşi görülmemiş bir altın çağ olduysa da, bunun tarihin akışında köklü bir değişiklik mi, yoksa geçici bir şanslı dönem mi olduğunu anlamak için henüz çok erken. Modern çağı değerlendirirken 21. yüzyıl orta sınıfına mensup bir Batılı’nın gözünden bakmak çok sık yapılan bir hatadır. 19. yüzyılda yaşayan Galli kömür madencisinin, Çinli afyon bağımlısının veya Tazmanyalı Aborjinin gözünden de bakmak gerekiyor; Truganini de en az Homer Simpson kadar önemlidir.

İkincisi, son yarım yüzyıldaki kısa Altın çağ bile, gelecekteki bir felaketin tohumlarını ekmiş olabilir. Geçtiğimiz on yıllarda ekolojik dengeyi bozmanın tohumlarını attık ve bunların sonuçları çok ciddi olacak gibi görünüyor. Çılgınca tüketerek insanlığın gelişiminin temellerini tahrip ettiğimizi gösteren pek çok kanıt mevcuttur.

Son olarak, modern Sapiens’in önceden örneği bulunmayan tüm bu başarılarını kutlamak ancak diğer tüm hayvanların başına gelenleri tamamen yok sayarsak mümkündür. Bizi hastalıktan ve kıtlıktan koruyan zenginliğin büyük kısmı laboratuar maymunları, süt inekleri ve üretim bantlarındaki tavukların çektiği acılar sayesinde elde edildi. Bu hayvanların on milyarlarcası son iki yüz yılda dünya tarihinde görülmemiş zalimlikte bir endüstriyel sömürüye tabi tutuldular. Hayvan hakları aktivistlerinin söylediklerinin onda birini bile doğru kabul edersek, modern sanayi tarımı dünya tarihindeki en büyük katliam olabilir. Küresel mutluluğu değerlendirirken sadece üst sınıfların, Avrupalıların veya erkeklerin mutluluğunu dikkate almak yanlıştır; hatta sadece insanların mutluluğunu değerlendirmek de yanlıştır.

Mutluluğu Ölçmek

Şimdiye kadar mutluluğu büyük ölçüde sağlık, gıda ve zenginlik gibi fiziksel koşulların bir ürünü gibi düşünerek ele aldık: İnsanlar daha zengin ve daha sağlıklıysa daha mutlu olmalıdırlar. Fakat gerçek bu kadar basit mi? Filozoflar, rahipler ve şairler binlerce yıldır mutluluğun ne olduğuna ilişkin düşündüler ve çoğu, en az fiziksel koşullar kadar toplumsal, ahlaki ve ruhani etkenlerin de mutluluk üzerinde etkili olduğu sonucuna vardılar. Belki de modem zengin toplumlar tüm refahlarına rağmen yabancılaşma ve manasızlıktan muzdariplerdir. Belki de eskiden daha zor koşullarda yaşayan atalarımız topluluk, din ve doğayla kurdukları bağdan çok daha memnunlardı.

Son yıllarda psikologlar ve biyologlar insanları neyin mutlu ettiğini anlamak için bilimsel araştırmalar yapmaya başladılar. Para mı, aile mi, genetik mi, yoksa erdemli olmak mı? Burada atılması gereken ilk adım ölçülecek şeyi tanımlamaktır. Mutluluğun genel olarak kabul edilen tanımı, “öznel iyi olma hali” dir. Bu görüşe göre mutluluk, insanın kendi içinde hissettiği bir şeydir: ya o anda hissedilen bir haz veya hayatın akışıyla ilgili uzun dönemli bir memnuniyet. Eğer bu benim içimde hissettiğim bir şeyse dışarıdan nasıl ölçülebilir? Mantıken bunu insanlara nasıl hissettiklerini sorarak anlayabiliriz, dolayısıyla psikologlar ve biyologlar da anketler yapıp verilen cevapları da alt alta topladılar.

Tipik bir mutluluk anketinde insanlardan, “halimden memnunum” , “hayatın beni ödüllendirdiğini düşünüyorum”, “geleceğe dair umutluyum” ve “hayat güzeldir” gibi cümlelere ne kadar katıldıklarını 0’la 10 arasında değerlendirmeleri istenir. Araştırmacı sonra bu cevaplan toplayarak anketi cevaplayan kişinin ortalama öznel iyi olma seviyesini derecelendirir,

Bu tür anketler, mutluluğu pek çok nesnel etkenle ilişkilendirmek için kullanılır. Örneğin bir çalışma, yılda 100 bin dolar kazanan bireylerle 50 bin dolar kazananları karşılaştırabilir. Eğer bu çalışma ilk grubun ortalama 8.7, ikinci grubunsa ortalama 7.3 seviyesinde mutlu olduğunu keşfederse araştırmacı zenginlikle mutluluk arasında pozitif yönlü bir ilişki olduğu sonucuna varabilir; yani basitçe anlatmak gerekirse, para mutluluk getiriyor demektir. Aynı yöntem demokrasilerde yaşayan insanların diktatörlüklerde yaşayanlara göre, evlilerin bekârlara, boşanmışlara veya dullara göre daha mutlu olup olmadığını incelemek için de uygulanabilir.

Bu da geçmişteki zenginlik, politik özgürlük ve boşanma oranlarını ölçebilecek tarihçilere bir zemin sağlar. Eğer demokrasilerde yaşayan insanlar ve evliler daha mutluysa, tarihçi geçtiğimiz on yıllardaki demokratikleşme sürecinin insanlığın mutluluğuna katkı yaptığını, buna karşılık artan boşanma oranlarının tersi bir eğilim gösterdiğini öne sürebilir.

Bu düşünce biçimi sorunsuz değildir, ama hatalarının altını çizmeden önce bulgularını değerlendirmekte fayda vardır.

Çıkarımımız paranın mutluluk getirdiğidir. Ama bu çıkarım bir noktaya kadar doğruyken, sonrasında pek bir anlamı yoktur. Ekonomik piramidin dibinde yer alan insanlar için daha fazla para daha fazla mutluluk demektir. Örneğin evlere temizliğe giderek ayda bin lira kazanan be” kar bir anne, lotodan 500 bin lira kazanırsa mutluluğunda oldukça ciddi ve uzun dönemli bir değişiklik gerçekleşecektir, çünkü daha fazla borca girmeden çocuklarına kıyafetler alabilecek ve onları besleyebilecektir. Öte yandan, yılda 250 bin lira kazanan üst düzey bir yönetici lotodan 1 milyon lira kazanırsa veya şirketi bir anda maaşını iki katına çıkarırsa, mutluluğu muhtemelen sadece birkaç hafta sürecektir. Ampirik bulgulara göre, uzun dönemde nasıl hissettiği kesinlikle değişmeyecektir. Daha şık bir araba satın alır, saray gibi bir eve taşınır, Doluca yerine Chateau Petrus şarabı içmeye başlar, ama kısa süre sonra bunlar sıradan gelmeye başlayacaktır.

Diğer bir ilginç bulgu da, hastalıkların kısa dönemli mutluluğu azalttığı, ama uzun dönemli mutsuzluk kaynağı olması için ya hastalığın sürekli olarak kötüye gitmesi, ya da hastalığın devamlı ve yüksek acıya sebep olması gerektiğidir. Diyabet gibi kronik hastalıkları olan insanlar genellikle bir süre için mutsuz olurlar, ama hastalık daha kötüye gitmiyorsa buna kısa sürede alışırlar ve mutluluk seviyeleri de sağlıklı insanlarınki kadar artar. Farz edelim ki, Ayşe ve Ahmet orta sınıfa mensup ikiz kardeşler ve bir mutluluk araştırmasına katılmayı kabul ediyorlar. Psikoloji laboratuarından dönerken Ayşe’nin arabasına otobüs çarpıyor ve ömür boyu topal yaşamak zorunda kalıyor. Kurtarma ekibi gelip onu enkazdan kurtarmaya çalışırken Ahmet’in telefonu çalıyor ve lotoyu tutturup 10 milyon lira kazandığını öğrenerek sevinçten çığlıklar atıyor. İki yıl sonra Ayşe hala topal ve Ahmet hala çok zengin, ama araştırmacılar önceki araştırmayı takiben yeni bir çalışma yaptıklarında, ikisinin de yaşamlarını değiştiren o günün sabahında verdikleri cevapları verme ihtimali çok yüksektir.

Aile ve topluluğun mutluluğumuz üzerinde para ve sağlıktan daha fazla etkisi var gibi görünüyor. Sıkı bağlara sahip ve destekleyici ailelerle topluluklarda yaşayan insanlar, problemli aileleri olan ve hiçbir zaman ait olacakları bir topluluk bulamamış (veya aramamış) insanlardan belirgin şekilde daha mutlular. Evlilik özellikle önemli bir konu. Defalarca yapılan çalışmalar iyi evlilikle yüksek öznel mutluluk arasında ve kötü evliliklerle mutsuzluk arasında çok yakından ilişki olduğunu ortaya koymuştur. Bu, ekonomik hatta fiziksel koşullardan bile bağımsız olarak doğrulanmaktadır. Kendisini çok seven bir eşi, yakın ilişkilere sahip bir topluluğu ve ailesi olan çulsuz bir sakat, eğer fakirliği çok şiddetli değil ve hastalığı kötüleşmiyorsa veya çok acılı değilse, yalnız ve herşeye yabancılaşmış bir milyarderden çok daha mutlu olabilir.

Bu da geçtiğimiz iki yüz yıldaki fiziksel koşullarda gerçekleşen çok ciddi iyileşmelerin, aile ve topluluğun çöküşüyle sıfırlanabileceği ihtimalini ortaya çıkarıyor. Eğer böyleyse, günümüzdeki ortalama insan 1800’lerdekinden daha mutlu değil demektir. O kadar değer verdiğimiz özgürlük bile aleyhimize çalışıyor olabilir. Eşlerimizi, arkadaşlarımızı ve komşularımızı seçebiliyoruz, ama onlar da bizi bırakmayı seçebilirler. İnsanlar artık kendi yaşamlarına daha önce olmadığı kadar çok etki edebiliyorken, bir yandan da bağlanmakta zorlanabiliyorlar; dolayısıyla da çözülen topluluklar ve ailelerle birlikte giderek yalnızlaşan bir dünyada yaşıyoruz.

Tüm bu çalışmaların en önemli bulgusuysa mutluluğun zenginlik, sağlık hatta topluluk gibi ölçülebilir koşullara bağlı olmadığıdır. Mutluluk daha ziyade somut durumla soyut beklentiler arasındaki ilişkiye bağlıdır. Eğer bir kağnı istiyorsanız ve kağnıyı alabiliyorsanız, memnunsunuzdur; Ferrari isterken ancak ikinci el bir Tofaş alabiliyorsanız yoksunluk hissedersiniz. Bu yüzden lotoyu tutturmak uzun vadede insanların mutluluğu üzerinde, çok ciddi bir araba kazasıyla aynı etkiyi yaratabiliyor. Durumumuz iyileşince beklentilerimiz yükseliyor ve sonuç olarak nesnel koşullarımızdaki büyük gelişmeler bile bizi memnuniyetsiz kılabiliyor. Koşullar kötüleşince beklentiler iyice azalıyor ve ciddi bir hastalık bile bizi önceki halimizden daha mutsuz etmiyor.

Bunu anlamak için psikologlara ve birtakım anketlere gerek olmadığını düşünebilirsiniz. Binlerce yıl önce yaşayan peygamberler, şairler ve filozoflar zaten elinizdekilerden memnun olmanın, daha fazlasını elde etmekten çok daha önemli olduğunu söylemişlerdi. Belki de öyle, ama bu kadar çok sayıyla ve tabloyla desteklenen modern araştırmaların eskilerin vardığı sonuca varmaları yine de güzel.

***

Beklentilere verilen büyük önem, mutluluğun tarihini anlamak için gerekli ve geniş kapsamlı çıkarımlar içeriyor. Eğer mutluluk sadece zenginlik; sağlık ve toplumsal ilişkiler gibi somut koşullara bağlı olsaydı tarihteki mutluluğu incelemek daha kolay olurdu; mutluluğun öznel değerlendirmelere bağlı olması, tarihçilerin işini çok daha fazla zorlaştırıyor. Modern insanların elinde bir dolu sakinleştirici ve ağrı kesici var; ama rahatlık ve haz beklentilerimizle, konforsuzluğa ve keyifsizliğe tahammülsüzlüğümüz o kadar yükseldi ki, acıdan atalarımızın etkilendiğinden çok daha fazla etkileniyor olabiliriz.

Bu düşünceyi benimsemek zor olabilir. Buradaki sıkıntı zihnimizin derinlerine işlemiş bir mantık hatasıdır. Şu anda veya geçmişte başkalarının ne kadar mutlu olduklarını hayal etmeye çalışırken, ister istemez kendimizi onların yerine koyarız ve böylelikle hatalı bir biçimde kendi beklentilerimizi başkalarının koşullarına uygulamış oluruz. Modern engin toplumlarda her gün duş almak ve kıyafet değiştirmek sıradandır, ortaçağdaki köylülerse aylarca yıkanmaz ve kıyafetlerini neredeyse hiç değiştirmezlerdi. Böyle yaşamanın düşüncesi bile bizim için iğrençken, ortaçağ köylüleri bunu hiç sorun etmezlerdi, uzun süredir yıkanmayan bir gömleğin kokusuna ve hissine alışkınlardı. Kıyafet değiştirmek istiyor ama değiştiremiyor da değillerdi, zaten yaşamak istedikleri gibi yaşıyorlardı. O ana dek, en azından kıyafet konusunda, mutlulardı.

Düşününce, bu aslında o kadar şaşırtıcı değil. En nihayetinde şempanze kuzenlerimiz de çok nadiren yıkanıyor ve hiç kıyafet değiştirmiyorlar, ayrıca evcil kedi ve köpeklerimizin duş yapmamasından ve her gün kıyafet değiştirmemesinden iğrenmiyoruz: hatta onları sürekli kucaklıyor, sarılıp öpüyoruz. Zengin ülkelerdeki küçük çocuklar da genellikle duş yapmayı sevmez ve onlara bu güya çekici âdeti benimsetmek ebeveynlerin yıllarca süren uğraşlarını ve disipline etme çabalarını gerektirir. Her şey beklentilerle alakalıdır.

Eğer mutluluk beklentiyle alakalıysa, toplumumuzun iki temel direği –medya ve reklamcılık– farkında olmadan da olsa, dünyanın mutluluk rezervlerini sonuna kadar tüketiyor demektir. Beş bin yıl önce küçük bir köyde yaşayan on sekiz yaşında bir erkek olsaydınız, muhtemelen çok yakışıklı göründüğünüzü düşünecektiniz: çünkü köyde sizden başka yalnızca elli erkek daha olacak ve bunların çoğunluğunu da yaşlı, yaralı veya kırışık cildi erkekler veya küçük çocuklar oluşturacaktı. Oysa bugün bundan çok daha rahatsız hissetmeniz olasıdır. Okuldaki diğer gençler de çok çekici olmasalar da, kendinizi onlarla değil bütün gün televizyonda, Facebook’ta ve devasa reklam panolarında gördüğünüz film yıldızları, atletler ve süper modellerle kıyaslıyor olacaksınız.

Bu yüzden de, Üçüncü Dünya ülkelerindeki memnuniyetsizlik sadece fakirlik, hastalık, yozlaşma ve politik baskıdan değil, sürekli olarak Birinci Dünya standartlarına maruz kalmaktan kaynaklanıyor da olabilir. Ortalama bir Mısırlı’nın açlık, hastalık veya şiddetten ölme ihtimali II. Ramses veya Kleopatra döneminde, Hüsnü Mübarek dönemine göre çok daha yüksekti, hatta Mısırlıların fiziksel koşullan hiç şimdiki kadar iyi olmamıştı. Dolayısıyla bu insanların 2011‘de sokaklarda dans ederek Allah’a şükredeceklerini düşünebilirdiniz, oysa onlar ayaklanarak Mübarek’i devirdiler. Sonuçta, kendilerini firavunların yönetiminde yaşayan atalarıyla değil, Obama’nın Amerika’sındakilerle kıyaslıyorlardı.

Eğer durum buysa, ölümsüzlük bile mutsuzluk sebebi olabilir. Bilimin tüm hastalıklara çözüm bulduğunu, yaşlanmayı önleyen tedaviler geliştirdiğini ve insanların sürekli genç kalmalarını sağlayan yöntemler geliştirdiğini farz edin. Muhtemelen en yaygın sonuç daha önce eşi görülmemiş bir kızgınlık ve endişe salgını olacaktır.

Bu yeni tedavilere gücü yetmeyen büyük çoğunluk mutsuz olacaktır. Tarih boyunca fakirler ve baskı altındakiler en azından ölümün eşitleyici olduğunu, zenginin de fakirin de öleceğini düşünerek teselli buldular; fakat bu insanlar kendilerinin öleceğini, zenginlerinse genç ve güzel kalacağını düşünerek rahat edemezler.
Öte yandan, bu tedavilerden faydalanabilen küçük azınlık da, endişe edecek çok şeyi olacağından mutlu olamayacaktır. Yeni tedaviler ömürlerini ve gençliklerini uzatsa da, ölüleri geri getiremez; kendinin ve tüm tanıdıklarının aslında sonsuza kadar yaşayabileceğini, ama bir kamyon kazasının veya bir teröristin bunu elinden alabileceğini bilmek ne kadar korkunç olur! Ölümsüz olma şansı bulunan insanlar, en ufak riske karşı bile aşırı tepkiler geliştirecek ve bir eşi, çocuğu veya yakın arkadaşı kaybetme acısı tahammül edilemez olacaktır.

Kimyasal Mutluluk

Sosyal bilimciler mutluluk anketleri yaparak sonuçlan zenginlik ve politik özgürlük gibi sosyoekonomik etkenlerle; biyologlarsa biyokimyasal ve genetik etkenlerle ilişkilendirirler. Bu çalışmalarda elde edilen bazı bulgular şoke edicidir.

Biyologlar zihinsel ve duygusal dünyamızın milyonlarca yıllık evrim süreci içinde gelişen biyokimyasal mekanizmalar tarafından yönetildiğini düşünürler. Diğer tüm zihinsel durumlar gibi mutluluk da maaş, toplumsal ilişkiler veya siyasi haklar tarafından değil, karmaşık bir sinirler, nöronlar, sinapslar ve serotonin, dopamin ve oksitosin gibi çeşitli biyokimyasal malzemeler tarafından belirlenir.

Aslında teknik olarak şu hayatta bize zevk veren sadece iki şey vardır; Serotonin ve Dopamin


Kimse lotoyu kazandığı, yeni bir ev aldığı, terfi ettiği veya gerçek aşkı bulduğu için mutlu olmaz. İnsanlar sadece vücutlarındaki keyif veren hisler sayesinde mutlu olurlar. Lotoyu kazanmış veya aşkı bulmuş biri aslında para veya yeni aşkı yüzünden mutluluktan mutluluğa koşmaz, sadece kanında dolaşan yeni hormonlara ve beyninin çeşitli bölgelerinde çakan sinyallere tepki veriyordur.

Yeryüzünde cenneti yaratma umutları için üzücü bir durum bu, ama biyokimyasal sistemimiz mutluluk seviyelerini görece sabit tutmaya programlıdır. Mutluluğa öncelik veren bir doğal seçilim mekanizması yoktur, yani mutlu bir bekârın genetik soyu tükenirken, mutsuz ebeveynlerin genleri bir sonraki nesle sorunsuz bir şekilde geçer. Mutluluk ve mutsuzluk evrimde sadece hayatta kalma ve üremeyi etkiledikleri ölçüde rol oynarlar. Bu yüzden belki de evrimin bizi ne çok mutlu ne de çok mutsuz olacak şekilde şekillendirmiş olmasına şaşırılmamalıdır; anlık olarak çok mutlu olabiliriz ama bu asla ebediyen sürmez. Eninde sonunda mutluluk azalacak ve yerini birtakım nahoş hislere bırakacaktır.

Örneğin evrim, doğurgan dişilerle cinsel ilişkiye girerek genlerini yayan erkekleri güzel hislerle ödüllendirir. Eğer seks bu kadar büyük bir zevkle birlikte gelmeseydi, çok az erkek bununla uğraşırdı. Ama evrim, aynı zamanda bu güzel hislerin hızla azalmasını da sağlamıştır. Orgazmlar sonsuza dek sürseydi, bu çok mutlu erkekler beslenmeyle ilgilenmedikleri için kısa sürede açlıktan ölecek veya başka doğurgan dişiler aramakla uğraşmayacaklardı.

Bazı akademisyenler insan biyokimyasını sıcaklığı sabit tutan bir havalandırma sistemine benzetirler, Çeşitli olaylar sıcaklığı anlık olarak değiştirebilir, ama havalandırma sistemi hep aynı sıcaklığı geri sağlar. Bazı havalandırmalar 25 dereceye sabitlenmiştir, bazılarıysa 20 dereceye. İnsanların mutluluk sistemleri de kişiden kişiye değişmektedir. 1’den 10’a kadar bir ölçekte düşünürsek, bazı insanlar şanslı bir biyokimya sistemiyle doğmuştur ve mutlulukları 6’yla 10 arasında, zamanla 8’e sabitlenecek şekilde değişmektedir. Böyle birisi yabancılaşmanın hüküm sürdüğü büyük bir şehirde yaşasa, borsa çöküp tüm parasını kaybetse veya diyabet teşhisi de konsa mutlu olacaktır. Bazı insanlarsa 3’le 7 arasında değişen ve 5’te sabitlenen daha parçalı bulutlu bir biyokimyaya sahiptir. Böyle birisi sıkı ve sıcak ilişkilere sahip bir toplulukta olsa, lotodan milyonlar kazansa veya Olimpik bir atlet kadar sağlıklı olsa da, depresif kalır. Bu mutsuz kişi sabah 50 milyon dolar kazansa, öğlene kadar hem kanserin hem de AIDS’in tedavisini bulsa, öğleden sonra İsraillilerle Filistinliler arasında barışı sağlasa ve akşam da yıllar önce kaybolmuş çocuğuyla tekrar bir araya gelse de, 7 seviyesinin ötesinde mutluluk hissedemeyecektir. Bir şekilde, beyni mutluluktan uçacak şekilde yapılmamıştır.

Durup, ailenizi ve arkadaşlarınızı bir düşünün. Hepiniz başlarına ne gelirse gelsin görece mutlu ve neşeli kalan insanlar tanıyorsunuzdur, benzer şekilde dünya önlerine nasıl bir güzellik sererse sersin her zaman biraz asık suratlı kalan insanlar da. İşyerimizi değiştirince, evlenince, yazmakta olduğumuz kitabı bitirince, yeni bir araba satın alınca veya konut kredisi ödemelerimizi tamamlayınca, dünyanın en tepesinde gibi hissedeceğimizi zannediyoruz; oysa bunları başarınca her zamankinden daha mutlu olmuyoruz aslında. Arabalar satın almak veya romanlar yazmak biyokimyamızı değiştirmiyor. Bize çok güzel anlar yaşatabiliyor ama kısa süre sonra her zamanki halimize geri dönüyoruz.

***

Bu bulgu, yukarıda sözünü ettiğimiz, örneğin evlilerin bekârlardan daha mutlu olduğu yönündeki psikolojik ve sosyolojik bulgularla nasıl bağdaştırılabilir? Öncelikle, bu bulgular bağlantılıdır; yani nedenselliğin yönü bazı araştırmacıların varsaydığının tam tersi de olabilir. Evli insanların bekârlardan veya boşananlardan daha mutlu olduğu doğrudur, ama evliliğin mutluluk getirdiği anlamına gelmez bu. Belki de mutluluk evliliği getiriyordur. Ya da daha doğrusu, serotonin, dopamin ve oksitosin bir evliliğin oluşmasını ve iyi gitmesini sağlıyordur. Neşeli bir biyokimya sistemiyle doğan insanlar genellikle mutlu ve hallerinden memnundurlar, dolayısıyla daha çekici partnerler olurlar ve evlenme ihtimalleri de daha yüksektir. Bu insanların evliliklerinin bitme olasılığı da daha düşüktür, çünkü depresif ve memnuniyetsiz bir eştense mutlu ve memnun bir eşle yaşamak çok daha kolaydır. Sonuç olarak, evli insanların ortalama bekârlardan daha mutlu olduğu doğrudur ama bekâr ve biyokimyası gereği daha durgun olan bir genç kadın, sırf evlendiği için daha mutlu olmayabilir.

Buna ek olarak, biyologların çoğu tutucu değildir. Yani mutluluğun esas olarak biyokimya tarafından belirlendiğini öne sürseler de, psikolojik ve sosyolojik etkenleri de yok saymazlar. Zihinsel havalandırma sistemimizin önceden çizilmiş sınırlar içinde belli bir hareket özgürlüğü vardır. En alt ve en üst sınırları aşmak neredeyse imkânsızdır ama evlilik ve boşanma bu sınırlar arasında etkili olabilir. Ortalama 5 seviye mutlulukla doğmuş biri hiçbir zaman sokaklarda dans ederek şarkı söylemez, ama iyi bir evlilik bu kişinin zaman zaman 7 seviyesine çıkmasına ve 3 seviyesinin bedbahtlığından kaçınmasına yardımcı olabilir.

Eğer mutlulukla ilgili biyolojik yaklaşımı kabul edersek, tarih bu konuda önemini yitirir; zira tarihsel olayların çok büyük bölümü biyokimyamız üzerinde hiçbir etki yaratmadı. Tarih serotoninin salgılandığı dışsal uyaranı değiştirebilir ama sonuçta ortaya çıkan serotonin seviyelerini değiştiremez, dolayısıyla kimseyi daha mutlu yapamaz.

Bir ortaçağ Fransız köylüsüyle modern çağda yaşayan Parisli bir banken karşılaştıralım. Köylü ısıtması olmayan çamurdan yapılmış bir kulübede yaşarken, banker her akşam Champs-Elysées’ye bakan ve son model teknolojik aletlerle donatılmış enfes dairesine dönüyor. Sezgisel olarak, hemen bankerin köylüden çok daha mutlu olacağını düşünürüz, oysa ki mutluluğumuzu belirleyen şey, çamurdan kulübeler, lüks daireler veya Champs-Elysees değil, serotonindir. Ortaçağ köylüsü çamurdan kulübesini bitirdiğinde beyni serotonin salgılayarak, serotonin seviyesini X’e getirir. 2013 yılında muhteşem dairesinin son taksitini ödeyen bankerin beyin nöronları da serotonin salgılar ve benzer bir X seviyesine getirir. Beyin için lüks dairenin çamurdan kulübeye göre daha konforlu olmasının bir anlamı yoktur, o anda önemli olan tek şey serotonin seviyesidir. Sonuç olarak banker büyük büyük büyük büyük babası fakir ortaçağ köylüsünden azıcık bile daha mutlu olmayacaktır.

Bu sadece kişisel yaşamlar değil, büyük kolektif olaylar için de geçerlidir, Örneğin Fransız Devrimi’nde devrimciler pek çok şey yaptılar: Kralı idam ettiler, köylülere toprak verdiler, insan haklarını ilan ettiler, soyluların ayrıcalıklarını ortadan kaldırdılar ve tüm Avrupa’ya karşı savaştılar; ama bunların hiçbiri Fransız biyokimyasını değiştirmedi. Dolayısıyla devrimin getirdiği tüm bu siyasi, toplumsal, ideolojik ve ekonomik altüst oluşun Fransız mutluluğu üzerindeki etkisi küçüktür. Genetik: lotodan neşeli bir biyokimya sistemi kazananlar, devrimden önce de devrimden sonra olduğu kadar mutluydular; buna karşılık şanssız biyokimya sistemine sahip olanlarsa, devrimden önce 16. Louis ve Marie Antoinette’ten şikâyet ettikleri gibi devrimden sonra da Robespierre’den ve Napolyon’dan şikayet etmeye devam ettiler.

Eğer durum buysa, Fransız Devrimi neye yaramıştı? İnsanlar daha mutlu olmadılarsa tüm bu kaosun, korkunun, dökülen kanın ve savaşırı ne manası vardı? Biyologlara kalsa, asla Bastille hapishanesine saldırmazlardı. İnsanlar bir politik devrimin veya sosyal reformun kendilerini mutlu edeceğini düşünür ama aslında biyokimyamız onlara her seferinde aynı oyunu oynar.

Tek bir anlamlı tarihsel gelişme vardır. Bugün nihayet mutluluğun sırrının biyokimya sistemimizde olduğunu anladığımıza göre, zamanımızı politika ve sosyal reformlarla, siyasi mücadele ve ideolojilerle ilgilenmekle geçirmeyi bırakıp bizi gerçekten mutlu eden tek şeye odaklanabiliriz: biyokimyamızı manipüle etmek. Eğer beyin kimyamızı anlamak ve uygun tedavileri geliştirmek için milyarlar harcarsak, insanların her zamankinden daha mutlu olmasını sağlayabiliriz, böylelikle devrimlere de ihtiyacımız kalmaz. Örneğin Prozac rejimleri değiştirmiyor ama serotonin seviyelerini yükselterek insanları depresyondan çıkarabiliyor.

Hiçbir şey biyolojinin önemini ünlü New Age sloganı kadar iyi anlatmıyor: “Mutluluk İçimizde Başlar.” Para, toplumsal statü, plastik cerrahi, güzel evler, iktidar konumları, bunların hiçbiri size mutluluk getirmez, uçup gitmeyen gerçek mutluluk sadece serotonin, dopamin ve oksitosin sayesinde olur.

Aldous Huxley’nin Büyük Buhran döneminin tam ortasında, 1932’ de yayıınlanmış distopik romanı Cesur Yeni Dünya’da, mutluluk en üst değerdir ve psikiyatrik ilaçlar siyasetin temeline yerleşerek oy sandığının ve polisin yerini alır. İnsanlar her gün, üretkenliklerini ve etkinliklerini azaltmadan mutlu eden sentetik bir ilaç olan “soma”dan bir doz alırlar; tüm gezegeni yöneten Dünya Devleti asla savaşlar, devrimler, grevler ve gösterilerle tehdit edilmez, tüm insanlar hangi koşullarda yaşarlarsa yaşasınlar hallerinden son derece memnundurlar. Huxley’in gelecek vizyonu George Orwell’in 1984’ünden çok daha tedirgin edicidir. Böyle bir dünya fikri çoğu insanı rahatsız eder ama bunun neden olduğunu kolay açıklayamazlar. Herkes sürekli mutlu olacaksa, bunda kötü olan nedir ki?

Hayatın Anlamı

Huxley’in huzursuz edici dünyası, mutluluğun zevkle aynı şey olduğuna ilişkin biyolojik varsayıma dayanır. Buna göre mutlu olmak haz veren bedensel hisler yaşamakla tamamen aynı şeydir. Biyokimyamız bu hislerin etkilerini ve sürelerini sınırladığına göre, insanların yüksek seviyede mutluluğu uzun süre yaşamalarını sağlamanın tek yolu biyokimya sistemlerini manipüle etmektir.

Bazı akademisyenler bu mutluluk tanımını kabul etmezler. Ekonomi alanında Nobel Ödülü sahibi Daniel Kahneman, çok ünlü bir çalışmasında insanlardan sıradan bir iş günlerini anlatmalarını ve her an için tek tek ne kadar hoşlandıklarını veya hoşlanmadıklarını belirtmelerini istemiştir. Çalışmanın sonunda, çoğu insanın kendi yaşamıyla ilgili çelişkili görüşleri olduğunu keşfetmiştir. Çocuk yetiştirmeyi ele alalım. Kahneman keyifli ve sıkıntılı anları tek tek sıraladığında, çocuk büyütmenin oldukça tatsız bir uğraş olduğu ortaya çıkar; çocuk büyütmek bez değiştirmek, bulaşık yıkamak, çocuğun öfke nöbetleriyle uğraşmak gibi kimsenin sevmediği uğraşları gerektirir. Öte yandan çoğu ebeveyn, çocuklarının başlıca mutluluk kaynağı olduğunu söylerler. Bu, insanların kendileri için neyin iyi olduğunu bilmedikleri anlamına gelir mi?

İhtimallerden biri bu. Bir diğeri de mutluluğun, mutluluk anlarının sayıca fazla olması anlamına gelmediğidir. Mutluluk aslında bir insanın hayatını anlamlı ve değerli görüp görmediğiyle ilgilidir. Mutluluğun önemli bir bilişsel ve ahlaki yönü vardır. Değerlerimiz, kendimizi “yeni doğmuş bir diktatörün zavallı köleleri’” veya “yeni bir yaşamı sevgiyle büyütenler” olarak görmemiz arasındaki temel farkı yaratır. Nietzsche’nin de söylediği gibi, “”yaşamak için bir sebebiniz varsa her şeyle baş edebilirsiniz””. Anlamlı bir hayat, zorluklar içinde geçse de son derece tatmin edici olabilir, buna karşılık anlamsız bir hayat da ne kadar konforlu olursa olsun korkunç olabilir.

Her çağda ve her kültürde, insanlar aynı zevkleri ve acılan hissetse de, bu deneyimlere atfettikleri anlamlar muhtemelen büyük ölçüde farklılık gösteriyordu; eğer öyleyse, mutluluğun tarihi biyologların sandığından çok daha çalkantılı olabilir. Bu çıkarım modernitenin lehine değildir. Yaşamı gündeliğe göre değerlendirirsek ortaçağ insanlarının daha zor zamanlar geçirdiğini söyleyebiliriz; ama öbür dünyadaki ebedi mutIuluğa inandılarsa, uzun vadede mutlak ve anlamsız bir unutuluştan başka bir beklentisi olmayan modem seküler insana kıyasla hayatlarını çok daha anlamlı ve değerli görmüş olmaları muhtemeldir. Ortaçağ insanlarına öznel mutluluk anketleri yapılıp, “Hayatınızdan memnun musunuz?” diye sorulsa çok daha yüksek puanlara ulaşabilirlerdi.

Yani ortaçağ atalarımız, ölümden sonraki hayatla ilgili kolektif sanrılarına bir anlam yükledikleri için mi daha mutluydular? Evet. Kimse fantezilerine karışmadıktan sonra neden olmasınlar ki? Tamamen bilimsel bir bakış açısıyla bilebildiğimiz kadarıyla, insan yaşamının hiçbir anlamı yoktur. İnsanlar belirli bir amacı olmayan ve körlemesine ilerleyen evrimsel süreçlerin sonucudur ve faaliyetlerimiz ilahi bir kozmik planın parçası değildir. Dünya yarın patlayarak yok olsa, evrende hiçbir değişiklik olmazdı; tahmin edebileceğimiz kadarıyla insanların kendilerine dair anlam arayışı ve öznelliklerinin eksikliği de pek hissedilmezdi. Bu yüzden, insanların yaşamlarına atfettiği herhangi bir anlam sadece sanrıdan ibarettir. Ortaçağdaki insanların hayatlarında bulduğu öbür dünyaya ilişkin anlamlar modem hümanist, milliyetçi veya kapitalistlerin buldukları anlamdan daha gerçekdışı değildi. İnsanlığın bilgi birikimini artırdığı için hayatının anlamlı olduğunu söyleyen bilim insanı, anavatanı korumak adına savaştığı için hayatının anlamlı olduğunu söyleyen asker ve anlamı yeni bir şirket kurmakta bulan girişimci, ortaçağda yaşayan ve eski metinleri okuyup kutsal savaşlara katılan veya yeni bir tapınak yapan muadillerinden daha mantıklı değiller.

Bu yüzden mutluluk belki de, bir insanın anlamla ilgili sanrılarını, hâkim kolektif sanrılarla uyumlu hale getirmesidir. Kişisel hikâyelerimiz, etrafımızdakilerin hikâyeleriyle uyumlu olduğu sürece hayatın anlamlı olduğunu ileri sürebilir ve bu bilinçle mutlu olabiliriz.

Bu aslında oldukça üzücü bir sonuç; mutluluk gerçekten kendi kendini kandırmaya mı bağlıdır?

Kendini Bil

Mutluluk zevk almaya dayanıyorsa, mutlu olmak için biyokimyasal sistemimizi yeniden tasarlamamız gerekiyor demektir. Mutluluk hayatın anlamlı olduğu hissine dayanıyorsa, mutlu olmak için bu sefer kendimizi daha da etkin bir şekilde kandırmamız gerekiyor demektir. Üçüncü bir seçenek var mı?

Yukarıdaki görüşlerin ikisi de mutluluğun bir çeşit öznel his olduğu (zevk veya anlama dayanan) ve insanların mutluluklarını ölçebilmek için tek yapılması gerekenin onlara nasıl hissettiklerini sormak olduğu fikrine dayanır. Bu pek çoğumuz için mantıklıdır, çünkü çağımızın en yaygın dini olan liberalizm, bireylerin öznel hislerini kutsal olarak gördüğü gibi üstün otoritenin de kaynağı olarak kabul eder. Neyin iyi neyin kötü, neyin güzel neyin çirkin olduğu, neyin yapılması neyin yapılmaması gerektiği bizim ne hissettiğimize bağlı olarak belirlenir.

Liberal siyaset, seçmenlerin en iyisini bildiği ve bize neyin iyi olduğunu söyleyecek bir “Büyük Biradere gerek olmadığı varsayımı üzerine kuruludur. Liberal ekonomi müşterinin her zaman haklı olduğu fikrine dayalıdır ve liberal sanat da, “Zevkler ve renkler tartışılmaz,” der. Liberal okullardaki ve üniversitelerdeki öğrenciler kendileri için kafa yormaları yönünde eğitilirler, reklamlar “Yap gitsin!” der. Aksiyon filmleri, sahne gösterileri, pembe diziler, romanlar ve pop şarkıları da sürekli, “Kalbinin sesini dinle”. “Kendine karşı dürüst ol”, “Kendin gibi ol” demektedir. Bu görüşü en klasik şekliyle Jean-Jacques Rousseau özetlemiştir: “İyi olduğunu düşündüğüm şey iyi, kötü olduğunu düşündüğüm şey kötüdür.

Delfi Tapınağı


Çocukluğundan beri sürekli bu sloganlarla büyütülen insanlar, mutluluğun öznel bir iyi hissetme hali olduğundan ve mutlu olup olmadığını en iyi kendisinin bileceğinden şüphe etmezler; ama bu görüş aslında liberalizme özgüdür. Tarih boyunca çoğu din ve ideoloji, iyilik ve güzellik için son derece kesin nesnel ölçütler geliştirerek, ortalama insanın hisleriyle tercihlerine şüpheyle yaklaştılar. Delphi’deki Apollo tapınağının girişinde hacılar şu yazıyla karşılanırdı: “Kendini Bil !” Bunun anlamı ortalama insanın kendisiyle ilgili cahil olduğu ve gerçek mutluluğu da bilemeyeceğiydi. Freud muhtemelen bunu onaylardı.

Muhtemelen Hıristiyan teologlar da. Aziz Pavlus ve Aziz Augustine, insanlara kalsa, çoğunun Tanrı’ya dua etmektense seks yapmayı tercih edeceğini biliyorlardı; peki bu, seks yapmanın mutluluğun sırrı olduğu anlamına mı geliyor? Pavlus ve Augustine’e göre değil. Bu sadece insanlığın doğal olarak günaha meyilli olduğunu ve Şeytan tarafından kolayca yoldan çıkarılabildiğini gösteriyor. Hıristiyan bakış açısından, insanların büyük çoğunluğu az çok eroin bağımlılarına benzerler; uyuşturucu bağımlıları arasında mutluluk araştırması yapan bir psikolog hayal edin; psikolog anket yapıyor ve bu kişilerin her birinin eroin enjekte ettiklerinde mutlu olduklarını buluyor. Psikolog eroinin mutluluğun anahtarı olduğuna yönelik bir makale yayınlar mıydı?

Duygulara güvenilmemesi gerektiği fikri yalnızca Hıristiyanlığa özgü değildir. Darwin’le Dawkins bile hislerin değeri konusunda Aziz Pavlus ve Aziz Augustine’le ortak paydalarda buluşabilirler. Bencil Gen teorisine göre, doğal seçilim tıpkı diğer organizmaları olduğu gibi, insanları da, bireysel olarak kötü bile olsa genlerinin üremesi için iyi olanı seçmeye iter. Çoğu erkek zamanlarını savaşarak, didinerek, rekabet ederek ve endişeyle geçirir ve barış dolu bir mutluluğun tadını çıkaramaz. Çünkü DNA’ları onları bu bencil davranıştan alıkoyar. Şeytan gibi DNA da hazzı kullanarak insanları kandırmak ve bu sayede gücünü artırmak için uğraşır.

Sonuç olarak dinlerin ve felsefi akımların çoğu mutluluk konusunda liberalizminkinden çok farklı bir yaklaşım sergilemiştir. Budistlerin yaklaşımı, mutluluk meselesine diğer bütün inançlardan daha fazla önem atfetmesi açısından özellikle ilginçtir. Budistler 2500 yıldır mutluluğun özünü ve sonuçlarını sistematik bir şekilde inceliyor; bilim camiasında bu felsefeye ve meditasyon pratiklerine giderek artan bir ilgi duyulmasının sebebi de bu.

Budizm, mutluluğa ilişkin temel biyolojik yaklaşımla aynı fikirleri paylaşır; mutluluğun dış dünyayla değil, bedenin içinde olanlarla ilgili olduğunu ileri sürer. Öte yandan, aynı öngörüden yola çıkarak çok farklı sonuçlara varır.

Budizm’e göre çoğu insan mutluluğu haz veren duygularla, acı çekmeyi de nahoş duygularla eşleştirir, Buna bağlı olarak da insanlar nasıl hissettiklerine çok fazla önem atfederek acıdan kaçınıp giderek daha da fazla zevk duymaya çalışırlar. Bacağımızı kaşımaktan sandalyede ileri geri sallanmaya veya dünya savaşları çıkarmaya kadar, hayatımız boyunca yaptığımız her şeyin amacı keyifli duygular yaşamaktır.

Budizm’e göre, buradaki problem duygularınızın sürekli değişen, okyanus dalgaları gibi akıp giden titreşimler olmasıdır. Beş dakika önce kendimizi neşeli ve azimli hissederken peşinden üzgün ve amaçsız hissediyor olabiliriz. Bu yüzden de, eğer hoş duygular deneyimlemek istiyorsak sürekli bunların peşinden gitmeli ve hoş olmayan duygulan uzaklaştırmalıyız. Bunu başarsak bile, daha önceki çabalarımız için kalıcı bir ödül bile kazanamadan yeniden başlamamız gerekecektir.

Bu kadar geçici ödüller kazanmak niye bu kadar önemli? Neredeyse ortaya çıktığı an kaybolan bir şey için neden bu kadar çaba? Budizm’e göre acı çekmenin kökeni, ne acı ve mutsuzluk ne de anlamsızlık hissidir. Aksine, bizi sürekli gergin, yorgun ve memnuniyetsiz kılan, geçici duygular için verilen sürekli uğraştır. Bu nedenle, zihin haz duyarken bile memnun değildir; çünkü hazzın kısa süre sonra azalacağını düşünürken, bir yandan da kalıcı olması ve yoğunlaşması için çabalar.

İnsanlar şu veya bu hazzı duyumsarken değil, tüm bunların geçici olduğunu anlayıp özümsediklerinde ve daha fazlasını istememeyi başardıklarında acı çekmekten özgürleşirler: Budist meditasyonun da hedefi budur. Meditasyonda kendi vücudunuzu ve zihninizi yakından izleyerek duygularınızın kesintisiz olarak yükseldiğini ve alçaldığını görmeniz ve bunların peşinden koşmanın ne kadar anlamsız olduğunu fark etmeniz gerekir. Meditasyonda zihninizi ve bedeninizi yakından gözlemeniz, durmadan yükselip geçen hislere tanık olmanız, bunların peşinden gitmenin ne kadar anlamsız olduğunu fark etmeniz beklenir. Bu duyguların peşini bıraktığınızda zihniniz rahatlar, berraklaşır ve tatmin olur. Tüm hisler (neşe, öfke, sıkıntı, şehvet) önce yükselir, sonra da geçer; ama belli duyguları hissetmek istemeyi bıraktığınızda onları olduğu gibi kabul edebilir ve olabilecekler hakkında fanteziler kurmak yerine içinde olduğunuz ânı yaşayabilirsiniz.

Bunun sonucunda erişilen huzur o kadar derindir ki, yaşamları boyunca iyi duyguların peşinden koşmuş insanlar bile bunu hayal edemez. Bu tıpkı bir deniz kenarında durup, birtakım “iyi” dalgalara kucak açıp onların dağılmasını engellemeye çalışırken, aynı anda “kötü” dalgaların yakınına gelmemesi için uğraşan bir adamın durumuna benzer. Günler birbirini kovalarken bu çıldırtıcı çabanın sonunda adam kumlara oturur ve dalgaların diledikleri gibi gelip gitmelerine izin verir. Ne kadar huzurlu bir durum!

Bu düşünce modern liberal kültüre o kadar yabancıdır ki. Batılı New Age akımı Budist içgörüleriyle tanıştığında, bunları liberal terimlere uygulayarak bir nevi altüst eder. New Age akımları sıkça, “Mutluluk dışsal koşullara bağlı değildir, içimizde ne hissettiğimizle ilgilidir. İnsanlar zenginlik ve statü gibi dışsal başarıların peşinde koşmaktan vazgeçmeli ve kendi iç dünyalarıyla bağ kurmalıdır,” der. Kısacası, “Mutluluk içimizde başlar”. Bu biyologların iddiasıyla aynıdır; Buddha’nın söylediklerininse aşağı yukarı tam tersidir.

Buddha mutluluğun dış koşullardan bağımsız olduğu konusunda modem biyoloji ve New Age akımlarla aynı düşünür fakat asıl önemli ve derin içgörüsü, gerçek mutluluğun içsel duygularımızdan da bağımsız olduğudur. Duygularımıza daha çok anlam yükledikçe, onların peşinden daha çok koşar ve daha çok acı çekeriz. Buddha’nın tavsiyesi sadece dışsal başarıların peşinden koşmayı bırakmak değil, duygularımızın peşinden koşmayı da bırakmaktır.

***

Özetlemek gerekirse, mutluluk anketleri mutluluğumuzu, kendi öznel değerlendirmemizle ve mutluluğun peşinden koşmayı belirli bir duygu durumunu yakalama çabasıyla ilişkilendirirler. Buna karşılık Budizm gibi pek çok geleneksel felsefe ve dini akımdaysa, mutluluğun sırrı kendinizle ilgili gerçeği bilmektir, gerçekten kim veya ne olduğunuzu anlamaktır. Çoğu insan yanlış biçimde, kendilerini duyguları, düşünceleri, sevdikleri ve sevmedikleriyle tanımlar. Öfke hissettiklerinde, “Ben öfkeliyim, bu benim öfkem,” diye düşünürler. Tüm yaşamlarını bazı duygulardan kaçınmaya ve başka duyguların peşinden koşmaya harcarlar. Duygularıyla aynı şey olmadıklarını, bazı duyguların peşinden durup dinlenmeden koşmanın insanı nasıl sefil hâle getirdiğini görmezler.

Eğer böyleyse mutluluğun tarihi konusundaki anlayışımız tamamen yanlış yönlendirilmiş demektir. Belki de insanların beklentilerinin gerçekleşmesi ve keyifli duygular hissetmeleri o kadar da önemli değildir; asıl mesele insanların kendileriyle ilgili gerçeği bilip bilmemeleridir, Günümüzde insanların bunu eski avcı toplayıcılardan veya ortaçağ köylülerinden daha iyi anladığına dair elimizde herhangi bir kanıt var mı?

Bu yazının tamamı (resimler hariç) ilgi eserin dördüncü kısımından alıntıdır.


Akademisyenler mutluluğun tarihini incelemeye sadece birkaç yıl önce başladı; hala ilk hipotezlerimizi formüle etmekle ve uygun araştırma yöntemlerini aramakla uğraşıyoruz. Daha yeni başlamış bir tartışmayla ilgili kesin sonuçlara varmak için henüz çok erken, şu aşamada önemli olan şey doğru soruları sormak ve mümkün olduğunca farklı yaklaşımlardan haberdar olmak.

Çoğu tarih kitabı büyük düşünürlerin fikirlerine, savaşçıların cesaretine, azizlerin iyiliğine ve sanatçıların yaratıcılığına odaklanır. Toplumsal yapıların örülmesi ve çözülüşüyle, imparatorlukların yükselişi ve çöküşüyle, teknolojilerin keşfi ve yayılışıyla ilgili anlatacakları çoktur ama hiçbiri tüm bunların insanların mutluluğunu ve acı çekmesini nasıl etkilediğinden bahsetmez. Bu da tarih anlayışımızdaki en büyük eksikliktir. Artık doldurmaya başlasak iyi olur.

Kendilikler ve Semboller Hakkında

$
0
0
  ‘Ben’ ya da ‘bilinçlilik’ kavramları ve “düşünmenin örtük mekanizmaları” üzerine yazdığı Gödel, Escher, Bach: Bir Ebedi Gökçe Belik adıyla türkçeleştirilen eseriyle en çok satanlar listesine giren D. Hofstadter, ondan neredeyse otuz yıl sonra yine ayni konular üzerine yazdığı “Ben Bir Garip Göngüyüm” isimli eserinin 6ncı bölümünde Kendi‘mizi ve dünyamıza ilişkin çeşitli sembolleri zihnimizde nasıl oluşturduğumuzu inceliyor.


Ben”liğin Tohumu Olarak Algısal Döngüsellik

İngilizcede özel isim ve sıfatlar dışında daima büyük harfle vazılan yegane sözcüğün, cümlenin pupa yelken yola koyulmasını sağlayan birinci tekil şahıs zamiri (yalın özne) [“I”] olmasına hep şaşırmışımdır. Bu çok çarpıcı ve garip bir uylaşım (convention) ve sözcüğün çok önemli bir şeyi ifade etmesi gerektiğini gösteriyor. Nitekim, bazı insanlar açısından –aslında belki de çoğumuz, hatta hepimiz açısından– tarifsiz bir duygu olan “Ben” ya da “birinci tekil şahıs” olma duygusu, “orada olma” ya da yalnızca “var olma” sezgisi, (bazı felsefecilerin “qualia” olarak nitelendirdikleri) o güçlü “deneyimleme” ve “işlenmemiş duyumlar yaşama” duygusu, sanki yaşamın en gerçek boyutu ve ısrarlı bir iç ses bunun bir yanılsama ya da (cansız) “üçüncü tekil şahıs” nesneler arasında gerçekleşen bazı fiziksel süreçlerin basit bir sonucu olabileceğine ilişkin her öneriyi öfkeyle dizginliyor. İşte şimdi, bu rahatsız edici iç sesle savaşmayı amaçlıyorum.

Meselenin en basit boyutuyla başlayalım: evrimle şekillenen canlı varlıklarda sağkalım en temel, otomatik ve yapısal amaçtır. Sağkalım şansını artırmak için, her canlının çevresinde gerçekleşen olaylara esneklikle tepki verebilmesi gerekir. Bu da bu canlıların, çok ilkel düzeyde de olsa yakın çevrelerinde olup bitenleri duyumsama ve sınıflandırma yetisini geliştirmek zorunda olduklarını gösteriyor (elbette dünyada yaşayan varlıkların çoğu kuyruklu yıldızların Jüpiter’e çarpmasına boş verebilirler ve bu onların güvenliğini tehlikeye atmaz). Ama dışarıda olup bitenleri duyumsama yetisi geliştikten sonra ortaya çıkan tuhaf bir yan etkinin yaşamsal önemde ve köklü bazı sonuçları var. Canlı varIıkların çevrelerinin bazı özelliklerini fark etme yeteneği kendi etrafında dönüyor ve o canlıya kendisine ait bazı özellikleri de duyumsama yetisi kazandırıyor.

Bu kendi etrafında dönmenin gerçekleşmesi hiç de şaşırtıcı ya da mucizevi bir olay değil; tersine, canlının pek de dikkat çekici olmayan sıradan bir özelliği olan algılama yetisinin bir sonucu. İşitsel geribildirimin gerçekleşebilmesinden ya da bir kameranın çektiği görüntülerin aktarıldığı bir ekrana odaklandırılması durumunda ortaya çıkanlardan daha şaşırtıcı değil. Bazıları bu kendini algılama kavramını gariplik, anlamsızlık, hatta sapkınlık olarak nitelendirebilirler, ama bu türden bir önyargı kendini algılamayı bir paradoksa dönüştürmek bir yana, onu karmaşık bir ustalık işi de kılmaz. Alt tarafı, sağkalım mücadelesi koşullarında, bu canlının ondan hiç ayrılmaksızın her zaman çevresinde olan şey … kendisidir. Peki bu canlıdan dünyasındaki bu en dikkat çekici şeye sonsuza kadar duyarsız kalması nasıl beklenebilir? İşte belki de asıl bu sapkınlık olurdu!

Böyle bir boşluk, sözcük dağarcığı sürekli genişleyen ama “söylemek”, “demek”, “sözcük”, “dil”, “anlamak”, “sormak”, “soru”, “yanıt”, “konuşmak”, “görüşmek”, “öne sürmek”, “inkar etmek”, “tartışmak, “anlatmak”, “cümle”, “öykü”, “kitap”, “okumak”, “ısrar etmek” “”betimlemek”, “çevirmek”, “açımlamak”, “yinelemek”, “yalan söylemek”, lafı dolandırmak”, “isim”, “fiil”, “fiil zamanı”, “harf”, “hece”, “çoğul”, “anlam”, “dilbilgisi”, “vurgulamak”, “atıfta bulunmak”, “telaffuz etmek”, “abartmak”, “yüksekten atmak” gibi yaygın kavramlan geliştirmeyen bir dili akla getiriyor. Böylesine kendini bilmeyen bir dil gerçekten var olsa, dil esnekleştikçe ve incelip geliştikçe bu dili konuşanlar giderek daha fazla konuşur, tartışır, yüksekten atar, ama asla bu etkinliklere değinmezlerdi ve sorular, yanıtlar ve yalanlar gibi şeyler (adları anılmamaya devam etse bile) giderek yaygınlaşıp çoğalırdı. Bertrand Russell’ın çekingen tipler kuramnın doğurduğu sakat biçimcilik gibi, bu dilin merkezindeki uçsuz bucaksız delik, onun kendine gönderme yapan herhangi bir sözcüğü, ifadesi ya da kitabı (vb) olmasını sağlayan bir mekanizmadan yoksun kılardı. Aynı şekilde, zengin algı ve sınıflandırma olanakları evrilen ama yapısal olarak kendi üzerindeki hiçbir aygıta odaklanma yetisi olmayan bir canlı varlık da buna çok benzerdi. Onun bu seçici körlüğü patolojik olur ve sağkalımını tehlikeye atardı.

Döngüsellik Çeşitleri

Kuşkusuz en ilkel canlılarda kendilik algısı çok az ya da hiç yok. Bunun gibi, bir televizyon setinin üzerine sıkıca zapt edilmiş, tıpkı madenci kaskındaki lamba gibi hep ekran dışındaki noktalara bakan ve asla televizyon ekranına odaklanamayan bir kamera da düşünebiliriz. Böyle bir televizyon düzeneğinde, kendine dönen bir döngünün imkansız olduğu açık. Nereye çevirirseniz çevirin, kamera ve televizyon seti eşzamanlı dönecek, bu da döngünün tamamlanmasını önleyecektir.

Kafamızda bu kez, ekranına yansıdığı televizyon setine sıkıca sabitlenmek yerine ona “kısa tutulmuş dizginlerle” bağlanan, daha fazla “evrilmiş”, dolayısıyla daha esnek bir düzenek canlandıralım. Kamera kordonun uzunluğu ve esnekliği ölçüsünde kendi etrafında kıvrılabileceği için televizyon ekranının hiç değilse bir bölümü kadraja girecek ve güdük bir koridor ortaya çıkacaktır. Geribildirim açısından bu düzeyde bir incelip karmaşıklaşmanın biyolojik karşılığı olarak, ev hayvanlarımızda, hatta küçük çocuklarımızda gözlemlediğimiz hafif bir kendilik-farkındalığını örnek verebiliriz.

Bir sonraki evrenin, “dizginlerin” yeterince gevşetildiği, televizyona uzun ve esnek bir kabloyla bağlı olan kameranın doğrudan ekranın ortasına odaklanabildiği bir konumlanma olduğu açık. Böylece, güdük bir koridordan daha zengin, sonsuz bir koridorun görülmesi mümkün olabilir. Ama bu durumda bile, kendini seyreden döngünün kapanma olanağı sistemin zenginliğini saptayamaz, çünkü bir sürü seçenek varlığını sürdürür. Kamera eğilebiliyor mu, eğilebiliyorsa ne kadar? İleri geri zum yapabiliyor mu? Renkli görüntü verebiliyor mu, yoksa yalnızca siyah beyaz görüntü mü yakalayabiliyor? Parlaklık ve kontrast ince ayarları yapılabiliyor mu? Görüntü çözünürlüğü ne kadar? Çevrenin gözlemlenmesine ayrılan süreyle karşılaştırıldığında, kendini gözlemlemeye ayrılan süre oranı ne? Video kameranın kendisinin de ekranda görünme olasılığı var mı? Bu durumda geriye hala üzerinde oynanabilecek böyle birçok parametre kalır; bu da potansiyel döngünün önünde çok sayıda ineelip karmaşıklaşma fırsatı bulunduğu anlamına gelir.

Görüntüyü Alma ve Algılama

Bütün bu seçeneklerin sağladığı zenginliğe rağmen, kendini seyreden bir televizyon sisteminde daima belirleyici önemde bir boyut eksiktir: basit bir görüntü alma kapasitesinin ötesinde bir algılama kapasitesi. Algılamada başlangıç noktası muazzam sayılarda minik sinyali kapsayan bir tür girdidir (bu iki boyutlu bir görüntü olabilir ama böyle olmak zorunda değil); ama algılama süreci çok daha ileriye giderek, temsili niteliklere sahip ayrık yapılardan oluşan uyku halindeki geniş bir sembol dağarcığında, ufak bir alt grubun seçilip tetiklenmesiyle sonuçlanır. Bir başka ifadeyle, kafatasının içindeki sembolleri, tıpkı varsayımsal kayçarp masasındaki simmboller gibi, beynin belli bir kategori ya da kavramı uygulamada kullandığı, tetiklenebilen fiziksel nesneler olarak düşünmek gerekiyor.

“Sembol” sözcüğünün daha önce yüklendiği ve bir bölümünden kesinlikle kaçınmak istediğim yoğun bağlantıları nedeniyle, burada sözcüğün bu yeni anlamı konusunda kısa bir şerh düşmem gerekiyor. çoğu zaman (alfabedeki harfler, sayılar, kağıt üzerindeki müzik notaları, Çince karakterler gibi) yazılı işaretleri “sembol” olarak adlandırırız. Burada kastettiğim anlam bu değil. Bazen de bir efsane, rüya ya da alegorideki nesnelerden (örneğin, anahtar, alev, yüzük, kılıç, kartal, puro, tünel) söz ederken, bunlann başka bir şeyin yerine geçen “semboller” olduğunu söyleriz. Kafamdaki anlam bu da değil. “Beyindeki sembol” deyişiyle dile getirmek istediğim, örneğin Eiffel Kulesini aklınızdan geçirdiğinizde kafatasınızın (ya da ait olduğunuz türe bağlı olarak, belki de kayçarp masanızın) içinde etkinleşen özgül yapı. O her neyse, item ben o beyin yapısını sizin “Eiffel Kulesi sembolünüz” olarak adlandırmak istiyorum.

Ayrıca sizin bir “Albert Einstein” sembolünüz, bir “Antarktika sembolünüz ve bir “penguen” sembolünüz var ve bu sonuncular bir ya da birkaç penguen gördüğünüzde ya da hiçbir penguen görmeden kafanızdan penguenleri geçirdiğinizde beyninizin içinde tetiklenen bir yapı türü. Beyninizde aynca “tekmelemek”, “öpmek” ve “öldürmek” gibi eylem kavramlan, “önünde”, “arkasında” ve “arasında” gibi ilişki kavramlan için de semboller var. O durumda bu kitapta beyindeki semboller kavramlara karşı gelen nörolojik varlıklar, tıpkı genlerin kalıtsal özelliklere karşı gelen kimyasal varlıklar olmaları gibi. Bu sembollerin her biri çoğu zaman uyku halindedir (çoğumuzun aklına pamuk şekeri, yumurtalı Çin çorbası, Aziz Thomas Aquinas, Fermat’nın son teoremi, Jupiter’in Büyük Kırmızı Lekesi ya da diş ipi otomatı nadiren gelir), ama beynimizin dağarcığında her sembol herhangi bir anda tetiklenebilir.

Alınan muazzam sayıda sinyalden bir avuç sembolün tetiklenmesine geçiş bir tür hunileme sürecinde gerçekleşir; bu süreçte ilk girdi sinyalleri elden geçirilir ya da “masaja” tabi tutulur, bu işlemin sonuçları da seçici olarak başka (daha “içsel”) sinyalleri tetikler ve bu böyle devam eder. Sinyal ekiplerinin bayrağı birbirine geçirdiği bu süreç beyinde giderek daha daralan bir yol izleyerek, sonunda başlangıçtaki girdi sinyallerinin örtülü bir türevi niteliğindeki kimliklere sahip küçük bir grup sembolün tetiklenmesiyle sonuçlanır.

Eğlenceli olacağını umduğum bir örnek verirsem, havaalanı yolcu salonunda ilerleyen bir yolcunun burun deliklerindeki sayısız mikroskobik koku seğirmesi, açlık derecesine ve geçmiş deneyimlerine bağlı olarak yolcunun beyninde “tatlı” ve “koku sembollerinin ya da “vıcık vıcık” ve “şişmanlama” sembollerinin ya da “tarçınlı çörek” ve “hemen şurada” sembollerinin ya da “yayılan kokular”, “reklamcılık”, “eşik altı uyaranlar” , “sinsice” ve “yutturmaca” gibi sembollerin birlikte tetiklenmesine yol açabileceği gibi, şu ya da bu sırayla bu on bir sembolün hepsinin tetiklenmesine de yol açabilir. Ama bu, çatıya düşen bir milyon yağmur damlası gibi herhangi bir kaynaktan gelen muazzam sayıda mikroskobik sinyalin alımından ibaret bir süreç olarak ele alınamaz; bu sembol tetiklenmelerinin her biri birer algı eylemidir.

Konuyu açıklığa kavuşturmak isterken, algılama sürecinin aşırı basit bir portresini çizdim, oysa aslında bu süreçte bol miktarda iki yönlü akış var. Sinyaller yalnızca sembollere doğru, dıştan içe yayılmıyor; geçmiş deneyimlere bağlı beklentiler, eşzamanlı olarak bazı sembollerden de dışarı doğru sinyal yayılmasına yol açıyor. İçe yönelik ve dışa yönelik sinyaller arasmda bir tür müzakere süreci başlıyor ve bunun sonucunda gerçekleşen kilitlenmeYle ham girdileri sembolik yorumla bağlantılandıran bir yol oluşuYOl. Beyinde akış yönlerinin böyle birbirine kanşması algılamayı gerçekten karmaşık bir süreç kılıyor. Ama buradaki amacımız göz önüne alındığında şu kadannı söylemek yeterli olabilir: algılama, bu iki yönlü hızlı ve telaşlı sinyal geçişleri sayesinde, girdi sinyallerinin oluşturduğu çarpışan akıntıların bir dizi sembolü tetiklemesi ya da daha az biyolojik sözcüklerle ifade edersek, bazı kavramları etkinleştirmesi demektir.

Özetlersek, görüntü ne kadar aslına uygun olursa olsun, video sisteminde eksik bir bileşen var; o da seçici olarak tetiklenebilen bir sembol dağarcığı. Sistemin herhangi bir şeyi algıladığını söyleyebilmemiz için, böyle bir sembol dağarcığının olması ve ona erişilebilmesi gerekirdi. Yine de, basit bir video sisteme bir dizi sinyal güçlendirme işlemini destekleyen çok incelikli karmaşık ek devreler ekleyerek, bu sistemde tetiklenebilme potansiyeli taşıyan bir sembol dağarcığının oluşmasına yol açabileceğimizi hayal etmekten bizi hiçbir şey alıkoyamaz. Nitekim, böyle zorlu bir mühendislik işini nasıl başarabileceğimiz üzerine düşünmek, eşzamanlı olarak hem bir canlı beyninde, hem de yapay bir zihne (ya da mesela bir uzaylı yaratığa) ait bir bilişsel sistemde algılama süreci üzerine kafa yormak açısından çok yararlı olabilir. Bununla birlikte, ister bu dünyalı olsun ister uzaylı ister yapay, gerçekleştirilecek bu türden mimari yapıların hepsinde, gelen uyaranlar tarafından tetiklenme potansiyeli taşıyan eşit ölçüde zengin bir sembol dağarcığı bulunmayacağı açık. Bu kitapta daha önce de yaptığım gibi, bir kere daha incelik ve karmaşıklık derecesini yukarı doğru kaydırmayı deneyeceğim.

Sivrisinek Sembolleri

İşe alçakgönüllü bir sivrisinekle başladığımızı varsayalım {bunu söylerken küstahlarını tanıdığımı ileri sürmüyorum). Böylesine ilkel bir canlı, dış dünya konusunda nasıl bir temsile sahip olabilir? Yani beyninin içinde barınan, algısal işlemlerde harekete geçirilebilecek nasıl bir sembol dağarcığı olabilir? Sivrisinek “orada, dışarıda” nesneler olduğunu biliyor mu ya da buna inanıyor mu? Bundan kuşkuluyum ama, yanıtın evet olduğunu varsayalım. Saptadığı nesnelere bir tür sınıflandırma uyguluyor mu? “Bilmek” ya da “inanmak” gibi sözcükler her hangi bir anlamda sivrisineğe uyar mı?

Konuyu biraz daha somutlayalım. Sivrisinek (sözcükler kullanmadan elbette) dış dünyayı “sandalye”, “perde”, “duvar”, “tavan”, “insan”, “köpek”, “kürk”, “bacak”, “baş” ya da “kuyruk” gibi zihinsel kategorilere ayırıyor mu? Bir başka deyişle, sivrisineğin beyninde böylesine soyutlamalar için semboller –tetiklenebilecek ayrık yapılar– var mı? Bu olasılık çok düşük; zaten işini sivrisinekçe görmek için böylesine “entelektüel” lükslere hiç de ihtiyacı yok. Kan geldikten sonra, ısırdığının köpek mi, kedi mi, fare mi, yoksa insan mı olduğu kimin umurunda ve tabii onun kol mu, kulak mı, kuyruk mu, yoksa bacak mı olduğundan da kime ne?

Peki o zaman bir sivrisineğin ne türden kategorileri olması gerekir? “Potansiyel bir yiyecek kaynağı” (kısacası bir “hoşluk”) ve ‘potansiyel bir konacak yer” (kısaca bir “liman”) olması türünden bir şeyin, onun kategori sistemi için yeterince zengin olacağını sanıyorum. Biz insanların “potansiyel tehdit” olarak nitelendireceğimiz belli belirsiz bir şeyin de farkında olabilir; bu hızla hareket eden bir tür gölge ya da görsel karşıtlık (kısacası “kötü” bir şey) olabilir. Bir kere daha, “belli belirsiz” sıfatıyla bile bir şeyin “farkında” olabileceğinden söz etmek biraz fazla kaçabilir. Burada meselenin özü bir sivrisineğin bu türden kategoriler için sembolleri mi var, yoksa ona sembollerin tetiklenmesiyle doruğa ulaşacak birbirini izleyen bir tür algısal sinyaller zincirini kapsamayan, daha basit bir düzenek yeterli olabilir mi sorusu.

Algı için sembollerin üzerinden atlayıp, onun yerine çok sade bir mekanizmaya başvurmak size yeterince açıklayıcı gelmediyse, o zaman şu sorular üzerinde düşünün. Tuvalet, birazcık bile olsa su düzeyinin farkında olabilir mi? Termostat belli belirsiz de olsa denetim altında tuttuğu sıcaklığın farkında olabilir mi? Isı arayan bir füze, asgari düzeyde de olsa izinden gittiği uçaktan yayılan ısının farkında olabilir mi? Exploratorium’da neşeyle sıçrayıp duran kırmızı noktanın, son derece ilkel düzeyde bile olsa neşeyle sürekli kaçtığı insanların farkında olduğu söylenebilir mi? Bu sorulara “hayır” yanıtı verdiyseniz, o zaman sivrisineğin kafasında da, tıpkı bunun gibi, farkındalık gerektirmeyen ama kanı saptamasını ve ezilip öldürülmekten kaçınmasını ve bunu hiçbir fikir kullanmadan gerçekleştirmesini sağlayacak benzer bir mekanizma hayal edin.

Sivrisineklerde Kendilik

Sivrisinek sembollerini ele aldıktan sonra, araştırdığımız konunun özüne bir adım daha yaklaşabiliriz. Sivrisineğin iç dünyası nasıl bir şey? Yani sivrisineğin “Ben”lik deneyimi nasıl bir şey? Sivrisinek ne kadar zengin bir kendilik duygusuna sahip? Bunlar çok iddialı sorular, onun için meseleyi biraz daha basit ele alalım. Sizce sivrisineğin kafasında nasıl göründüğüne ilişkin görsel bir imge var mı? Umarım benim bu konudaki kuşkulu yaklaşımımı paylaşıyorsunuzdur. Sivrisinek kanatları ya da bacakları ya da kafası olduğunu bilir mi? “Kanat” ya da “kafa” gibi fikirleri nasıl edinebilir ki? Gözleri ya da hortumu olduğunu bilir mi? İnsana bu soruyu sormak bile saçma geliyor. Bir sivrisinek böyle şeyleri nasıl anlasın? Bunun yerine sivrisineğimizin içsel durumuna ilişkin bilgileri konusunda biraz tahmin yürütelim. Sivrisineğin sıcak ya da soğuk hisleri olabilir mi? Kendisini bitkin ya da enerjik hissedebilir mi? Peki ya aç olduğunu ya da açlıktan öleceğini hissedebilir mi? Mutlu ya da üzüntülü olduğunu? Umutlu olduğunu ya da korktuğunu? Kusuruma bakmayın, ama bana öyle geliyor ki bunlar bile sivrisinek gibi alçakgönüllü, silik bir varlığın çok ötesinde şeyler.

Peki, o zaman “ağrısı olmak” ve “ağrısı olmamak” gibi daha temel şeylere ne dersiniz? Bu konuda da kuşkuluyum. Öte yandan, sivrisineğin gözünden beynine sinyaller gönderilmesini ve bunun da kanatlarına başka sinyallerin gönderilmesini sağlamasını kolayca anlayabiliyorum; sonuç olarak bu biz insanlara “Soldaki tehlikeden kaç” ya da basitçe “Buradan kaç!” şeklinde ifade edilebilecek bir refleks anlamına gelecektir; ama korkarım kısaltarak bu şekilde kendi dilimizde ifade ettiğimizde, hala sivrisinek durumun çok farkındaymış gibi bir izlenime yol açıyoruz. Sivrisineğin iç dünyasını tuvalet rezervuar sistemiyle ya da termostatla karşıIaştırmak beni oldukça mutlu ederdi ve kişisel olarak ben bunun ötesine geçmeye istekli değilim. Sivrisinek davranışı “sembol” adını hak eden hiçbir şeye başvurmaksızın gayet iyi anlaşılabilir gibi geliyor bana. Bir başka deyişle, sivrisineğin sözsüz ve kavramsız tehlikeden kaçış davranışı, biz insanların bildiği algılamadan çok, doktor çekiciyle dizimize vurduğunda dizimizin tepkisel bir refleksle tekme atmasına benziyor. Sivrisineğin dizinizden daha zengin bir iç dünyası var mı sizce?

Sivrisineğin kocaman bir dünyanın hareket eden bir parçası olduğuna ilişkin en ufak bir fikri olduğunu düşünüyor musunuz? Bir kere daha, ben bundan çok kuşkuluyum, çünkü bunun gerçekleşmesi için sivrisineğin mikroskobik beyninde türlü çeşitli soyut sembol olması, “kendim” sembolü bir yana “büyük”, “küçük”, “bölüm”, “yer”, “hareket” gibi semboller bulunması gerekirdi. Bir sivrisineğin böylesine lükslere niye ihtiyacı olsun? Bunlar onun kan bulmasına ya da daha verimli çiftleşmesine yardım eder miydi? Bu türden süslü sembolleri barındırmaya yeterli beyin gücü olan, böyle bir sivrisinek bulunduğunu varsayın, bu sivrisineğin her yere taşımak zorunda olduğu bir sürü nöronla dolu kocaman bir kafası olurdu, bu da çok daha sınırlandırılmış basit bir yapısı olan kuzenlerinden daha ağır ve daha yavaş olması anlamına gelir, kan bulma ve üreme arayışında onlarla rekabet edemeyip evrim yarışını kaybetmesi sonucunu doğururdu.

Her neyse, bana öyle geliyor ki sivrisineğin son derece verimIi minnacık sinir sisteminde algısal kategorilere (dolayısıyla da sembollere) hiç yer yok. Eğer ben yanılmıyorsam, bu bir sivrisineğin beyninde var olabilecek türde kendini algılama döngülerinin son derece düşük düzeyde olması anlamına gelecek ve sivrisineği gerçekten çok “küçük ruhlu biri” yapacaktır. Bir sivrisineğin “ruhunun” Exploratorium’da duvarlarda zıplayıp duran minik kırmızı ışık noktasıyla aşağı yukarı aynı “büyüklükte” olduğunu, bunun da bir hunekerin on milyarda birine (insan ruhunun kabaca trilyonda birine) denk geldiğini söylersem, umanm bu size günahkârlık ya da çılgınlık gibi gelmez.

Kuşkusuz benim böyle sayısal bir tahmin yapmam hafiflik, ama sivrisinek beyninde semboller olup olmadığı konusunda kendi öznel tahminimi yaparken oldukça ciddiyim. Bu yine de öznel bir tahmin ve benimle aynı görüşte olmayabilirsiniz, ama bu gibi ince noktalara ilişkin tartışmaların verı burası değil. Meselenin özü çok daha yalın ve basit: esas olarak yalnızca bu ölçüde bir karmaşıklık düzeyi atfedilebilecek, daha yüksek bir düzeyin geçerli olmadığı belli bir canlı türünden söz ediyoruz. Bana katılmıyorsamz, hayvan zihin gücü ölçeğinde aşağı yukarı gidip gelerek uygun olduğunu hissettiğiniz düzeyi kendinizin belirlemenizi öneriyorum.

Bu konuda son bir noktaya dokunmak istiyorum. Bazı okurlar sivrisineğin bakış açısına ilişkin bütün bu sorulan görünürde büyük bir içtenlikle protesto edebilirler: “Bunu bilmek mümkün mü? Biz sivrisineğın beynine ya da zihnine giremeyiz; bunu kimse yapamaz. Bildiğim kadanyla, sivrisinekler de benim kadar bilinçIii” Pekâlâ, bu görüşlere saygı duyuyorum ama bunlann içtenlikle söylenmiş olamayacağını düşünüyorum, çünkü bunlan söyleyen okurların kollanna konan bir sivrisineği, hiç düşünmeden ezip öldüreceklerinden eminim. Sivrisineklerin gerçekten kendileri kadar duyarlı olduğuna o kadar inanıyorlarsa, nasıl oluyor da sivrisinek yaşamlarını bir anda bitirmeye böyle istekli olabiliyorlar? İnsanlar kadar bilinçli olabileceğini öne sürdükleri canlı varlıkIarı infaz etmekten rahatsız olmuyorlarsa, bu insanların korkunç canavarlar olması gerekmez mi? Bence insanların fikirlerini anlamak için sözlerine değil, eylemlerine bakmalıyız.

Robot Araçlara İlişkin Bir Parantez

Daha yüksek hayvan türlerine geçmeden önce, düzgün otoyollarda ya da kayalık çöllerde kendi başlarına ilerleyebilen otomobiller konusunda kısa bir parantez açmak istiyorum. Bu türden arabaların her birinin üzerinde bir ya da birden çok televizyon kamerası (ve lazer telemetre ve diğer sensör tipleri) bulunuyor ve fazladan işlemcilerle donanmış bu sensörler aracın çevresi konusunda bir fikir edinmesine olanak veriyor. Ekranda beliren renklerin ya da ham şekillerin basit analizleri, devrilmeden ya da bir yere sıkışıp ya da saplanıp kalmadan engelleri aşmaya asla yeterli olmaz. Bu sistemin kendi hareketlerini yönetmeyi başarabilmesi için, hiç de basit olmayan, dışarıdaki seçici görüntülerle tetiklenebilen, önceden hazırlanmış bilgi paketleriyle donanmış olması gerekir. Dolayısıyla, çamura saplanmamak, su kanalı tuzağına düşmemek ya da iki kaya arasına sıkışıp kalmamak için, “yol”, “tepe”, “su kanalı”, “çamur”, “kaya”, “ağaç”, “kum” gibi çok sayıda soyutlama konusunda belli ölçüde bilgiye ihtiyacı olacaktır. Televizyon kameraları ve telemetreler (vb) aracın” algılama sürecinin” yalnızca en basit ilk evrelerinde işe yarar; biraz önce sözünü ettiğimiz çeşitli bilgi yapılarının tetiklenmesi de, sürecin sonundaki sembolik uca denk düşer.

Bir önceki cümlede “algılama süreci” sözcüklerini tırnak içine alıp almama konusunda biraz kararsız kaldım, ama tırnak kullansam da kullanmasam da lanetleneceğimi fark edip gelişigüzel bir seçim yaptım. Yani, tırnak içine almazsam, görsel girdileri işlerken bu robot araçta olup bitenlerin gerçekten bizim kendi algılamamıza benzediğini ima etmiş olacaktım, tırnak işaretlerini kullanma durumunda da, “basit makinelerin” yapabildikleri şeylerle canlı varlıkların yapabildikleri şeyler arasında aşılması mümkün olmayan bir tür uçurum olduğunu ima etmiş olacaktım. Her iki seçim de fazlasıyla ak-kara pozisyonu. Tırnak işaretlerinin gri tonları olsa, daha nüanslı bir pozisyonu tercih eder ve ikisinin arasında bir tonu kullanırdım; ne yazık ki bu mümkün değil.

Bugünün robot araçlarındaki kendi kendine seyir sistemi çok etkileyici olsa da memelilerdeki algılama düzeyinin hâlâ çok çok gerisinde; ama yine de böyle bir aracın çevresini “algılama” düzeyinin (tonu ayarlanamayan bu tırnak işaretleri için kusurumu bağışlayın!) sivrisineğin “algılama” düzeyi kadar incelip karmaşıklaştığını (bu noktada beraberliği bir ölçüde yakaladığımı umuyorum), hatta belki de çok daha inceltilip karmaşıklaşmış bir düzey olduğunu söylersem kimseye haksızlık etmiş olmam. (Valentino Braitenberg’in Vehicles [Araçlar] başlıklı kitabında bu robot araç kavramı ve bunların hangi “algılama” düzeylerine ulaşılabileceği meselesi çok güzel ele alınıyor.)

Daha fazla aynntıya girmeksizin, şunu söylememe izin verin: günümüzdeki teknolojik gelişmeler karmaşık ortamlarda yaşayan canlı sistemlerde olup bitenleri anlamamızı giderek artan ölçüde kolaylaştırdığı için, bence canlı hayvanları ve kendi kendini yöneten robotlan bu kitabın aynı bölümünde tartışmak son derece mantıklı. Bu gibi başanlar John Searle tarafından sürekli tekrarlanan hayat dogmayı, bilgisayarlann hiçbir zaman yaşam süreçlerinin basit bir “simülasyonu” olmanın ötesine geçemeyecekleri görüşünü yalanlıyor. Bir otomat son derece sert ve ürkütücü bir çöl arazisinde 300 km’den daha uzun bir mesafeyi kendi başına kat edebiliyorsa, nasıl olur da bu başarı basit bir “simülasyon olarak nitelendirilebilir? Düşman bir ortamda ulaşılan bu sağkalım başarısının, odada uçuşan ve ezilip ölmekten kurtulan bir sivrisineğininki gibi sahici olduğu çok açık.

Köpek Düşüncesi Üzerine Kafa Yorma

Algılamanın incelip karmaşıklaşması yönünde yukarı doğru tırmanan, virüslerden başlayıp bakterilere, sivrisineklere, kurbağalara, köpeklere ve insanlara uzanan saf biyolojik merdivenimizde biraz daha ilerleyelim (Birkaç basamağı atladığımın farkındayım). Yukarı doğru tırmandıkça, tabii tetiklenebilecek sembol dağarcığı da giderek zenginleşiyor; zaten “merdivende yukarı tırmanmanın” başka ne anlamı olabilirdi ki? Sırf davranışlarına bakarak karar verildiğinde kimse evcil köpeklerin saygıdeğer bir kategori dağarcığı geliştirdiklerinden kuşku duyamaz; bunlar arasında “benim pençem”, “benim kuyruğum” , “benim yemeğim”, ‘’’benim suyum”, “benim tabağım”, “içerisi”, “dışarısı”, “köpek kapısı”, “insan kapısı”, “açık”, “kapalı”, “sıcak”, “soğuk”, “gece”, “gündüz”, “kaldırım”, “yol”, “çalılık”, “çayır”, “tasma kayışı”, “yürüyüşe çıkmak”, “park”, “araba”, “araba kapısı”, “büyük sahibim”, küçük sahibim”, “kedi”, “dost komşu köpek”, “kötü komşu köpek”, “posta arabası”, “veteriner”, “top”, “yemek”, “yalamak”, “içmek”, “oynamak”, “oturmak”, “divan”, “tırmanmak”, “yaramazlık”, “ceza” gibi örnekler bulunduğu da reddedilemez. Kılavuz köpekler genellikle yüzün üzerinde sözcük öğrenirler ve bu kavramların çok farklı bağlamlarda kullanıldığı birçok duruma yanıt verirler; bu da içsel kategori sistemlerinin (yani, tetiklenebilen sembol dağarcıklarının) zenginliği konusunda hayli fikir veriyor.

Köpeklerin kategori dağarcığının özelliklerini açıklamaya çalışırken, bir dizi İngilizce sözcük kullandım, ama bir köpeğin komşu köpeğe ya da yoldan geçen bir posta arabasına tepki verişinin sözcüklerle bağlantılı olduğunu iddia etmiyorum elbette. Ama bir sözcük üzerinde özellikle durmakta yarar var; bu da “benim kuyruğum” ya da “benim tabağım” gibi kategorilerde geçen “benim” sözcüğü. Birçok okurun bir evcil köpeğin belli bir pençenin çevredeki bir nesne ya da bir başka köpeğin pençesi olmadığını, kendi pençesi olduğunu fark edebildiği konusunda bana katılacağını umuyorum. Aynı şekilde, kuyruğunu kovalayan bir köpek öyle dönüp durmasının saçmalığının farkında olamaz elbette, ama o kuyruğun kendi bedenine ait olduğunu herhalde biliyordur. Yani köpekte bir tür ilkel kendilik modeli olduğunu, köpeğin bir anlamda kendinin farkında olduğunu ileri sürüyorum. Köpekte” araba” , “top” ve “tasma kayışı” sembolleri ve diğer hayvanlar ve insanlarla ilgili semboller yanında, kendisini (yani köpeğin kendisini, yoksa sembolün kendisini değil!) temsil eden bir tür içsel serebral yapı bulunduğu kanısındayım.

Köpeklerde bunun olduğundan kuşku duyuyorsanız, peki ya şempanzeler için ne diyeceksiniz? Ya insanlarda, iki yaşındaki çocuk konusunda? Her durumda, hangi duyarlılık düzeyinde olursa olsun bu türden kendine geri dönüşlü bir sembolik yapının ortaya çıkması “Ben”Iiğin ilk kıvılcımmı oluşturur ve tıpkı minik bir toz çevresinde birikerek büyüyen kar tanesi gibi, ömür boyunca merkezdeki bu minik çekirdeğin çevresinde giderek daha karmaşık “Ben’lik duyumları toplaşacaktır.

Yetişkin köpeklerin çoğunda bir köpek sembolü olduğuna göre, bir köpek şu ya da bu anlamda kendisinin de köpek kategorisine ait olduğunu bilir mi? Aynada sahibinin “bir köpeğin” yanında durduğunu gördüğünde o köpeğin kendisi olduğunu fark eder mi? Bunlar ilginç sorular, ama yanıtlamaya kalkışmayacağım. Bu türden bir farkındalığın köpeklerdeki zihin yeteneklerinin sınırında kaldığını düşünüyorum, ama bu kitaptaki amaçlarım açısından köpeklerin bu sınırın hangi tarafında kaldığı önemli değil. Bu köpeklerle ilgili bir kitap değil zaten. Buradaki başlıca nokta, canlı bir varlığın bu kategorilerden bir bölümünü kendisine uygulamaya başladığı belli bir noktanın var olması; bu noktada canlı kendisini temsil eden bazı zihinsel yapılar oluşturmaya başlıyor ve dünyanın geri kalanıyla ilişkisinde kendisini bir tür “entelektüel bakış açısına” yerleştirme sürecine giriyor. Bu açıdan bakıldığında, bence köpekler sivrisineklerden çok daha ilerde ve sizin de benimle aynı fikirde olduğunuzu sanıyorum.

Öte yandan, köpek ruhunun insan ruhundan hayli “küçük” olduğu konusunda da benimle aynı fikirde olduğunuzu sanıyorum; öyle olmasa ikimiz de bölgemizdeki hayvan barınaklarında gün be gün başıboş köpeklerin ve çaresiz köpek yavrularının “uyutulmasına” karşı öfkeyle gösteri yapmaz mıydık7 Evsiz Insanların ve terk edilmiş bebeklerin infaz edilmesine göz yumabilir miydiniz? Peki köpeklerle insanlar arasında bir ayrım gözetmenize yol açan ne? Ruh büyüklükleri bu karşılaştırmayla ilgili olabilir mi? Sizin bir hayvan barınağında gösteri örgütlemeye karar vermeniz için, köpeklerde kaç huneker olması gerekirdi?

Köpeklerin incelik ve karmaşıklık düzeyindeki canlılar, algılama aygıtlannın kaçınılmaz bir şekilde tersine çevrilmesi ve sınırlı da olsa hiç de eften püften olmayan bir kategori dağarcığına sahip olmaları sayesinde, kendilerini daha büyük bir dünyadaki fiziksel varlıklar olarak hissetmeye yakın duyumlar geliştirmekten kaçamıyorlar. (Çöl yarışlarındaki robot araçlar değerli zamanlarını kendilerini seyrederek harcamazlar; bu, tekerleklerini fır döndürmek kadar yararsız olurdu, bu nedenle de onlardaki kendilik duygusunun incelik ve karmaşıklık düzeyi köpeğinkinden çok daha düşük.) Bir köpek böbrekleri ya da beyin kabuğu konusunda hiçbir zaman hiçbir şey bilmeyecektir, ama pençeleri, ağzı ve kuyruğu konusunda, hatta belki de dili ve dişleri konusunda bir fikri olacaktır. Kendisini aynada görmüş ve sahibinin yanında duran köpeğin aslında kendisi olduğunu fark etmiş olabilir. Ya da kendini evde çekilmiş bir videoda sahibiyle birlikte görmüş ve sahibinin kaydedilmiş sesini tanımış ve videodaki havlamanın aslında kendisine ait olduğunu fark etmiş olabilir.

Yine de, birçok açıdan çok etkileyici olsa da, bütün bunlar , normal bir insanın yaşamı boyunca sürekli gelişen kendilik ve “Ben’Iik duygusuyla karşılaştırıldığında son derece sınırlı. Bu neden böyle? Fido, Spot, Niki, Vino ya da Bulut’ta eksik olan ne?

İnsanların Köklü Biçimde Farklı Kavram Dağarcığı

İnsanlar zaman içinde diğer kuyruksuz maymunlardan ayrılırken belli bir noktada çarpıcı bir evrimsel uçurum gelişti: kategori sistemleri gelişigüzel genişleyebilme özelliği kazandı. Diğer türlerin çok belirgin sınırlılıklarına karşın, bizim zihinsel yaşamımızın önünde, aslında sınırsız bir esneklik anlamına gelen uçsuz bucaksız, dramatik bir kapı açıldı.

İnsan beynindeki kavramlar diğer kavramlarla birlikte paketlenebilme özelliği kazandı; bu gibi büyük paketler de kendi başlarına birer kavrama dönüşme olanağı kazandılar. Bir başka deyişle, artık kavramlar hiyerarşik bir şekilde birbirinin içine yuvalanabiliyor ve bu gibi yuvalanmalar gelişigüzel boyutlara ulaşabiliyordu. Bu da bana video geribildirimdeki sonsuz koridorla güdük koridor arasındaki muazzam farkı hatırlatıyor ve ben bunun basit bir rastlantısal çakışma olduğunu da düşünmüyorum.

Örneğin, yavruIarı olma fenomeni “anne”, “baba” ve “çocuk” gibi kavramlann ortaya çıkmasına neden oldu. Bu kavramların içine “anne-baba” kavramı yuvalandı; bu öncekilerin içine yuvalanmış bir kavramdı çünkü oluşumu önceki üç kavrama bağımlıydı: “anne” , “baba” ve soyut bir fikir olan “ya o ya da o” kavramları. (Köpeklerde “ya o ya da o” kavramı var mı”? Ya sivrisineklerde?) “Anne” ve “baba”kavramları bir kere ortaya çıktıktan sonra, “anneanne” (“annenin annesi”), “babaanne” (“babanın annesi”) ve “torun” (“çocuğun çocuğu”) kavramlarına, bunun ardından da “büyük nine” ve “torun çocuğu” kavramlarına kapı açıldı. Bütün bu kavramlan yuvalanma sayesinde edindik. Bunlara “abla”, “kız kardeş”, “ağabey” ve “erkek kardeş” kavramlarının eklenmesi, daha üst düzeyde yuvalanmalarla “amca”, “dayı”, “hala”, “teyze” ve “kuzen” gibi kavramlann ortaya çıkmasını sağladı. Bütün bunlar da daha da üst düzeye yuvalanmış bir kavram olan “aile” gibi kavramları ortaya çıkardı. (“Aile” kavramı bütün bu önceki kavramları veri kabul ettiği ve onlar üzerine inşa edildiği için, daha üst düzeye yuvalanmış bir kavram.)

İnsana özgü kolektif ideosferde bu türden oluşum eylemleriyle kavram inşası kartopu gibi çoğalmaya başladı ve artık bunun hiçbir sınır tanımadığı biliniyor. Türümüz kısa süre sonra kendisini “aşk macerası”, “aşk üçgeni”, “sadakat”, “baştan çıkarma”, “öç alma”, “umutsuzluk”, “delilik”, “sinir krizi”, “sanrı”, “yanılsama”, “gerçek”, “fantezi”, “soyutlama” ve “rüya” gibi kavramlara doğru sıçrarken buldu ve tabii zirveye ulaştığında da “pembe dizi” kavramıyla karşılaştı (tabii bunun içinde de “reklam arası”, “sapsarı dişler” ve “diğer çamaşır tozu” gibi kavramlar yuvalanmıştı).

Kişisel kavram dağarcığınızda önemli bir yeri olduğunu iddia etmeye hazır olduğum sıradan bir kavram gibi görünen “market ödeme kasası” kavramını ele alın. Zaten üç sözcükten oluşmasıyla yuvalanmış bir kavram olduğu izlenimini veriyor ve doğrudan esas olarak yiyecek içecek satılan bir market çıkışında ödemelerin yapıldığı kasa tezgâhının sembolü olduğunu söylüyor bize. Ama tek başına bu ifadenin sözcük yapısına baktığımızda sembolün altında yatan kavramları pek göremiyoruz. Aslında, bu kavramla ilişkili onlarca başka kavram var: “market arabası”, “sıra”, “müşteri”, “bekleme”, “çikolata şekerleme rafı”, “şeker”, “bulvar gazetesi”, “sinema oyuncuları” , “sansasyonel başlıklar”, “iğrenç skandallar”, “haftalık TV programı”, “pembe diziler”, “gençler”, “tezgahtar önlüğü”, “isim etiketi”, “kasiyer”, “yalandan selamlama”, “yazarkasa”, “tuş takımı”, “fiyatlar”, “sayılar”, “hesap”, “tarayıcı”, “barkot”, “bip”, “lazer”, “yürüyen bant”, “donmuş yiyecek”, “konserve kutusu”, “sebze torbası”, “ağırlık”, “tartı”, “indirim kuponu”, “ayırma çubuğu”, “kayan tezgah”, “paketçi”, “plastik torba”, “kağıt torba”, “kartla ödeme”, “kağıt para”, “yükleme”, “ödeme”, “kredi kartı”, “bankamatik kartı”, “aşırma”, “fiş”, “tükenmez kalem”, “imzalama” vb. vb. Liste sonsuz gibi görünüyor, oysa yalnızca insana özgü son derece sıradan bir kavramın içsel zenginliğinden söz ediyoruz.

Market ödeme kasası üzerine düşündüğümüzde her biri bir bileşen olan bu kavramların hepsinin etkinleşmesi gerekmez elbette –hepsinin etkinleşeceğine güvenebileceğimiz merkezi bir çekirdek kavramlar grubu var, ama daha çevrede yer alan kavramların çoğu etkinleşmeyebilir– ama bizim zihnimizde market ödeme kasası kavramı bütün bu kavranılan, hatta daha da fazlasını kapsıyor. Kaldı ki, zihnimizdeki diğer her kavram gibi bu kavram da başka kavramlar tarafından kapsanabiliyor. “Market ödeme kasasında doğan gönül macerası” ya da “oyuncak marketi ödeme kasası” gibi örnekleri çoğaltarak, bu dağarcığa kendiniz yeni kavramlar ekleyebilirsiniz.

Olay Belleği

Bir masanın etrafında oturup arkadaşlanmızla çene çalarken, elimizde olmadan, çoğu yıllarca önce başımızdan geçmiş olaylar geçer aklımızdan. Köpeğimizin mahallede kaybolduğu gün. Komşumuzun çocuğunun havaalanında kaybolduğu gün. Bir uçağı kıl payı kaçırdığımız gün. Bizim yetiştiğimiz ama arkadaşımızın kaçırdığı tren. Trenin bunaltıcı sıcak olduğu gün dört saat boyunca koridorda ayakta kaIışımız. Yanlış trene bindiğimiz ve bir buçuk saat trenden inemediğimiz gün. Pis pis sırıtarak elleriyle havada kum saati çizen bir adamın Marilin Monro” deyişi dışında kimsenin İngilizce konuşamadığı zamanlar. Kırsal Slovenya’da gece yansı araba kullanırken yolumuzu kaybedip neredeyse benzinimiz bittiğinde, Slovence çat pat üç beş sözcük kullanarak İtalyan sınırına ulaşmayı başarmamız. Örnekler çok artırılabilir.

Olay bir tür kavramdır, ama zaman içinde belli bir anda gerçekleşir ve belli bir adı olmadığı halde biraz özel isimler gibi her birinin kendine özgü olduğu varsayılır. Her biri “benzersiz” olduğu halde, bir önceki paragrafta adeta göz kırpan “Ne demek istediğimi anlıyorsunuz!” ses tonunun düşündürdüğü gibi, olayların da kendi kategorileri vardır. (Kıl payı uçak kaçırmak benzersiz bir olay değildir; yaşamınız boyunca sizin başınıza yalnızca bir kere gelmiş olsa bile, herhalde bu kategoriye ait birkaç örnek bilirsiniz ve sayısız başka örneği hayal edebilirsiniz.)

Olay belleği bizim, arkadaşlarımızın, okuduğumuz romanlardaki ve gördüğümüz filmlerdeki karakterlerin başından geçen, gazetelerde okuduğumuz, televizyon kliplerinde gördüğümüz türden olayların saklandığı özel depomuzdur ve bizi böylesine insan yapan uzun süreli belleğimizin başlıca bileşenini oluşturur. Olay anılarının tanık olduğumuz dış anılarla ya da tetiklenen diğer olaylarla tetiklenebileceği açık,” ama özgül olaylara ilişkin anıların hepsi çoğu zaman uykudadır (öyle olmasa çılgına dönerdik zaten).

Köpeklerin ya da kedilerin olay belleği var mı? Yıllarca ya da aylarca önce ya da hemen dün, hatta on dakika önce olan özgül olayları hatırlarlar mı? Köpeğimiz Ollie’yi koşuya çıkardığımda, bir gün önce caddenin karşı tarafındaki şirin Dalmaçyalıya “merhaba” diyebilmek için tasma kayışını nasıl zorladığını (Dalmaçyalının da aynısını yaptığını) hatırlıyor mu acaba? Üç gün önce nasıl alışılmışın dışında bir yol izlediğimizi hatırlıyor mu? Ollie’yi Şükran Günü tatili için bakım evine götürdüğümde sanki o yeri hatırlıyor, ama acaba geçen sefer (ya da herhangi bir sefer) oraya gidişinde başından geçen somut herhangi bir olayı hatırlıyor mu? Bir köpek belli bir yerden korkuyorsa, orada yaşadığı bir travmayı hatırlar mı, yoksa bu yalnızca orayla bağlantılı genel bir kötülük duygusu mudur?

Bu yazının tamamı Douglas Hofstadter'in ''I'm a Strange Loop'' (Ben bir garip döngüyüm) isimli eserinin 6ncı bölümünden alınmıştır.


Bu gibi sorular bana büyüleyici geliyor, ama burada bunlara yanıt vermem gerekmez. Hayvan farkındalığı üzerine bilimsel bir inceleme yazıyor değilim. Bütün yapmak istediğim okurların bu gibi sorular üzerine düşünmesi ve bunların bir bölümünün “evet”, bir bölümünün “hayır” yanıtını hak ettiği, bir bölümüne de şu ya da bu yönde bir yanıt veremeyeceğimiz konusunda benimle aynı fikirde olmaları. Ama asıl söylemek istediğim, diğer hayvanlardan farklı olarak biz insanlarda bütün bu bellek çeşitlerinin var olduğu; gerçekten bütün bunlar bizde fazlasıyla var. On beş yirmi yıl önce gittiğimiz tatillerde yaşadığımız olayları ayrıntılı olarak hatırlıyoruz. Bazı yerlerden ya da bazı kişilerden neden korktuğumuzu tam olarak biliyoruz. Venedik’te, Paris’te ya da Londra’da şu ya da bu kişiyle beklenmedik karşılaşma anımızı aynntılı olarak yeniden canlandırabiliriz. İnsan belleği inanılmaz zenginlikte derin ve karmaşık bir yapı. Üzerinde çalışabileceği böylesine zengin bir kavram ve anı dağarcığına sahip olan insanın dikkatini kendisine yöneltmesi kaçınılmaz olduğu gibi, kendisine odaklandığı zaman son derece derin ve karmaşık bir kendilik modeli geliştirmesinden daha doğal bir şey de yok. İşte “Ben”lik dediğimiz şey de bu derin ve karmaşık kendilik modelinden başka bir şey değil.

 

Üç Kıtaya Yayılmış İmparatorluktan Sonra “Yurt”suz Kalan Kavmin Trajedisi…

$
0
0

I.

Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülme nedenlerini en iyi anlatan veciz tanımlamalardan birini, tutuklu bulunduğu sırada “hatıralarını” yazdırırken, “Aslında önemli bir politik yanlışlık yapmadık ama, ecdadımız en başından çadırları yanlış yere kurmuşlar” diyen İkinci Abdülhamid yapar.

İlk birkaç yüzyıl, Avrasya anakaraları üzerindeki diğer toplumların gelişmişliklerinin, nüfus yoğunluklarının, askerî güç yetersizliklerinin yarattığı tarihsel koşullar, sayıca çok fazla olan, geçim kaynaklarının en önemli bölümü soygun ve yağma ekonomisine dayanan, göçebe Orta Asya kökenli savaşkan toplumların alanları ve akıncılarıyla sürdürülen yayılmanın getirdiği şaşkınlık içinde geçmişti.

Bugünün “tutunanlar” ve “tutunamayanlar”ının kökenini oluşturan, bu gök ya da kök Türkler (ya da göçebe Türkmenler) ilk büyük travmayı, Orta Asya bozkırlarından kalkıp bir tür “ileriye doğru kaçarak” Urartu, Antik Grek, Roma, Bizans gibi dünya tarihinin görüp görebileceği en görkemli kültürlerin oluşturulduğu Anadolu’ya, İstanbul’a ve Ege sahillerine gelmeleriyle yaşadılar.

1930’ların Ankara’sında, “resmi tarih” yazma zorunluluğu içinde, bu büyük yağmalama, soygun ya da “öne doğru kaçış” hareketlerinden, “Türklerin dünyaya medeniyet yaymak için yaptıkları göçler” olarak söz edilecekti.

Ön-Asya ya da Anadolu’da bin yıldan fazla yaşanmasına karşın bozkır-göçebe kültüründen Antik Grek, Roma, Bizans kültürüne giren toplulukların nasıl bir kültürel değişimin içinde bulunduğunu, bugüne değin “resmî tutunanların” bile pek çoğu hiç mi hiç anlayamadı.

Bu bağlamda başlangıçta akıncı askerî başarıların da katkısıyla, birbirlerini bütünledikleri sanılan Türk-İslam sentezi kültürünün şemsiyesi altında Osmanlı Devleti’nin tüm Batı dünyasından üstün olduğuna inanıldı.


Osmanlı Devleti, Sultan Süleyman (1520-1566) döneminde doruk noktasına ulaşmıştı. Sonra tarihsel gelişmelerin doğrultusu değişti, tarihin çarkı, bakılan yere göre değişen bir görünümle tersine ya da olması gerektiği gibi doğrusuna dönmeye başladı, Osmanlılar gerileme dönemine girdi. İkinci Viyana Kuşatması yenilgisinden sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihsel yazgısı belli oldu, hızlı bir çözülme sürecine girildi.

İngiltere, Fransa, Rusya gibi o zamanların en gelişmiş modern büyük devletleri arasında bir çıkar çatışması olmasaydı, Osmanlı İmparatorluğu’nun çok daha önce çözülüp tarihten silinmiş olacağı, bugün artık herkesin kabul ettiği genel bir görüş. Bu güçler, yıkılmanın yaratacağı politik dengesizlikleri dengelemek amacıyla, kimi yapay desteklerle bu çözülmeyi yıllarca yavaşlattılar.

Gittikçe hantallaşan devlet ve toplumsal yapının bu kadar uzun süre yaşatılmasının nedenlerini yine de “çadırların” çok stratejik (jeopolitik) bir yerde “konuşlandırılmasındaki” şansta (ya da şanssızlıkta) aramak gerekir.

İkinci Abdülhamid döneminde Fransa’dan elçi gönderilen Choiseul-Gouffier’ye verilen talimat, yalnız askeri alanda yeni düzenlemelerin yeterli olamayacağını padişaha bizzat söylenmesiydi:

  Eğer Türkiye büyük devletler arasında kalmak istiyorsa, yalnız imparatorluğunun idaresini değil, Osmanlıların karakterini de değiştirmesi gereklidir. Sultan’ın, Bâb-ı Ali’nin önde gelen yöneticilerinin bu hususta nazarı dikkati çekilmelidir.(…) Siz felaketlerinizden [asıl] kendinizi sorumlu tutmalısınız. Cehaletiniz, bilgisizliğiniz, toplumun-ordunun başıbozukluğu felaketinizin [en önemli] sebeplerini teşkil eder.
 
 

Hatta bir söylentiye göre, yine İkinci Mahmud’un önünde yapılan bir konuşmada, Avrupa’dan bütünüyle dışlanma olasılığının günden güne arttığı, Mısır’ın hemen hemen tümüyle elden gittiği bir ortamda, devlet merkezinin İstanbul’dan Konya’ya taşınması da konuşulmuştu.

Bu koşullarda Osmanlıların geri çekileceği tek toprak parçası Anadolu’ydu, fakat buradaki nüfusun da yüzde kırklara varan bölümünün Müslüman olmayan (gayrimüslim) etnik gruplardan oluştuğu görülmüştü.

ll.

Osmanlı İmparatorluğu’nun geri dönüşsüz çöküş ve çözülme sürecinin uyandırdığı alternatif toprak ve kimlik arayışı, Osmanlılıktan sonra “Osmanlı vatanseverliği” düşüncesine yol açtı, bu düşünce aydınlar ve halk arasında da önemli bir çekim gücü yarattı.

Burada yine örtük bir milliyetçilikle Türk dilinin sadeleşmesi Osmanlı vatanseverliğinin yayılması ve güçlenmesi için en temel araç olarak görülmüş, bu bağlamda “vatanseverlik” çöküş halindeki toplumu kucaklayan en temel kavramlardan-belgilerden biri olmuştu.

Namık Kemal’in Vatan Yahut Silistre yapıtının yarattığı büyük etki bunun en somut örneği olarak anımsanabilir.

Ayrıca, Namık Kemal, Şinasi’nin en ünlü dizelerini (bile) karşısına almaktan kaçınmadan tiyatro ve roman yapıtları dışında, günlük gazete köşesi yazılarında da Osmanlı vatanseverliğini sık sık işlemişti.

Örneğin, Kemal, İbret gazetesindeki 22 Mart 1873 tarihli yazısında (121. sayı), Şinasi’nin güzelim “Milletim nev-i beşerdir; vatanım ruy-i zemin” dizesini (bile) görmezlikten gelerek, vatanın her bir şeyden daha güzel ve savunulması gerekli olduğunu yazıyordu.

III.

Türk milliyetçiliğinin gündeme gelişinin dönüm noktası, olasılıkla 1821’ deki Yunan İsyanı ile birlikte ortaya çıkan yoğun şaşkınlık ve çaresizlik içinde, “bizden” olmayanlara karşı yürütülen geniş çaplı “öteki” kampanyasıdır.

Bu gelişmelere yöndeş olarak da, bundan sonraki sayfalarda biraz daha yakından odaklanarak anımsatmak istediğimiz “yurtsuzluk” ve bu yönde öne sürülen “Türklerin bir arada yaşayabilecekleri Turan Mefkûresi” kavramları gelişmişti.

Türkler bir anlamda, içlerindeki “ötekini” ve “asıl yurtları Turan”ı Yunanistan’ın bağımsızlığına kavuşmasından sonra buldular (ya da keşfedip söyleyebilmeye başladılar) ve hem politika ve günlük yaşamda, hem de edebiyatta yoğun bir şekilde bugüne değin kullanageldiler.

Millî Mücadele sırasında yayınlanmış bir propaganda kartpostalı. Üzerinde ''Halaskâran-ı İslâm'' (İslâm’ın Kurtarıcıları) yazıyor.


İzleyen yıllarda Romanya’nın, Sırpların, Bulgarların bağımsızlıklarına kavuşmasıyla başlayan psikoz içinde, “bizden” olmayanlar hep “öteki” kompleksi içinde düşünüldü.
Yüzyılın başında (Osmanlılığın ve Panislamizm’in) çözülmesinden sonra, Jön Türklerin egemen ideolojileri artık Pantürkizm’i de kapsayan “Türk milliyetçiliği” ve hatta “Turan mefkûresi” idi. Zaten Jön Türklerin ileri gelenleri hep Balkanlar’daki diğer halkların uluslaşma hareketleri içinde eğitilmişlerdi.

Bu gelişmeler İçinde 1908’ de İkinci Meşrutiyet Devrimi’nin sağladığı olanaklarla Türk milliyetçileri kendi teorik ve pratik düşüncelerini yayabilecekleri, kendilerine yeni bir gelecek öngörebilecekleri ve bunun dayanağını oluşturacak ortak bir tarih, gelenek, dil, yurt ve hatta arkeolojik köken bulacak dernekler ve yayın organları kurmaya başladılar. Bunlardan Türk Derneği ile Türk Yurdu Derneği ve dergisi ile Genç Kalemler dergisinin izleyen yılların milliyetçi hareketlerinin gelişmesinde özellikle belirleyici etkileri oldu.

IV.

Türk Derneği, olasılıkla 1908 sonlarında, Aralık ayında kurulmuştu. Yusuf Akçura kuruculardan biriydi. Artık Türkçülükte örgütlenme dönemi resmen başlamıştı: derneğin kurucuları arasında dönemin bütün önde gelen Türkçülerini görmek mümkündü.

Bu dernek tüm dünya Türklerinin birliğini (Pantürkizm), özellikle de Türk dilinin gelişimini savunmayı öngörmüş, Türkçenin yabancı kelimelerden arındırılmasında önemli katkısı olmuştu. Ayrıca Türk medeniyetinin Mısır medeniyetinden bile eski olan Sümer ve Akad’lara kaynaklık eden Turan medeniyetlerinden çıktıkları ileri sürülmüştü. Bu çalışmalar daha sonra 1932 ve 1937’lerin Türk Tarih Tezleri ve Güneş Dil Teorisi için kaynak olarak kullanıldı. Dernek üyeleri Türkolojinin temel kurallarını ortaya koymaya, Osmanlı milletinin birliğini sağlamak için Türk dilini sadeleştirmeye çalıştılar.

Bu dönemde kurulan diğer bir önemli dernek de Türk Yurdu cemiyetidir. Bu cemiyetin kurulma tarihi olarak 31 Ağustos 1911 kabul edilir. Bu cemiyetin kuruluşunda da Yusuf Akçura önemli rol oynamıştı. Ayrıca, Dr. Akil Muhtar, Ağaoğlu Ahmet, Prens Vahdettin ve diğer pek çok önde gelen isim vardı. Ancak Türk Yurdu derneğinin asıl etkinlikle bulunduğu alan (politik örgütlenmelere katılmaktan çok) yayıncılığıydı. Türk Yurdu dergisi tüm dünyadaki Türklerin üzerine bilgi toplamaya özen gösteren özellikle de bilimsel yanı ağır basan bir dergi olarak varlığını uzun süreler sürdürdü. “Damarlardaki asil kan” edebiyatı bu dergide başladı.

O dönemde Selanik’te kurulan ve yankı bulan önemli dergilerden biri olan Genç Kalemler, 1910 – 11 yıllarından itibaren çalışmalarına başlamıştı. Kurucuları arasında Ali Canip ve Ömer Seyfettin hemen ilk akla gelenlerdir. Sonradan bunlara Ziya Gökalp de katılacak, hatta “geçmişin gerçeği, günün eğiticisi ve geleceğin yaratıcısı” niteliğinde “milletin kendine güvenini artırmak için ortaya atılan dirilişçi bir ideoloji” olarak görülmesi gereken ve sadece pragmatik önemi olan ünlü “Turan” manzumesini burada yayınlayacaktı.

Türk Yurdu dergisinin bilimsel ağırlıklı ve Orta Asya’da köken arayış çabaları içinde olmasına karşılık, Genç Kalemler, Orta Asya arayışı içinde olmadan, tarihsel kökenlere vurgu getirerek toplumu yeni bir anlayış etrafında yeniden düzenlemeyi amaçlayan, milli edebiyat ağırlıklı olmuştu; hemen bütün yazarları, Yunanlıların, Bulgarların, Sırpların ve diğer etnik grupların ulusal bağımsızlık savaşı verdiği bölgelerde yaşadıkları için milliyetçiliği savunan çok sert yazılarıyla dikkat çekiyorlardı.

Burada Genç Kalemler dergisi ile Ömer Seyfettin’in yazıları, öyküleri önemli bir dönüm noktasını oluşturur. Henüz toplumda ve yazarlarda Osmanlılık duygu ve düşüncesi etkindir, ama milliyetçilik hızla gelişmektedir. Ömer Seyfettin tam bu geçiş döneminin yazandır. Bir anlamda “milli edebiyatın” ilk komple temsilcisidir. Fakat öte yandan anlaşılması hiç de zor olmayan büyük bir ikilem içindedir. Örneğin, “Beyaz Lale” adlı ünlü öyküsünde, “Öldürmeyen ulus ölmeye mahkûmdur” gibi sosyal-Darwinist savlar öne sürmüştür.

Ömer Seyfettin’in Serez’i Osmanlılardan geri alan Bulgar komitacılarına söylettiğine göre: “Katliam sosyal bir ilaçtı”, “Hak yoktu. Her şey kuvvetti. Ezmeyen ezilecek, öldürmeyen, ölecekti. Tabiatın asla değişmeyen, asla gizli kapaklı olmayan büyük kanunu zayıfın düşmanıydı” (…) “Yutulan zaaflardan kuvvet doğuyordu.

Bu söylemle birlikte Ömer Seyfettin aynı zamanda yeni oluşacak ulusun yeni insanlarını da çok ustalıkla belirleyebilmişti. Örneğin, ünlü “Pembe İncili Kaftan” öyküsündeki “Muhsin Çelebi” tiplemesi, hem ilk Osmanlı akıncılarının bir devamı gibidir, hem yozlaşmış saraya yakınlaşmadan öncü Osmanlı ruhunu korur, hem de ileride Türk-İslam sentezini oluşturacak, “bir Türk yere serdiği bir şeyi bir daha arkasına koymaz” gibi hamasi sözcüklerle ifade edilmiş olsa da geleceğin “resmî militan Türk yurttaş” kişiliğinin gururunu okşayacak temel özellikleri sergiler.

Öykülerinin çoğunun hemen her satırında Batılı, Yunan, Bulgar düşmanlığı görülmesine karşın, Ömer Seyfettin’in aynı zamanda şaşırtıcı bir “öteki”, “gavur” “Batılı” hayranlığı içinde olduğu (da) saptanır.

Yüzyıllardan gelen geleneği sürdürüp “ötekilere hem kızma, hem de öykünme, (Ömer Seyfettin’de ilk somut örneklerini gördüğümüz bu duygu ve düşünce tarzı), Batı ülkeleri dışındaki toplumların bir tür yazgısı olarak bugüne değin sokaktaki insanda, hatta aşırı milliyetçi gruplarda, yazarlarda (bile) sürüp gelir, kişilik krizlerinin, kimlik yarıklıklarının önemli nedenlerinden birini oluşturur.

V.

Orhan Pamuk, Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar yapıtı üzerine Radikal gazetesinde yayınlanan bir yazısında dolaylı yoldan bu noktaya değinir ve başarısız, mutsuz, Batılı olmayan toplumların insanlarının, Batılı toplumlara bir yandan “başarılı” oldukları için karşı çıktıklarını, hatta onları kıskandıklarını ve nefret ettiklerini, öte yandan da onların yaptıklarının haklı ve gerekli olduğuna inandıklarını, ikili psişik bir gerilim içinde bulunduklarını söyler.

Buradaki asıl ölümcül sorun, yaşanan, “öteki” ile “biz” çatışması sorununda olunmak istenen “öteki” ile “biz’’’in öz-benliğimizde tam tersi konumlarda bulunmaları, karşı çıkılan “ötekinin”, olma özlemi çekilen ama bir türlü de olamayan “biz” i imlemesidir.

VI.

Özellikle Balkanlar ve Kafkasya gibi pek çok ulusun iç içe yaşadığı sınır bölgelerinde oluşan heyecan boyutunu, duygusallığı anlatabilmek için, Samet Ağaoğlu’nun Babamdan Hatıralar kitabından Ağaoğlu Ahmet ile ilgili bir anıyı paylaşmak istiyorum:

Sonraki yıllarda Pantürkizmin önde gelen teorisyenlerinden biri olacak olan Ağaoğlu Ahmet, 1887 yılının Ağustos ayında, iki Ermeni arkadaşıyla birlikte, Tiflis-Şişa’dan eğitim için Petersburg’a gitmek üzere kendilerini tren istasyonuna götürecek arabaların yanına gelirler.

Kalabalık bir uğurlayıcı grubu toplanmıştır, Ağaoğlu Ahmet, herkesle vedalaştıktan sonra sıra annesine gelir…
Yaşadıklarını tam olarak yansıtabilmek için sözü kendisine bırakmak gerekir:

  Annem beni bir kenara çekti, çarşaflarını açtı, gömleğinin yakasından iki memesini çıkardı. Başımı onların arasına aldı ve gözyaşları içinde bana dedi ki:
- Oğlum git. Allah yardımcın olsun. Amma bana bu andı iç: Söyle ki; anne, eğer bir Hıristiyan kızı ile evlenirsem bu memelerinden emdiğim süt bana haram olsun!
Öteden herkes bize bakıyordu. Fakat annem, arkasını arabaya çevirmiş olduğundan kimse burada ne olduğunu fark edemiyordu. Ben o kadar müteessir olmuştum ki hem ağlıyor, hem annemi kucaklıyordum ve hem de arabayı unutarak, memeleri üzerindeki başımı kaldırmadan duruyordum.
Annem ince sesiyle, haydi oğlum bizi bekliyorlar, dedi, And iç!
-İçiyorum, dedim.
-Hayır dediğim gibi iç!
Onun sözlerini aynen tekrar ettim. O da son kere alnımdan öptü. Yakasını, çarşafını kapadı, arabaya yollandı.
Arabaya bindim. Teessür ‘Ve teheyyücümden bitmiş bir haldeydim.
Onların bir an evvel hareketini arzu ediyordum. Nihayet onlar gittiler ve ben de son gözyaşları ile annemden ve akrabalarımdan ayrıldım.
 
VII.

Genç Kalemler dergisinde, Ali Canip “Geleceğin Edebiyatı” adlı yazısında, Tanzimat ve Servet-i Fünun edebiyatlarının değerlendirmesini yapmış ve geleceğin edebiyatının nasıl olması gerektiğinin bir tür manifestosunu kaleme almıştı. Ali Canip bu çalışmasında, (Osmanlı Devleti’nde) modem edebiyatı yerleştirmek isteyen Tanzimat edebiyatçılarının eserlerinin gerçek insanları anlatmadığını belirtiyordu. Edebiyat-ı Cedide’nin en önemli isimleri Tevfik Fikret, Halit Ziya Uşaklıgil ve Cenap Şahabettin’in edebi eserleri şüphesiz “beşeri” idi, ama Batı edebiyatı taklidiydi. Bu eserler, Osmanlılara uygun bilinç ve atmosferden yoksun kozmopolit karakterler çizmişlerdi. Yani, bu karakterler “şahsi” değil “umumi” idi.

Oysa Ali Canip’in (olasılıkla Ziya Gökalp’in de etkisiyle) gelecek edebiyattan beklediği –Türklüğü– ayırt edici bir bilinçti. Bu bilinç, “ötekinin” belirlenmesi yoluyla “bizim” kimliğimizin ortaya konması şeklinde olacaktı.

Bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihinin yazılamamış olmasından (daha somut söylersek tarihsizlikten ve köksüzlükten) yakınılmış ve bir Türk milliyetçisi tipi çizilmeye başlanmıştı. Genel kanıya göre artık Osmanlılığa veda edilmiş, “Türklüğün” ön plana çıkarılma zamanı gelmişti. Bu bağlamda, yine Ömer Seyfettin’in yazdığı, “Pembe İncili Kaftan”, “Topuz” gibi öyküler, “öteki” üzerinden, “bizim” bilincimizi, kişiliğimizi belirlemeye yönelik önemli çalışmalardır.

Türk milliyetçiliği bilincinin oldukça hızlı gelişmesinin kökenlerinin sanıldığından hem çok daha eskilere uzandığı, hem de yoğun olduğunu varsaymamızı da olanaklı kıldığı ileri sürülür.

Fakat bu dönemde, gerek Jön Türk, gerekse Cumhuriyet döneminin önemli bir bölümünde en etkili milliyetçi kuruluş, varlığını 1911’ den 1931’e kadar sürdürecek olan Türk Ocakları’dır.

Türk Ocağı kuruluşuna öncelikle tıp fakültesi kökenli Jön Türklerin öncülük ettiği bilinir. Dönemin önde gelen Yusuf Akçura, Mehmet Emin, Ahmet Ağaoğlu, Emin Bülent, Ziya Gökalp gibi Türkçüleri, Türk Ocakları içinde de yer almış, ayrıca buralarda pek çok öğretim üyesi, edebiyatçı, politikacı seminerler vermişti. Türk Ocakları’nın, görece kısa zamanda, yine Jön Türkler üzerinden, pek çok Avrupa ülkesinde şubeleri açılmış, çalışmaları uluslararası düzeye taşınmıştı.

Türk Ocakları, varlığını Mustafa Kemal’in “Türk Tarih Tezleri”ni yazdırdığı günlere kadar sürdürebildi ve yine onun isteği üzerine, çalışmalarına 11 Mart 1931 tarihinde son vererek Cumhuriyet Halk Fırkası ile birleşip; çalışmalarını bu kez Türk Tarih Kurumu içinde sürdürmeye devam etti.

VIII.

Türkçede öykü ve roman yazımı milliyetçiliğin gelişmesiyle yöndeş ve hemen her toplumda olduğu gibi uluslaşma hareketiyle birlikte gelişti, sürdü.
Daha önce de söylediğim gibi Ömer Seyfettin bu bağlamda belki ilk anılacak isimlerden biridir, ama ardından gelen Halide Edip ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu da üzerinde tartışılması gereken sanatçılardır. Fakat, bu son iki Yazarda milliyetçilik artık çok abartılı bir temel ilke oldu. Türklerin dışındaki bütün “ötekiler” dışlanması gereken, ileri derecede olumsuz insanlar olarak gösterildi.

Bu akım “Devlet Aklı” ile yazı yazan popülist romancılarda bugüne değin sürüyor. Atilla İlhan(1925-2005) bunların en önde gelenlerinden biriydi belki, ama kesinlikle sonuncusu değildi. Örneğin, makul bir abartmayla bu grubun arasına Ahmet Altan’ı (bile) katmak çok mu haksızlık olur bilemiyorum.

IX.

Toparlamaya çalışırsak Osmanlı Devleti’nin yeni yeni uyanmaya başlayan vatandaşları, Fransız ulusu gibi bir Osmanlı ulusunu kurmayı düşlemişler, sonra, dış koşulların da zorlamasıyla Ziya Gökalp’in formülasyonuyla Osmanlılık ile Turancılık birbirlerine bağlanmış, büyük bir Osmanlı-Türk milleti oluşturabileceği düşünülmüştü.

Sonuç olarak, Türk milliyetçiliği gerçekte batılılaşmadan ve laikleşmeden İslamlaşmayı ve çağdaşlaşmayı, uygarlaşmayı öngörmüştü.

Başlangıçta “İslamlaşma” kanalı biraz daraltılmış ve bastırılmış, fakat 1950’lerden sonra, bastırılan bu kanal eskisinden de fazla bir genişlemeyle, Freud’un deyişiyle “bastırılanların geri dönüşü” olarak toplumdaki yerini almaya başlamış, Türk-İslam sentezinin oluşumunu koşullamıştı.

Bu yazının tamamı psikiatrist Serol TEBER'in Bireysel ve Toplumsal mürekkep lekesi (Rorschach) Testi niteliğinde bulduğu “Tutunamayanlar” romanı üzerine yazdığı ilginç eserin 7. bölümünden alınmıştır.


Bugün Avrupa Birliği’ne girerken düşlenen model de bundan farklı değil. Daha çok Türk milliyetçiliği, daha çok İslamcılık ve bu arada olabildiği kadar da çağdaş teknik verilerden yararlanılan bir “savunmacı modernizm” için uygarlaşma… Fakat bu tür gelişmelerin asıl kökenini oluşturan demokrasi, laiklik ve insan hakları gibi alanlar istemeden yapılan, bir anlamda göstermelik alibi vurgulamalann ötesine gitmiyor. Bu tür birkaç yönlü oynamayla da amaçlanan sağlıklı bir kimlik/ kişilik oluşturulamıyor, bunun olabilirliği umudu “Türk İslam Sentezi” serüvenine ve tarihin akışına, “Allahın dediği olur” kaderciliğine bırakılıyor.

Bu durum ise hem topluma hem de birey insanlara (modern özneye) ikiyüzlü bir kimlik ve çelişkili düşünme olanağının ötesinde bir yarar sağlayamıyor. Bu çarpık ve çıkarcı durumu hem Türk hem de Avrupa Birliği politikacıları çok iyi biliyor, gelişmeler dünya konjonktürünün, artık “Dünya Cumhuriyeti” kurma süreci için başladığı öngörülen Batı-Doğu Üçüncü Dünya Savaşı’nın (ilk aşama) evrimine göre ayarlanıyor, kullanılıyor.

Türklere de, yine öncelikle kurulması öngörülen “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi” için Amerika Birleşik Devletlerinin ve İsrail’in “kılıcı” görevi verilmesi öngörülüyor.

Zihnin Kilidini Açmak

$
0
0

Phineas Cage, 1848 yılında, Vermont’da bir demiryolunda ustabaşı olarak çalışırken kazara bir dinamit patladı. Patlama sırasında, 1 metrelik bir demir çubuk yüzüne saplanıp beyninin ön bölümlerinden geçerek kafatasının arkasından vücudunu terk etti ve 24 metre öteye düştü. Adamın ortalığa savrulan beynini gören işçiler ise geçirdikleri şokun ardından hemen doktor çağırdılar. Adamın kaza anında ölmemesi herkesi çok şaşırtmıştı.

Benim Beyin ile ilgili temel kabulüm, bizim kimi zaman zihin dediğimiz şeyin, onun anatomisinin ve fizyolojisinin sonuçlarından başka bir şey olmadığıdır.
             Carl SAGAN


Haftalarca yan uyanık durumda kalan Cage, sonunda tamamen iyileşmiş gibi gözüküyordu. (2009 yılında, yüzü ve sol gözü yaralı, yakışıklı ve kendine güveni sağlam bir insan olan Phineas Cage’in elinde demır bir çubukla çekilmiş ender bir fotoğrafı ortaya çıktı). Kazadan sonra, iş arkadaşları onun kişiliğinde keskin değişimler fark etti. Normalde neşeli, yardım etmeyi seven bir ustabaşı olan Cage, ağzı bozuk birisi haline gelmiş ve bencilce davranmaya başlamıştı. Hatta kadınlara ona yaklaşılmaması tembih ediliyordu. Onu tedavi eden Dr. John Harlow, Cage hakkında şunları söylemişti: “Cage, kaprisli ve kararsız, gelecek için birçok plan kuran, fakat gerçekleşmesi daha mümkün bir plan bulduğunda bunları hemen terk eden birisi. Bir çocuğun entelektüel kapasitesi ve tezahürünün yanı sıra, hayvan içgüdülerine de sahip olan güçlü bir adam. ”Dr. Harlow onun radikal bir şekilde değiştiğini not almıştı. Arkadaşları da onun artık Cage olmadığını söylüyordu. Cage’in 1860’ta ölümünden sonra, Dr. Harlow Cage’in kafatasını ve ona saplanan demir çubuğu sakladı. Ayrıntılı X-ışını görüntüleme sonuçlarına göre, demir çubuğun frontal lobun bulunduğu beyin bölgesinde çift taraflı ciddi bir tahribat oluşturduğu ortaya çıktı.

Bu inanılmaz kaza, yalnızca Phineas Cage’in hayatını değil; bilimin gidişatını da değiştirdi, Bundan önce, düalizm denilen ve beyin ile ruhun iki farklı yapı olduğunu savunan bir görüş egemendi. Ancak bu kaza ile Cage’ in frontal lobunun aldığı tahribata bağlı olarak kişiliğinin değiştiği apaçık ortadaydı. Bu olayın ardından da bilimsel düşüncede bir model değişikliği oldu: Belki de beyinde belirli bölgeler belirli davranışları belirliyordu.

BROCA’NIN BEYNİ

Cage’in ölümünden hemen bir yıl sonra, yani 1861 yılında bu görüş, Paris’li doktor Pierre Paul Broca’nın konuşma bozukluğu dışında bir sorunu olmayan bir hastası üstüne yaptığı çalışmaları ile desteklendi. Hasta, konuşulanları tamamen kavrıyor, fakat “tan” kelimesi dışında tek bir kelime üretemiyordu. Hastanın ölümünden sonra otopsi yaptığında, hastanın sol temporal lobunda (sol kulağın yakınları) bir lezyon olduğunu keşfetti. Sonraları Dr. Broca, benzer sorunları olan 12 hastada da beynin o alanında tahribat olduğunu görecekti, Bugün, özellikle sol temporal lobunda tahribat bulunan hastalara, Broca afazisine sahip olduğu söylenir (genellikle bu hastalıkta hastalar konuşulanları anlar, fakat birkaç kelime dışında herhangi bir şey söyleyemez).

Bundan kısa bir süre sonra. 1874’te, Alman hekim Carl Wernicke, hastalarda bunun tam tersi bir duruma yol açan bir hastalığı tanımladı. Bu hastalar tane tane ve açıkça kelimeleri söyleyebiliyor, fakat yazılı ve sözlü metinleri anlayamıyorlardı. Konuşurken, sıklıkla doğru bir dilbilgisi ve cümle yapısı kuruyor, ancak anlamsız sözcükler kullanıyorlardı. Ne yazık ki bu hastalar saçma sapan konuştuklarının da farkında değillerdi. Wernicke, otopsilerini yaptıktan sonra, hastaların temporal loblarının farklı bir bölümünde bir tahribat gözlemledi.

Wernicke ve Broca’nın çalışmaları, konuşma ve anlama bozuklukları gibi davranış bozuklukları ile beynin spesifik bölgelerinde tahribat bulunması arasında belirgin bir bağ kurdu. Bu, nörobilimde bir dönüm noktası oldu.

Savaşın neden olduğu kargaşa içinde yeni bir gelişme daha oldu. Tarih boyunca, insan vücudunun kesilip incelenmesiyle ilgili birçok dinsel tabu vardı. Savaş alanında on binlerce yaralı askerin ölmesi sonucu, işe yarar bir tıbbi tedavi geliştirmek doktorların önemli bir görevi haline geldi. 1864’de Prusya Danimarka savaşında, Alınan doktor Gustav Fritsch, tedavi amaçlı olarak birçok askerin kafa tasını açtı ve beyinlerinin sağ ve sol yanlarından herhangi birine dokunduğunda, vücutlarının ters tarafının seğirdiğini fark etti. Fritsch, sonraları beyni elektrikle uyararak beyin yarıkürelerinin vücutta ters tarafı kontrol ettiğini sistematik olarak gösterdi. Beynin elektriksel bir doğasının olması ve beynin belirli bir bölgesinin vücutta ters tarafı kontrol ettiğinin gösterilmesi, çarpıcı bir buluştu (Garip bir biçimde, beyin üzerinde elektriksel sondaların kullanılmasına ilişkin ilk kayıt, birkaç bin yıl önce MÖ 43 yıllarında Romalılar tarafından oluşturulmuştu. İmparator Claudius’un saray doktoru, şiddetli baş ağrısı şikâyeti bulunan hastalara elektrikle yüklenmiş torpido balığı uyguluyordu).

Beyin ile vücudu birbirine bağlayan elektriksel yolakların olduğu, 1930’lu yıllarda Dr. Wilder Penfield’ın havale geçiren ve hayatlarını tehdit edecek şekilde nöbetlerle acı çeken epilepsi hastalarıyla çalışmaya başlamasından önce sistematik olarak ortaya konmamıştı. Onlar için, beynin açılması ve belirli bölgelerinin çıkarılması ile yapılan cerrahi girişimler son seçenekti (Beyinde acı reseptörleri olmadığı için, Dr. Penfield bu operasyonları yalnızca lokal anestezi kullanarak gerçekleştirdi. Operasyonlar sırasında hastalar uyanık durumdaydı).

Dr. Penfield, elektrot ile beyin korteksinin belirli bölgelerini uyardığında vücudun farklı bölgelerinin yanıt verdiğini fark etti. Korteks ile insan vücudu arasında kesin ve birebir bir bağlantının kabaca çizilebileceğini de ortaya koydu. Çizimleri o kadar doğru ve kesindi ki, özgün hali neredeyse değiştirilmeden hala kullanılmaktadır. Bu buluşun, hem bilim dünyasında hem de halk arasındaki etkisi çok hızlı oldu. Kurduğu şemada, beynin hangi bölgesinin vücutta hangi bölgenin hangi fonksiyonunu kontrol ettiği görülebiliyordu. Örneğin, hatırı sayılır bir beyin bölgesinin, bizler için hayati önem taşıyan ellerimiz ve ağzımızın kontrolüne adanmış olduğunu görebilirsiniz. Sırtımızdaki sensörler uyarıları neredeyse algılayamazlar bile.

Şekil 1. Dr. Penfield tarafından beynin hangi bölgesinin vücutta hangi bölgeyi kontrol ettiğine ilişkin oluşturulan, motor kortekse ait bir harita

Penfield ayrıca, hastalarının temporal loblarını uyardığında, hastalarının uzun zaman önce unutulmuş anılarını açık bir biçimde anımsadıklarını keşfetti. Hastalarının, beyin ameliyatının ortasında; liselerinin kapısının önünde dikilmelerini, annelerinin teyzelerini telefonla arayıp bu gece onlarda kalmasını söylediğini duyduklarını ağızlarından kaçırmalarıyla şok olmuştu. Penfield, beynin derinliklerinde yatan anılan gün yüzüne çıkardığını fark etmişti. 1951’ de yayınladığı bu sonuçlar, beyine ilişkin anlayışımızda bir dönüşüm daha yaratmıştı.

BEYNİN HARİTASI

1950 ve 60’lara gelindiğinde, birkaç fonksiyonu ile birlikte, beynin farklı bölgelerinin yerini saptayan ilkel bir harita oluşturmak mümkündü.

Şekil 2. Neokorteksin birbirinden farklı, fakat birbiriyle ilişkili görevler yürüten 4 bölgesi.


Şekil 2’ de, beynin dış katmanını oluşturan ve dört loba ayrılan neokorteksi görüyoruz. Bu bölge insanlarda son derece gelişmiştir. Frontal lob dışında tüm loblar, duyularımızdan gelen sinyallerin işlenmesine adanmıştır. Frontal lobun en önemli bölgemizin işlendiği yerdir. Şu anda okuduğunuz bilgiler, prefrontal korteksinizde işlenmektedir. Bu bölgede ulaşacak hasar, aynı Phineas Cage’de olduğu gibi, geleceğe ilişkin plan ve tasarı yapmanıza engel olabilir. Duyularımızdan gelen bilginin değerlendirildiği ve gelecekte bunlara göre verilecek bir dizi tepkinin kararlaştırıldığı bölge burasıdır.

Pariyetal lob, beynimizin üst tarafında konumlanmıştır. Sağ yarıküre, duyusal dikkati ve vücut farkındalığını kontrol ederken, sol yarıküre yetenek gerektiren hareketleri ve bazı dil fonksiyonlarını kontrol eder. Bu bölgede oluşacak hasar, kendi vücut bölgelerinin yerini saptamada zorluk çekmek gibi pek çok sorun oluşturabilir.

Oksipital lob, beynimizin en arkasında konumlanmıştır ve gözlerden gelen görsel bilgileri işler. Bu bölgede oluşacak hasar, göz fonksiyonlarında azalma ve körlük gibi sonuçlar doğurur.

Temporal lob lisanı kontrol eder (yalnızca sol tarafta), bununla birlikte yüzlerini tanınması ve bazı duygusal fonksiyonların kontrolü gibi işlevleri de vardır. Bu bölgede oluşacak hasar bizi dilsiz bırakabilir, sürekli gördüğümüz yüzleri tanıyamamamıza neden olabilir.

EVRİMLEŞEN BEYİN

Kaslarımız, kemiklerimiz ve akciğerlerimiz gibi vücudun diğer organlarına baktığımızda, hemen fark edilebilecek bir uyum görülür. Ancak, beynin yapısı karmakarışık gelebilir. Hatta beynin haritasını çıkarmak bir zamanlar “budalalar için haritacılık” olarak görülürdü.

Bu rastgele gibi gözüken yapıya anlam kazandırmak için, 1967’de, Ulusal Ruh Sağlığı Enstitüsü’nden (National Institute of Mental Health) Dr. Paul Maclean, Charles Darwin’in evrim kuramını beyine uyguladı. MacLean, beyni üç bölüme ayırdı (o zamandan bu yana yapılan çalışmalar bu model üzerinde bir takım ufak değişikliklerin varlığını gösterdi, fakat biz hala beynin yapısını kapsamlı olarak tanımlamada bu modeli kullanıyoruz). Öncelikle; beyin sapı, beyincik ve bazal ganglionları içeren beynimizin merkezinin ve arka bölümünün, sürüngenlerin beyinleriyle neredeyse birebir olduğunu fark etti. “Sürüngen beyni” olarak bilinen ve denge, solunum, sindirim, kalp atımı, kan basıncı gibi temel hayvansal işlevlerin yönetildiği bu bölge, beynimizin en eski yapısıdır. Bu bölge ayrıca savaşma, avlanma, çiftleşme ve bölge tutma gibi hayatta kalma ve üreme için gerekli olan davranışları da kontrol eder. Sürüngen beyni 500 milyon yıl geriye kadar izlenebilir (Şekil 3’e bakınız).

Şekil 3. Sürüngen beyni, limbik sistem (memeli beyni) ve neokorteks (insan beyni) ile beynin evrimsel tarihi.

Sürüngenlerden memelilere evrimleştiğimizde, beyin daha karmaşık, dışa doğru gelişen ve yeni yapılar üreten bir hal aldı. Şimdi, sürüngen beynini kaplayan, beynin merkezinin yakınlarında yerleşim gösteren “memeli beyni” ya da limbik sistem ile karşılaşıyoruz. Limbik sistem, maymunlar gibi gruplar halinde yaşayan hayvanlarda öne çıkar. Bu bölge de duygularla ilgili yapılar içerir. Sosyal grupların dinamiği karmaşıklaştığından beri, potansiyel düşman, müttefik ve rakiplerin sınıflandırılmasında limbik sistem asıl rolü üstlenmektedir.

Sosyal hayvanlarda can alıcı davranışları kontrol eden limbik sistemin bölgeleri şunlardır:
• Hipokampus: Belleğe giriş kapısıdır . Burada kısa zamanlı anılar, uzun zamanlı anılara dönüşmek üzere işlenir. Tuhaf şeklini tarif eden adı “denizatı” anlamına gelir. Burada meydana gelen zedelenmeler uzun süreli belleğin oluşmasını engeller. Kişiyi bulunduğu zamana hapseder.

• Amigdala: Duyguların mevkilendiği bölgedir. Başta korku olmak üzere, duygular ilk burada kaydedilir ve oluşturulur. “Badem” anlamına gelir.

• Talamus: Burası nakil istasyonu gibidir, beyin sapından gelen duyusal sinyalleri alır ve onları kortekste çeşitli bölgelere yollar. “İç oda” anlamına gelir.

• Hipotalamus: Bu bölge, vücut sıcaklığını, günlük vücut ritmini, açlığı, susuzluğu ve üreme ile zevkin bir bölümünü kontrol eder. Talamusun altında bulunur ve adı da buradan gelir.

Son olarak, beynin dış katmanında, memeli beyninin üçüncü ve en yeni bölgesi olan serebral korteks vardır. Neokorteks (anlamı “yeni kabuk”), daha ileri bişsel davranışı yöneten serebral korteks içerisinde en son evrimsel yapıdır. En çok insanlarda gelişmiştir. Kâğıt peçete kalınlığında olmasına karşın, beyin kütlesinin yüzde seksenini oluşturur. Sıçanlarda pürüzsüz bir yüzeyi vardır, fakat insanlarda kıvrımlı bir yapıya sahiptir, bu da insan kafatasının içerisinde çok büyük bir yüzey alanının oluşmasını sağlar.

Başka bir deyişle, insan beyni, milyonlarca yıllık evrimimizin önceki basamaklarının kalıntılarını içeren, dışa doğru hem boyut hem işlev olarak büyüyen bir müze gibidir (Ayrıca bu, bir bebeğin doğduğu andan itibaren izlediği yoldur. Bebeğin beyni, dışa ve öne doğru genişler; bu hareket belki de evrim basamaklarımızı taklit etmektedir).

Neokorteksin mütevazı görünümü, biraz ayrıntılı olarak incelendiğinde aldatıcıdır. Mikroskop altında, karmakarışık yapısını takdir edersiniz. Beynin gri maddesi, nöron denilen milyarlarca küçük beyin hücrelerinden meydana gelir. Devasa bir telefon ağı gibi, nöronun bir ucunda bulunan ve asma filizine benzeyen dentritleri aracılığıyla diğer nöronlardan bilgileri alır. Nöronun öteki ucunda, akson denilen uzun bir iplik bulunur. Sonuçta akson, dentritleri yardımıyla on binlerce nörona bağlanır. İki nöronun birleşme yerinde, sinaps adı verilen küçük bir boşluk bulunur. Bu sinapslar geçit gibi davranır, beynin içinde bilgi akışını kontrol eder. Nörotransmitter adı verilen özel kimyasallar, sinapsa girerek sinyalin akışını değiştirebilirler: çünkü dopamin, serotonin ve noradrenalin gibi nörotransmitterler, sayısız yolak boyunca bilginin akışının kontrolüne yardımcı olur. Bunun ruh halimiz, duygularımız, düşüncelerimiz üzerinde güçlü etkileri vardır.

Şekil 4. Nöronun şeması, Elektriksel sinyaller sinapslara ulaşana kadar akson boyunca yol alır. Nörotransmitterler sinapsı geçen elektriksel sinyallerin akışını düzenleyebilir.


Beynin bu tanımı, 80’li yıllar boyunca süren bilgi birikimimizi temsil etmektedir. 90’larda, fizik alanında yeni teknolojilerin geliştirilmesi ve düşüncenin mekaniğinin keskin detaylarla ortaya konmaya başlanmasıyla şu anki bilimsel buluşların önü açılmıştır. Bu devrimin yaşanmasında büyük görev üstlenenlerden biri de MRG cihazıdır.
MRG: BEYİNE AÇILAN PENCERE

Bu radikal ve yeni teknolojinin düşünen beynin şifresinin çözülmesine nasıl yardımcı olduğunu anlayabilmemiz için, dikkatimizi birkaç basit fizik ilkesine çevirmemiz gerekiyor.

Radyo dalgaları, dokuya zarar vermeden içinden geçebilen elektromanyetik dalgaların bir türüdür. MRG makineleri, bu olgudan yararlanarak elektromanyetik dalgaların kafatasının içine serbest bir şekilde girebilmesini sağlar. Böylece bu teknoloji, bir zamanlar elde edilmesinin olanaksız olduğu düşünülen muhteşem fotoğrafları bize sunar: Duyuları ve duyguları hisseden beynin iç işleyişini. MRG’de dans eden ışıkları izlemek, düşüncelerin beyin içerisindeki hareketini izlemek gibidir. Bu, işleyen bir saatin içini görmeye benzer.

MRG makinesiyle ilgili fark edeceğiniz ilk şey; Dünya’nınkinin 20 ile 60 katı kadar manyetik alan üretebilen, dev bir silindir şeklinde manyetik sarımları olmasıdır. MRG makinesinin bütün odayı doldurabilmesinin, bir ton ağırlığa ulaşabilmesinin ve birkaç milyon dolar değerinde olmasının nedeni de bu büyük mıknatıstır (MRG makineleri X-ışınlarından daha güvenlidir, çünkü zararlı iyonlar üretmezler. MRG gibi üç boyutlu görüntü oluşturabilen BT tarayıcıları, sıradan X-ışını cihazlarına göre çok daha fazla doz içerir ve bundan dolayı dikkatlice ayarlanması gerekir. Buna karşılık, MRG cihazları düzgün kullanıldığında güvenli cihazlardır. Tek sorun, çalışanların özensizliğidir. Yanlış zamanda açıldığında, manyetik alan, eşyaları yüksek hızla havaya fırlatacak kadar güçlüdür. Bu yolla insanların yaralandığı, hatta öldüğü bile olmuştur).

MRG cihazı şu şekilde çalışır: Hastalar manyetik alanı oluşturan ve iki geniş sarımı içeren silindirin içine yatar biçimde yerleştirilir. Manyetik alan oluşturulduğunda, vücudunuzdaki atomların çekirdekleri adeta bir pusulanın iğnesi gibi davranır ve manyetik alan boyunca yatay olarak sıralanır. Daha sonra küçük bir radyo dalgası titreşimi yaratılır, bu da vücudumuzdaki bazı çekirdeklerin baş aşağı dönmesine neden olur. Çekirdek daha sonra normal konumuna döndüğünde ikinci bir radyo dalgası yayar, MRG cihazı da bunu analiz eder. Bu küçük “yankı”ları analiz ederek, atomların yerini ve doğasını anlamak mümkündür. Tıpkı, yoluna çıkan nesnelerin yerini sesin yankısını kullanarak belirleyen bir yarasa gibi, MRG makinesi tarafından yaratılan bu yankılar da beynin içinin harika bir resminin canlandırılmasına olanak tanır. Ardından atomların konumunu yeniden düzenleyen bilgisayarlar, bize 3 boyutlu resimler sunar.

MRG’ler ilk sunulduğunda, beynin belirli bölgelerinin sabit yapısını gösterebilmekteydi. Ancak 1990’ların ortalarında, MRG’nin, fonksiyonel MRG ya da “fMRG” denilen ve beyindeki kanda bulunan oksijenin varlığını ortaya çıkarabilen yeni bir tipi icat edildi (MRG’nin farklı tipleri için, bilim insanları bazen “MRG”nin önüne küçük harfler koyarlar. Biz de farklı MRG tiplerini belirtmek için bu kısaltmaları kullanacağız). MRG taramaları nöronlardaki elektrik akışını direkt olarak ortaya çıkaramaz, fakat oksijen nöronlara enerjiyi sağlamak için gerekli olduğundan, oksijenli kan dolaylı olarak nöronlardaki elektrik enerjisi akışını ve beyin bölgelerinin birbiriyle iletişimini izleyebilir.

MRG taramaları, düşüncenin tek bir merkezde yoğunlaşması fikrinin aksini kesinlikle kanıtlamıştır. Bunun yerine, düşünmeyle birlikte elektrik enerjisinin beynin farklı bölgelerinde dolaştığını görebilirsiniz. MRG taramaları, düşüncelerimizle oluşturulan bu yolu takip ederek Alzheimer, Parkinson, şizofreni gibi zihinsel hastalıkların doğasının anlaşılmasına yardımcı olur.

MRG cihazlarının üstünlüğü, beynin parçalarının yerini belirlemede milimetrik düzeyde hassasiyete sahip olmalarıdır. Bir MRG taraması, yalnızca iki boyutlu düzlemde “piksel” denilen noktaları oluşturmaz: 3 boyutlu uzayda “voksel” denilen, on binlerce renkli noktanın verimli ve parlak bir birleşimini beyin şeklinde oluşturur.

Farklı kimyasal elementler farklı frekanstaki radyo dalgalarına yanıt verdiğinden, radyo titreşiminin frekansını değiştirerek vücuttaki farklı elementleri tanımlayabilirsiniz. fMRC makineleri, kan akışını ölçmek amacıyla kandaki oksijen atomlarına göre tanımlanmasına karşın, MRG makineleri farklı atomları tanımak amacıyla da kullanılabilir. Son on yılda, “Difüzyon Tensör Görüntüleme – DTG” adında MRG’nin beyindeki su akışını belirleyebilen yeni bir türü keşfedildi. Su, beyinde nöral yolları takip ettiğinden. DTG bize bahçede büyüyen sarmaşıklara benzeyen güzel resimler sunar. Bilim insanları, artık hangi beyin bölgelerinin hangi bölgelere nasıl bağlı olduğunu anında saptayabilmektedir.

MRG teknolojisinin yine de birkaç eksikliği var. Uzaysal çözünürlükte emsalsiz olmasına karşın, bu makineler zamansal çözünürlükte o kadar da iyi değildir. Kanın beyin içindeki yolunu takip etmesi neredeyse bir saniye alır. Bu pek uzun bir süre değilmiş gibi görünebilir, fakat elektrik sinyallerinin beyni uçtan uca neredeyse anında kat ettiğini hatırlayın. Bundan dolayı MRG taramaları, düşünce modellerinde birkaç karmaşık detayı atlayabilir.

Dezavantajlarından biri de milyonlarca dolara mal olmasıdır. Bu yüzden doktorlar genellikle makineleri paylaşmak zorunda kalırlar. Bununla birlikte, pek çok teknoloji gibi, gelişmeler maliyetini zamanla düşürecektir.

Bu arada, fahiş fiyatlar ticari uygulamaların yürümesini engellemez. Bazı çalışmalara göre, MRG taramalarının %95 ya da daha yüksek olasılıkla yalanları tanıyabilmektedir. Bu nedenle, MRG makinelerinin yalan makinesi olarak kullanılabileceği yönünde görüşler vardır. Doğruluğunun düzeyi hala tartışmalıdır, fakat temel fikir şudur: Bir insan yalan söylediğinde, o kişi aynı zamanda doğrusunu bilmelidir; yalanı uydurur ve hızlıca aynı zamanda doğrusunu bilmelidir; yalanı uydurur ve hızlıca analiz eder. Bugün bazı firmalar, bir insan yalan söylediği zaman MRG’de o insanın prefrontal ve pariyetal loblarının parlak göründüğünü iddia etmektedir. Özellikle, “orbitofrontal korteks” (diğer fonksiyonlarıyla birlikte, bir şeyler yanlış gittiğinde bizi uyarmak için doğruluk kontrolü yapar) aktif hale gelir. Bu alan göz kürelerimizin hemen sağında bulunur, ismini de buradan alır. Kurama göre, orbitofrontal korteks, doğru ve yalan arasındaki farkı anlar ve etkin hale gelerek sonucu bize verir (superiormedial ve inferolateral prefrontal korteks gibi beynin diğer bilişsel bölgeleri de biri yalan söylediğinde aydınlanır).

Günümüzde birkaç firma, MRG makinelerini yalan makinesi olarak kullanmayı ve bu makineleri hukuk sistemine sokmayı önermektedir. Ancak, MRG taramalarının yalnızca belirli bölgelerdeki aktivite artışını gösterdiğini de önemle belirtmek gerekir. DNA taramalarının hassasiyeti 10 milyarda bir düzeyinde iken MRG makineleri bu kadar hassas değildir; çünkü bir yalan uydurabilmek için beynin birçok bölgesi kullanılır ve aynı bölgeler farklı türde düşüncelerin işlenmesinden de sorumludur.

EEG TARAMALARI

Beynin derinlemesine araştırılmasında bir başka kullanışlı araç da elektroansefalogram, yani EEG’dir. EEG ilk kez 1924 yılında duyurulmuş, fakat elektrotlardan alınan verilerin anlamlı hale getirilmesi bilgisayar teknolojisiyle mümkün olmuştur.

EEG’yi kullanmak için, hasta, yüzeyinde elektrotlar bulunan ve gelecekten gelmiş gibi görünen bir kaskı kafasına geçirir (daha gelişmiş versiyonlarda kafaya üzerinde küçük elektrotlar bulunan bir saç filesi geçirilir). Bu elektrotlar, beyinde dolaşan küçük elektriksel sinyalleri tespit edebilir.

Şekil5. Üstte, yüksek zihinsel aktivite içeren bölgeleri gösteren bir MRG taraması görülüyor. Altta, nöral yolakları ve beyindeki bağlantıları gösteren, difüzyon MRG makinesiyle çekilmiş çiçeksi bir doku görülüyor.

EEG taraması, birkaç önemli özellik bakımından MRG taramasından farklıdır. MRG taraması, beyine radyo dalgaları gönderir ve bu dalgaların yansımalarını analiz eder. Bu da radyo dalgalarını değiştirip analiz için farklı atomları seçmemize olanak sağlayarak işlemi çok yönlü kılar. Öte yandan EEG makinesi, tam anlamıyla pasiftir; beynin doğal olarak yaydığı elektromanyetik sinyalleri analiz eder. EEG, beynin tamamı boyunca dalgalanan yaygın elektromanyetik sinyalleri kaydetmeyi sağlar. Bu da bilim insanlarının; uyuma, konsantre olma, rahatlama, rüya görme vb. gibi durumlarda beynin genel etkinliğini ölçmesine olanak tanır. Farklı bilinç durumları, farklı frekanslarda titreşir. Örneğin derin uyku, saniye başına 1 ile 4 döngü arasında titreşen delta dalgalarına karşılık gelir. Problem çözme gibi aktif zihinsel durumlar, saniyede 12 ile 30 döngü arasında titreşen beta dalgalarına karşılık gelir. Bu titreşimler beynin belirli bölgelerinin, beynin ters taraflarında bulunsalar bile aralarında bilgi alışverişi yapabilmelerini ve iletişim kurabilmelerini sağlar. MRG taramaları kan akışını saniyede birkaç kere ölçebilirken, EEG elektriksel etkinliği anında ölçer.

EEG taramasının en önemli avantajı, kullanımının kolay, maliyetinin de düşük olmasıdır. Lise öğrencilerinin bile kafalarında EEG sensörleriyle kendi odalarında deneyler yapabildiklerini biliyoruz.

Geliştirilmesi on yıllar boyunca ertelenen EEG’nin önündeki en önemli engel, uzaysal çözünürlüğünün çok zayıf olmasıdır. EEG, kafatasını geçtikten sonra dağınık halde olan elektriksel sinyalleri yakalar, bu da beynin derinliklerinden kaynaklanan anormallikleri saptamada zorluk çıkarır. EEG sinyallerinin karmakarışık çıktılarına baktığımızda, bu çıktıyı hangi beyin bölgesinin oluşturduğunu söyleyebilmek neredeyse olanaksızdır. Ayrıca, parmak oynatmak gibi belli belirsiz hareketler bile sinyali bozabilir, hatta kullanılmaz duruma getirir.

PET TARAMALARI

Fiziğin bilim dünyasına kazandırdığı bir başka kullanışlı araç da Pozitron Emisyon Tomografisi. Kısaltması PET olan bu araç, beyinde hücrelere yakıt sağlayan şeker moleküllerinin, yani glikozun yerini saptayarak enerji akışını hesaplar. Benim lisede yapmış olduğum bulut odası gibi, PET taramaları da glikozun içindeki sodyum-22’nin yaydığı atomaltı parçacıkları kullanır. PET taramasını başlatmak için, hastaya içinde az radyoaktif şeker bulunan özel bir çözelti enjekte edilir. Şeker moleküllerindeki sodyum atomları, radyoaktif sodyum-22 atomları ile yer değiştirir. Sodyum atomları her bozunmada, sensörler tarafından kolayca tespit edilebilen pozitif elektronlar, yani pozitronlar yayar. Şekerin içindeki radyoaktif sodyum atomlarının yolu takip edilerek canlı beyindeki enerji akışı izlenebilir.

PET taraması ile MRG taramalarının pek çok ortak avantajı vardır, fakat PET taraması MRG görüntülerindeki hassas uzaysal çözünürlüğe sahip değildir, PET taramaları, enerji tüketiminin yalnızca dolaylı bir göstergesi olan kan akışı hesaplamasına karşın enerji tüketimini nöral aktiviteyle daha yakından ilişkili bir yolla hesaplar.

PET taramalarında bir dezavantaj daha vardır. MRG ve EEG’den farklı olarak, PET taramaları az da olsa radyoaktiftir; bu nedenle hastalar üzerinde sürekli kullanılmaz. Bu radyoaktivite riski nedeniyle, kişinin bir yılda birden fazla PET taramasına girmesine izin verilmez.

BEYİNDEKİ MANYETİZMA

Son on yılda, Transkraniyal Elektromanyetik Tarama (TES), manyetoansefalografi (MEG), yakın kızılötesi spektroskopisi (NIRS) ve bunlar gibi, nörobilimcilerin kullanabileceği birçok yüksek teknolojili cihaz geliştirilmiştir.

Özel olarak, beyindeki belirli bölgelerin faaliyetini keserek açmadan durdurmak amacıyla manyetizma kullanılmaktadır. Bu yeni araçların ardındaki temel fizik, hızla değişen elektrik alanının bir manyetik alan oluşturabilmesidir. Bunun tersi de geçerlidir. MEG’ler beyindeki elektrik alanlarının değişerek manyetik alan oluşturmasını pasif olarak ölçer. Bu manyetik alanlar zayıf ve son derece küçüktür; Dünya’nın manyetik alanının yalnızca milyarda biri kadardır. EEG gibi, MEG de zamansal çözünürlükte yüksek hassasiyete sahiptir; saniyenin binde birine kadar inebilir. Öte yandan, uzaysal çözünürlüğünün hassasiyeti yalnızca bir santimetreküptür.

MEG’nin pasif ölçümüne karşın, TES manyetik enerji patlamaları oluşturan büyük bir elektriksel itki sağlar. TES, beynin hemen yanına, saç derisinin üstüne yerleştirilir. Bu da manyetik titreşimin beyine nüfuz ederek bir diğer elektrik titreşim daha oluşmasını sağlar. Oluşan ikincil elektriksel dalga, beyinde seçilen bölgenin aktivitesinin yok olmasını ya da azalmasını sağlar.

Şekil 6. Kafatasına nüfuz etmek ve düşüncelerin doğasını anlamak amacıyla radyo dalgalan yerine manyetizma kullanan TES ve MEG görülüyor. Manyetizma, beynin bölgelerini geçici olarak susturarak bilim insanlarının güvenli bir biçimde, hastaların felç geçirmelerine bel bağlamadan, beyin bölgelerinin oynadığı rolleri saptar.

Tarihte, bilim insanları beynin belirli bölgelerini susturmada felçlere ya da tümörlere bel bağlamak zorundaydı. Ancak, TES ile zarar verilmeden beynin bazı bölümleri kapatılabilir ya da söndürülebilir. Beynin özel bir bölgesine manyetik enerji gönderildikten sonra, kişinin davranışlarının ne şekilde değiştiği izlenerek o bölgenin işlevine karar verilebilir (örneğin, kişinin sol temporal lobuna manyetik titreşimler gönderilerek konuşma yeteneğinin zıt bir şekilde etkilendiği görülebilir).

TFS’in olası bir dezavantajı, bu manyetik alanların beynin iç bölgelerine yeterince nüfuz edememesidir (çünkü manyetik alanlar, ters kare kuvvet yasasına göre elektrikten çok daha hızlı azalırlar). TES, beynin kafatasına yakın bölümlerini kapsaması açısından oldukça kullanışlıdır. Ancak manyetik alan limbik sistem gibi beynin derinlerinde konumlanmış alanlara ulaşamaz. TES’in gelecek nesilleri, manyetik alanın şiddetini ve hassasiyetini arttırarak bu teknik problemin üstesinden gelebilir.

DERİN BEYİN UYARIMI

Nörologlara hayati öneme sahip olduğunu kanıtlamış bir başka araç da Derin Beyin Uyarımı’dır (DBU). İlk olarak Dr. Penfield tarafından kullanılan problar diğerlerine göre ilkeldir. Bugün bu elektrotlar tüy inceliğinde olup beynin derin kısımlarında belirli bölgelere ulaşabilir. Bilim insanları DBU’yu yalnızca beynin birçok bölgesinin fonksiyonunu incelemede değil, ruh hastalıklarını tedavisinde de kullanabilir. DBU’nun beynin bazı bölgelerinin aşırı aktifleşmesi ve ellerin titremesinin kontrol edilememesi ile kendini gösteren Parkinson hastalığında kullanımının faydaları çoktan kanıtlanmıştır.

Çok yakın zamanda, bu elektrotlar, sıklıkla psikoterapi ve ilaçlara yanıt vermeyen, depresyonlu hastalarda aşırı aktive olan beynin yeni bölgelerinde (Brodmann alanı 25) de kullanılmaya başlanmıştır. Derin beyin uyarımı, on yıllar boyunca acı ve ızdırap çeken hastalarda neredeyse mucizevî bir iyileşme sunar.

Her yıl DBU’nun yeni bir kullanım alam keşfedilmektedir. Hatta neredeyse tüm büyük hastalıklar bu ve diğer yeni beyin tarama teknolojilerinin ışığında tekrar gözden geçiriliyor. Bu da hastalıkların tanısında ve hatta tedavisinde heyecan verici yeni alanlar açmaktadır.

OPTOGENETİK-BEYNİ AYDINLATMAK

Nörologların alet çantasındaki belki de en yeni ve en ilginç araç, bir zamanlar bilimkurgu olarak nitelendirilen optogenetiktir. Sihirli bir değnek gibi, beyine ışık huzmeleri yollayıp belirli yolları aktifleştirerek davranışların kontrolünü sağlar.

İnanılmaz bir şekilde, hücrenin ateşlenmesine neden olan ışığa hassas bir gen, cerrahi bir keskinlikle direkt olarak nöronun içerisine yerleştirilebilir. Daha sonra, ışık açılarak nöronun aktifleşmesi sağlanır. Daha da önemlisi, bilim insanlarının bu yolakları harekete geçirmesine izin verir. Bu da belirli davranışların bir anahtar yardımıyla başlatılmasını ya da durdurulmasını sağlar,

Bu teknoloji yalnızca on yıllık olmasına karşın, hayvan davranışlarının kontrolünde kendini çoktan kanıtlamıştır. Bir ışık anahtarını açarak, meyve sineklerinin anında uçmasını, solucanların kıvrılmayı bırakmasını ve farelerin delicesine etrafta koşmalarını sağlamak mümkündür. Şu aralar maymun deneyleri başlamakta, insanlarda deney yapılması da tartışılmaktadır. Bu teknolojinin, Parkinson hastalığı ve depresyon gibi bozukluklar üzerinde direkt uygulanmasıyla ilgili büyük bir umut vardır.

ŞEFFAF BEYİN

Aynı optogenetik gibi, olağanüstü bir diğer gelişim de beyni tamamen saydam hale getirerek sinirsel yolakların çıplak gözle görülmesine olanak sağlamaktır. 2013 yılında, Stanford Üniversitesi’nden bilim insanları, fare beyninin tamamını ve insan beyninin belirli bölümlerini başarılı bir şekilde saydamlaştırdıklarını duyurdular. Bu gelişme o kadar dikkat çekiciydi ki, “Bilim insanlarının araştırması için jöle kadar şeffaf beyin.” manşetiyle New York Times’ta ilk sayfada yayınlandı.

Boyutlarına inildiğinde, hücreler, tüm mikroskopik bileşenleriyle birlikte ayrı ayrı ve saydam görülür. Ancak milyarlarca hücre bir araya gelerek beyin gibi organları oluşturduğunda, lipidler (katı yağ sıvı yağ, bal mumu ve suda çözünmeyen diğer kimyasallar) organı matlaştırır. Bu yeni tekniğin kilit noktası, nöronlara dokunmadan lipidleri ortadan kaldırmaktır. Stanford’daki bilim insanları, beyni, beyindeki lipidler dışında tam moleküllere bağlanan hidrojel (çoğunluğu sudan oluşan jelimsi bir madde) içine yerleştirdiler. Beyin, elektrik alanı içeren sabunsu bir çözelti içine konulursa çözelti, yanında lipidleri de götürecek bir şekilde temizlenebilir; bu da beyni saydamlaştırır. Boyaların eklenmesi nöral yolakları görünür hale getirebilir. Bu, beyindeki birçok nöral yolağı tanımada ve haritalandırmada yardımcı olacaktır.

Dokuyu şeffaflaştırmak yeni bir şey değil, fakat beynin tamamını saydamlaştırabilmek için kusursuz olarak doğru koşulları sağlamak marifet ister. Çalışmayı yöneten birkaç bilim insanından biri olan Dr. Kwanghun Chung, yüzlerce beyni yaktığını ve erittiğini itiraf etti. Garity denilen bu yeni teknik, ayrıca diğer organlara (ve hatta yıllar boyunca formalin gibi kimyasallarda korunmuş organlara) da uygulanabiliyor. Saydam karaciğerler, akciğerler ve kalpler üretildi bile. Bu yeni teknik, tıbbın her alanında şaşırtıcı uygulamalara sahip. Özel olarak da araştırmaların ve yatırımların odağı olan beyindeki nöral yolakların konumlandırmasına hız kazandıracaktır.

DÖRT TEMEL KUVVET

İlk nesil beyin görüntülemelerinin başarısı göz kamaştırıcıydı. Onlardan önce beynin yalnızca otuz bölümü kesin olarak bilinmekteydi. Şimdiyse MRG makinesi kendiliğinden beynin iki ile üç yüz bölümünü görüntüleyerek beyin biliminde yeni ufuklar açmaktadır. Yalnızca son on beş yıl içerisinde fizikçiler tarafından geliştirilen bu kadar çok sayıda yeni görüntüleme teknolojisinin varlığı, kişinin “Daha fazlası var mı?” diye merak etmesine neden olabilir. Yanıt “evet’’tir; eski teknolojilerin geliştirilmesi ve değişikliklerin yapılmasıyla sayıları daha da artacaktır. Bu evrene hükmeden yalnızca dört tane temel kuvvetin – kütle çekimi, elektromanyetik kuvvet, zayıf çekirdek kuvveti ve şiddetli çekirdek kuvveti – varlığındandır (Fizikçiler yeni bir kuvvet bulmaya çalışmış, fakat şimdiye kadar yapılan tüm denemeler başarısız olmuştur) .

Şehirlerimizi aydınlatan ve elektrik ile manyetizma enerjilerini temsil eden elektromanyetik kuvvet neredeyse tüm yeni görüntüleme yöntemlerinin (zayıf çekirdek kuvveti tarafından yönetilen PET görüntüleme yönteminin dışında) kaynağıdır. Fizikçiler elektromanyetik kuvvetle 150 yılı aşkın süredir çalıştıklarından, yeni elektrik ve manyetik alan yaratmakta bir gizem bulunmamaktadır. Bu nedenle, herhangi yeni bir beyin görüntüleme teknolojisi, tümüyle yeni olmak yerine, daha çok eski teknolojilerin bir modifikasyonu olacaktır. Neredeyse tüm mevcut teknolojilerde olduğu gibi, bu makinelerin boyutu ve fiyatı düşecek, bu da bu aletlerin yaygın kullanımını arttıracaktır. Daha şimdiden fizikçiler MRG makinesini bir cep telefonuna sığdırmak için gerekli olan hesaplamaları yapmaya başladılar bile. Beyin görüntülemelerinde karşılaşılan temel sorun, uzaysal ve zamansal çözünürlük. Manyetik alan daha düzenli ve cihazların elektronik aksamı daha hassas oldukça MR görüntülemelerinin uzaysal çözünürlüğü de artacaktır. Şimdilik MRG Yalnızca bir milimetre kesitinde noktalar ve vokseller görüntüleyebilmektedir. Ancak her nokta yüz binlerce nöron içerebilir. Yeni görüntüleme teknolojileri bunu daha da azaltacaktır. Bu yaklaşımın ulaşabileceği son nokta, nöronları tek tek gören ve bağlantılarını gösterebilen bir MRG benzeri makinenin geliştirilmesi olacaktır.

MRG makinelerinin zamansal çözünürlüğü de sınırlıdır; çünkü beyindeki oksijenlenmiş kanın akışını analiz etmektedir. Makinenin kendisi aslında çok iyi zamansal çözünürlüğe sahiptir, fakat kan akışını izlemeye çalışmak onu yavaşlatmaktadır. Gelecekte, başka MRG makineleri nöronların ateşlenmesiyle doğrudan bağlantılı olan farklı maddelerin yerini saptayarak beynin işleyişinin gerçek zamanda analizini olası kılacaklardır. Son on beş yılın başarıları ne kadar göz alıcı olsa da, bunlar gelecekte elde edileceklerin yalnızca küçük bir kısmıdır.

BEYNİN YENİ MODELLERİ

Tarih boyunca her yeni bilimsel buluşla birlikte beynin yeni bir modeli de ortaya çıkmıştır. Beynin ilk modellerinden biri de beynin içinde yaşayan ve tüm kararları veren küçük bir adam olan “homunkulus”tur. Ancak homonkulus beyninin içinde ne olup bittiğini açıklamadığından bu model pek yardımcı olmamıştır. Belki de homunkulusun içinde saklanan başka bir homunkulus vardı.

Basit mekanik cihazların ortaya çıkmasıyla saate benzer mekanik çarkları ve dişleri olan beynin makineye benzer başka bir modeli ileri sürülmüştü. Bu, mekanik bir adam tasarlayan Leonardo da Vinci gibi bilim insanları ve mucitler için kullanışlı bir benzetmeydi.

1800’lerin sonlarına doğru, buhar gücü yeni imparatorluklar biçimlendirirken, birbiriyle yarışan enerji akımlarına dayalı bir buhar makinesinin benzetmesi ortaya çıkmıştı. Bilim insanları bu hidrolik modelin Sigmund Freud’un beyin tasarısı olan birbirleriyle sürekli mücadele halindeki (kişinin kendini ve mantıklı düşünceyi temsil eden) ego, (baskılanmış arzuları temsil eden) id ve (bilinci temsil eden) superego’ya benzerlik gösterdiğini varsaymaktaydı. Bu model yaratıcıydı, ama Freud’ un kendisi bile bunun beynin nöral düzeyde ayrıntılı araştırılmasını gerektirdiğini kabul etmişti. Bu da bir yüzyıl kadar daha süre geçmesi anlamına geliyordu.

Geçtiğimiz yüzyılın başında telefonun ortaya çıkmasıyla devasa bir telefon santrali benzetmesi ortaya çıkmıştı. Beyin büyük bir ağa bağlanmış telefon hatları örüntüsüydü, Bilinç, büyük bir panelin önünde oturan ve sürekli kabloların ucundaki soketleri takıp çıkaran uzun bir sıra halinde dizilmiş telefon operatörleridir. Ne yazık ki bu model, mesajların beyinde nasıl birbirleriyle bağlantı kurdukları hakkında hiçbir şey söylememektedir.

Transistorun bulunuşuyla bir model daha moda olmuştu: Bilgisayar. Eski moda aç-kapa devreleri yüz binlerce transistor içeren mikroçiplerle yer değiştirmiştir. Belki de zihin (transistor yerine beyin dokusuna sahip) bir “canlı bilgisayar” üzerinde işletilen bir yazılımdı. Bu, günümüze kadar gelmiş bir modeldir, fakat bazı kısıtlamaları bulunmaktadır. Transistor modeli, New York şehrinin büyüklüğünde bir bilgisayar gerektirecek hesaplamaları beynin nasıl yaptığını açıklayamamaktadır. Ayrıca, beyin bir programa, Windows gibi bir işletim sistemine ya da Pentium işlemcisine sahip değildir (Pentium işlemcisi olan bir bilgisayar son derece hızlıdır. Fakat bir tıkanma noktası vardır. Tüm hesaplamalar yalnızca bu işlemciden geçebilir. Beyinde ise durum tam tersidir. Her nöronun ateşlenmesi görece yavaştır, ama verileri eşzamanlı olarak işleyen 100 milyarlarca nöronu ama verileri eşzamanlı olarak işleyen 100 milyarlarca nöronu Dolayısıyla, yavaş bir paralel işlemci, tek bir hızlı işlemciyi gölgede bırakabilir).

En yenisi de milyarlarca bilgisayarı yöneten İnternet benzetmesidir. Bu çerçevede bilinç, mucizevî bir şekilde milyarlarca nöronun toplu davranmasıyla ortaya çıkan “gelişmekte olan bir olgudur (Bu durumla ilgili sorun, bu mucizenin nasıl oluştuğuyla ilgili hiçbir şey anlatmamasıdır. Beynin tüm karmaşıklığını, kaos kuramı halısının altına süpürmektedir).

Bu benzetmelerin her birinin gerçeklik izleri bulunduğuna ilişkin bir kuşku yoktur, fakat hiçbiri beynin karmaşıklığını yansıtmamaktadır. Bununla birlikte, (kusursuz olmamasına karşın) bir tane işe yarar bulduğum benzetme; kurum – şirket benzetmesidir. Bu benzetmede farklı ofisler arasında kanallanmış büyük bilgi akımları olan devasa bürokrasi ve otorite sırası bulunmaktadır. Ancak önemli bilgi en sonunda CEO’nun bulunduğu komuta merkezine ulaşmaktadır. Orada da son kararlar verilmektedir.

Eğer bu beyin – kurum analojisi geçerliyse o zaman beynin tuhaf özelliklerini açıklayabilir:

Bilgilerin çoğu “bilinçaltı” özelliğindedir – bu, CEO’nun bürokrasiye sürekli akın eden karmaşık bilgilerden habersiz olmasıdır. Aslında, prefrontal korteks’ e karşılık gelen CEO’nun masasına bilgilerin yalnızca ufak bir kısmı ulaşmaktadır. CEO’nun, yalnızca dikkatine değer bilgileri bilmesi gerekmektedir; yoksa gereksiz bilgiler yığını altında kaybolup giderdi.

Muhtemelen bu düzen evrimimizin bir sonucu; yoksa bir aciliyet karşında atalarımız gereksiz bilinçaltı bilgileri tarafından boğulurlardı, Hepimiz beynimizde işlenen trilyonlarca hesaplamadan habersiziz. Bu bize merhametle bahşedilmiş bir özelliktir. Ormanda bir kaplanla karşılaşan kişinin midesi, ayak parmakları ya da saçının durumu için endişelenmesi gerekmemektedir. Tek yapması gereken koşarak kaçmaktır.

“Duygular” alt seviyede bağımsız olarak verilen kararlardır. Mantıklı bir düşüncenin oluşması saniyeler gerektirdiğinden, bu bir aciliyete karşı mantıklı tepkiler vermemizi olanaksız kılar; bu yüzden alt düzeydeki beyin bölgeleri hızlıca durumu değerlendirmeli ve üstten İzin almadan bir karar, yani duygu-tepki vermelidir.

Duygular (korku, hiddet vb.), olası tehlikeler ve ciddi durumlar için komuta merkezini uyaran ve evrimimizden bu yana süregelen alt düzeyde oluşmuş anlık tehlike işaretleridir. Duygularımız üzerinde çok az bilinçli kontrol sağlayabiliriz. Örneğin, büyük bir dinleyici kitlesine yapacağımız konuşmaya ne kadar çalışırsak çalışalım her zaman tedirgin hissederiz. Zihnin Haritasını Çıkarmak (Mapping the Mind) kitabının yazarı Rita Carter şunu yazmıştır: “Duygular hiçbir şekilde his değildir. Onlar vücuttan kaynaklanan, bizi tehlikeden uzak tutmak ve bize yararı olabilecek şeylere doğru yönlendirmek için evrimleşen hayatta kalma mekanizmalarıdır.

CEO’nun dikkati için sürekli bir yaygara bulunmaktadır. Kararları veren tek bir homunkulus, CPU ya da Pentium işlemcisi bulunmamaktadır; bunun yerine komuta merkezinin içinde bulunan farklı küçük merkezler CEO’nun dikkati için sürekli rekabet içindedirler. Yani pürüzsüz, dengeli bir düşünce devamlılığı bulunmamaktadır. Bunun yerine, birbirleriyle yanşan geri bildirim döngülerinin kakofonisi egemendir. Sürekli tüm kararları veren tek ve birleşmiş bütünlük gibi görünen “ben” kavramı kendi bilinçaltımız tarafından yaratılan bir illüzyondur. Zihinsel olarak, aklımızın sürekli ve pürüzsüz bir şekilde bilgi işleyen, tüm kararlarımıza tamamıyla egemen olan tek bir varlık olduğunu hissederiz. Öte yandan, beyin görüntülemelerinden elde ettiğimiz beynimizin resmi, algıladığımızdan farklıdır. MIT’ de profesör olan ve yapay zekânın kurucularından biri olan Marvin Minsky, zihnimizin daha çok birbiriyle yarış halinde olan farklı alt modüllere sahip “zihinler topluluğuna” benzediğini söylemişti.

Harvard’da psikolog olan Steven Pinker ile görüştüğümde, ona bilincin bu kargaşanın içinden su yüzeyine nasıl çıkabileceğini sordum. O da bilincin beynimizde kopan bir fırtına gibi olduğunu söyledi. Bunun ayrıntılarına inmişti: “Bir yetkili i ‘ben’in beynimizin kontrol odasında oturup duyuların ekranlarını taradığı ve kaslarımızın butonlarına bastığı hakkında sezdiklerimiz aslında bir illüzyondur. Bilinç, beynin her bir yanına dağılmış bir olaylar girdabından oluşmaktadır. Bu olaylar ilgi için birbirleriyle yarışırlar ve her bir işlem diğerlerinden daha sesli olduğunda, beyin olayı mantıklı kılar ve başından beri yöneten tek bir benliğin var olduğu etkisini yaratır.

Son kararlar komuta merkezindeki CEO tarafından alınır. Neredeyse tüm bürokrasi, her bölümün yalnızca başkanıyla görüşen CEO’ya bilgileri toplamak ve birleştirmek için adanmıştır. CEO, komuta merkezine dolan çelişkili bilgilere aracılık etmeye çalışır. Tüm sorumluluğu burada biter. Prefrontal korteks’te bulunan CEO son kararı vermek zorundadır. Hayvanlarda kararların çoğu içgüdüsel olarak verilirken, insanlar duyularından gelen bilgileri iyice inceleyip daha üstün düzeyde kararlar verir.

•  Bilgi akışı hiyerarşiktir. Yukarıya CEO’nun ofisine doğru ya da aşağıya destek personeline doğru giden bilgi miktarının çok büyük olduğundan, bilgi çok fazla dalı bulunan, iç içe geçen ağlarda karmaşık düzen içinde düzenlenmelidir. Bunun için pek çok küçük dallara ayrılarak aşağıya doğru inen dal piramidi ve üstte komuta merkezi olan bir çam ağacı olduğunu düşünün.

Tabii ki bürokrasi ile düşüncenin yapısı arasında farklılıklar bulunur. Bürokrasinin ilk kuralı “ona verilen alanı doldurmak için genişlemesi”dir. Öte yandan, enerjiyi boşa harcamak, beynin sahip olmadığı bir lükstür. Beyin yalnızca yirmi wattlık (çok ışık saçmayan bir ampul kadar) elektrik tüketir. ama bu, muhtemelen vücut işlevselliğini yitirmeden harcayabileceği en yüksek enerjidir. Daha fazla ısı üretmeye kalkarsa doku hasarı ortaya çıkar. Bu nedenle beyin, enerjisini korumak için sürekli kısa yollar kullanır. Bu kitap boyunca sağ kalmayı başarabilmemiz için evrimin tasarladığı zeki ve yaratıcı hileleri göreceğiz.

“GERÇEKLİK” GERÇEKTEN GERÇEK Mi?

“Gördüğüme inanırım” deyimini herkes bilir. Ancak, görebildiklerimizin birçoğu yanılsamadır. Örneğin, bir manzaraya baktığımızda filmlerdekine benzer bir panorama görürüz. Gerçekte retinadaki optik sinirin konumuna uyan görüş alanımızda kocaman bir boşluk bulunur. Bu büyük çirkin siyah noktayı nereye baksak görebilmeliydik aslında. Ancak beynimiz bu boşluğu gizleyerek kapatır ve sıradanlaştırır. Bu aslında görüş yeteneğimizin bir kısmının bizi kandırmak için bilinçaltımızda yaratılan bir aldatmacadır.

Bununla birlikte, yalnızca foveayı, yani görüş alanımızın yalnızca merkezini berrak bir şekilde görebiliriz. Periferal alan enerji tasarruf etmek için bulanıktır. Öte yandan fovea çok küçüktür. Bu ufacık foveayla olabildiğince daha çok bilgi yakalayabilmek için, göz sürekli sağa sola bakar. Bu, hızlı bir şekilde yapılan hafifçe sallanma hareketine “sakkadik” hareket denir. Bu tümüyle bilinçaltı tarafından yapılır ve bize görüş alanımızın berrak ve odaklı olduğu hissini verir.

Küçük bir çocukken elektromanyetik (EM) spektrumu tüm görkemiyle gösteren bir şemayı ilk kez gördüğümde şok olmuştum. EM spektrumun göremediğimiz kısımlarından (kızılötesi ışık, morötesi ışık, X ışını, gama ışını gibi) habersizdim. Yavaş yavaş gözlerimle görebildiklerimin gerçeğin yalnızca ufak, kaba bir yaklaşımı olduğunu fark etmeye başladım (İngilizcede “görünen ve olan aynı şey olsalardı bilime gerek kalmazdı” diye bir deyim vardır). Retinada yalnızca kırmızı, yeşil ve maviyi görebilen sensorlar vardır. Bu aslında sarı kahverengi, turuncu ve diğer bir sürü rengi hiçbir zaman göremediğimiz anlamına gelir. Bu renkler vardır, fakat beynimiz bunları kırmızı, yeşil ve maviyi farklı yoğunluklarda karıştırarak görebilir (Bunu renkli televizyona çok yakından baktığında görebilirsiniz. Aslında, yalnızca kırmızı, yeşil ve maviyi içeren noktalar toplulukları görebiliyorsunuzdur. Renkli televizyon aslında bir yanılsamadır.

Gözlerimiz, derinliği görebildiğimizi sanmamıza neden olarak da bizi aldatır. Gözlerimizin retinaları iki boyutludur, ama birkaç santim mesafeyle iki ayrı gözümüz olduğundan sağ ve sol beynimiz ikisinden gelen resimleri birleştirir ve üçüncü bir boyut gördüğümüzü hissettirir. Bir nesnenin bizden ne kadar uzakta olduğunu da, kafamızı hareket ettirdiğimizde nasıl hareket ettiğini gözlemleyerek anlayabiliriz. Buna da paralaks denir (Bu paralaks çocukların “gökyüzündeki Ay beni takip ediyor demelerinin nedenini açıklamaktadır. Beyin Ay kadar uzak bir cismin paralaksını anlamakta zorluk çektiğinden. Ay her zaman “hemen arkalarında” olan sabit bir uzaklıktaymış gibi gelir; aslında bu, beynin kestirmeyi tercih etmesinden dolayı ortaya çıkan bir yanılsamadır).

AYRIK BEYİN PARADOKSU

İlginç bir olgu olan ayrık beyin hastalarında, şirket içindeki hiyerarşiye bağlı olarak, beynin mevcut yapısından ayrıldığı görülebilir. Beynin alışılmamış özelliklerinden biri de neredeyse iki aynı sağ ve sol yandan ya da yarıküreden oluşmasıdır. Beynin bir yarıküresi tamamen çıkarılsa bile geri kalanı işlevini sürdürebildiği için, bilim insanları uzunca bir süre bu gereksiz çokluğu merak etmiştir. Peki, her yarıküre kendi bilincine sahipse bu tek kafatası içinde iki bilincimiz olduğu anlamına mı geliyor?

California Teknoloji Enstitüsü’nden Dr. Roger W. Sperry, 1981’de, beynin iki yarıküresinin tıpa tıp kopya olmadığını, ikisinin farklı görevler yürüttüğünü göstererek Nobel aldı. Bu sonuç, nörolojide sansasyon yarattı (ayrıca, hayatınıza sağ beyin – sol beyin ayrışmasını uygulamayı iddia eden kişisel gelişim kitapları endüstrisini de etkiledi)

Dr. Sperry, beynin iki yarısının kontrolden çıkarak geribildirim döngüleri yaratmasıyla ortaya çıkan büyük epilepsi nöbetleri geçiren hastaları tedavi ediyordu. Geribildirim döngüleri nedeniyle kulaklarında bir mikrofonun ötmesine benzer sesler duymak, bu hastalığı hayatı tehdit edici kılabilir. Dr. Sperry iki yarıküreyi birbirine bağlayan korpus kallozumu ayırmakla başladı, bu sayede iki yarıkürenin bağlantısı kesiliyor ve sonucunda da vücudun sağ ve sol yansı ile ilgili bilgi alışverişi bitiyordu. Bu da genellikle nöbetleri kesiyordu.

Başta, bu ayrık beyin hastaları tamamen normal görünmüştü. Uyanıktılar ve hiçbir şey olmamış gibi muhabbet edebiliyorlardı. Ancak dikkatli analizler, bu hastalarda çok farklı şeyler olduğunu gösterdi.

Normalde, iki yarıküre arasında düşünceler gidip gelerek birbirini tamamlar. Sol beyin daha analitik ve mantıksaldır. Sözel yetenekler burada bulunur. Sağ beyin ise daha sanatsal ve bütünseldir. Sol beyin baskın olandır ve son kararları o verir. Komutlar, sağ beyin ve sol beyin arasında korpus kallozum aracılığıyla gidip gelir. Ancak, bu bağlantı kesilirse bu sağ beynin sol beynin diktatörlüğünden kurtulup özgürlüğünü kazanması anlamına gelir. Belki de sağ beyin kendi iradesine sahip olup baskın olan sol beynin istekleriyle çelişecektir.

Kısaca, bazen aynı kafatasında vücudun kontrolü için yarışan iki farklı irade bulunabilir. Sanki yabancı bir uzantıymış gibi sol elin kendi kendine hareket etmeye başlaması (sağ beyin tarafından kontrol edilir) tuhaf bir durum yaratabilir.

Bir adamın, bir eliyle karısına sarılacağı sırada, diğer elinin farklı bir gündemi olduğunu fark ettiği bir vaka vardır. Karısına bir sağ kroşe geçirir. Bir diğer vakada ise bir kadın, bir eliyle bir elbiseyi seçerken diğer elinin tümüyle farklı bir kıyafeti seçtiğini söylemiştir. Bir başka adam da geceleri uyumada zorluk çektiğini, çünkü diğer asi elinin gece onu boğacağını düşündüğünü, belirtmiştir.

Bazen, bir elin diğerini kontrol etmekte zorlanmasından ötürü, ayrık beyin hastaları kendilerini çizgi filmde yaşıyormuş gibi sanabilirler. Doktorlar, kimi zaman bunu Dr. Strangelove sendromu olarak adlandırırlar; çünkü bu filmde bir elin diğer elle savaşmak zorunda kaldığı bir sahne vardır.

Dr. Sperry, ayrık beyin hastaları üzerindeki ayrıntılı çalışmalarının sonucunda, iki farklı zihnin tek beyni yönetebileceği sonucuna vardı. Dr. Sperry, her iki yarıkürenin kendi düzeni içerisinde, karakteristik olarak insan düzeyinde algılayan, düşünen, hatırlayan, mantık yürüten, istekleri olan ve duygulanan birer bilinçli sistem olduğunu söylemiş ve şöyle devam etmiştir: “Sol ve sağ yarıkürenin ikisi de aynı anda farklı, hatta karşılıklı çelişkiye düşerek paralel çalışan zihinsel deneyimlerde bilinçli olabilirler” .

Ayrık beyin ile ilgili bir otorite olan Santa Barbara California Üniversitesi’nden Dr. Michael Gazzaniga ile görüştüğümde, ona bu kuramıyla ilgili nasıl deneyler yapılabileceğini sordum. Diğer yarıkürenin bilgisi gerekmeksizin, ayrı ayrı her iki yarıküreyle de farklı yollarla bağlantı kurulabilir. Örneğin, deneğe özel gözlükler giydirilip yarıkürelerin her birine soru yöneltmek kolay olsun diye her göze farklı sorular sorulabilir. Zor kısım, her yarıküreden bir yanıt almaya çalışmaktır (konuşma merkezleri yalnızca sol beyinde bulunduğundan) sağ beyin konuşamadığı için ondan yanıt almak zordur. Dr. Gazzaniga sağ beynin ne düşündüğünü öğrenmek için “dilsiz” sağ beynin Scrabble oyununun harflerini kullanarak “konuşabileceği” bir deney tasarladığını söyledi.

Hastanın sol beynine, mezun olduktan sonra ne olmak istediğini sorarak başladı. Hasta tasarımcı olmak istediğini söyledi. Fakat (dilsiz) sağ beyine aynı şey sorulduğunda işler ilginçleşmeye başladı. Sağ beyin” araba yarışçısı” sözcüklerini yazdı. Sağ beyin, sol beynin haberdar olmadığı gelecek için farklı bir plan yapmaktaydı. Sağ beyin tam anlamıyla kendi zihnine sahipti.

Rita Carter, “Bunun olası sonuçları şaşırtıcıdır. Bizlerin, kafatasımızın içinde olduğunu sandığımız her günkü varlıktan farklı bir kişiliğe, hırs ve benliğe sahip bir dilsiz tutsak taşıyor olabileceğimizi göstermektedir” diye yazmıştır.

Belki de, sıkça duyulan “içinde özgür kalmayı arzulayan biri var” deyiminin bir gerçeklik payı vardır. Bu, iki farklı yarıkürenin farklı inançlara sahip olabileceği anlamına gelir. Örneğin, nörolog V. S. Ramanchandran bir ayrık beyin hastasına inançlı olup olmadığını sorduğunda, hastasından ateist olduğu yanıtını almış, fakat sağ beyni inançlı olduğunu beyan etmiştir. Anlaşılan, aynı beyinde iki karşıt dini inanç barınabilir. Ramanchandran şöyle devam ediyor: “O kişi öldüğünde ne olacak? Bir yarıküreyi cennete, diğeri cehenneme mi gidecek? Bunun yanıtını bilmiyorum”, (Bu akla yatkın bir durum, bu nedenle bir ayrık beyin hastası aynı anda hem cumhuriyetçi hem de demokrat olabilir. Ona kime oy vereceğini sorarsanız, o size sol beynin gösterdiği adayı verecektir, çünkü sağ beyin konuşamaz. Fakat oy kabinine girdiğinde düğmeye tek eliyle basacağı için ortaya çıkacak karmaşayı tahmin edebilirsiniz).

SORUMLU KiM?

Baylor Tıp Fakültesi’nden Dr. David Eagleman, bilinçaltı problemini anlayabilmek için epey vakit harcayan ve çokça araştırma yapan birisidir. Onunla röportaj yaptığımda, şunu sordum: “Zihinsel işlemlerimizin çoğu bilinçaltı seviyesindeyse bu önemli olguyla ilgili neden bu kadar bilgisiziz?” Bana, ona miras kalan tahtı devralan, krallıktaki her şeyle ilgili itibarı kendi üzerine alan, fakat krallığın sürdürülebilmesi için gerekli olan binlerce görevli, asker ve işçiden en ufak haberi olmayan genç bir kral örneğini verdi.

Politikacı, eş, dost ve gelecekteki uğraşlarımızın seçimlerinin tamamı bilinçli olmadığımız şeylerin etkisi altındadır [örneğin, bu garip bir sonuç; Dr. Eagleman, ismi Denise ve Dennis olan insanların oransız bir şekilde diş hekimi (İngilizcede bu isimlere benzeyen “dentist” sözcüğü diş hekimi demektir), ismi Laura ya da Lawrence olanların avukat (İngilizcede bu isimlere benzeyen “lawyer” sözcüğü avukat demektir), ismi George ya da Georgina olanların jeolog (İngilizcede bu isimlere benzeyen (“geologist” sözcüğü jeolog demektir) olmaya daha yatkın olduğunu söylüyor]. Bu ayrıca, “gerçeklik” olarak dikkate aldığımız şeyin aslında beynin boşlukları doldurmak için yaptığı tahminler olduğu anlamına gelir. Her birimiz gerçekliği biraz farklı görürüz. Örneğin Dr. Eagleman şuna işaret ediyor: “Kadınların en az yüzde 15’i, onlara fazladan (dördüncü) bir fotoreseptör veren bir mutasyonla doğar, bu da üç farklı tip fotoreseptör bulunduran ve çoğunluğu oluşturan insanlara aynı gibi görünen iki farklı rengi birbirinden ayırt edebilmelerini sağlar.

Açıkça, düşüncenin mekaniğini anlamak, daha fazla soru doğuruyor. Komuta merkezi, asi bir gölge komuta merkeziyle karşı karşıya gelirse ne olur? İkiye ayrılabiliyorsa, biz “bilinç demekle neyi kastediyoruz ki? “Kişilik” ve “kendinin farkında olmak” arasındaki ilişki nedir?

Bu sorulara yanıt verebilirsek yanıtları belki de bizimkinden tamamen farklı bir bilince sahip olabilecek robotların ya da uzaylıların bilincini anlamamıza yardımcı olacak.

O zaman, şu soruyu açıkça yanıtlamaya çalışalım: “Bilinç nedir?”

Otoriter Büyümenin Karşı Konulmaz Cazibesi

$
0
0
  Dai Guofang Çin’deki yaklaşan kentsel patlamayı önceden fark etmişti. 1990’larda Çin’in her tarafına yeni otoyollar, iş merkezleri, rezidanslar ve gökdelenler inşa ediliyordu ve Dai bu büyümenin gelecek 10 yılda hızını daha da artıracağını düşünüyordu. Şirketi Jiangsu Demir Çelik’in bir düşük maliyetli üretici olarak, özellikle de devlete ait yetersiz çelik fabrikalarıyla kıyaslandığında, büyük pazar paylarına ulaşacağı sonucuna varmıştı. Dai gerçek bir çelik devi yaratmayı planlıyordu ve Changzhou’daki yerel parti liderlerinin desteğiyle 2003’te harekete geçti. Fakat Mart 2004’te proje Beijing’deki Çin Komünist Partisi’nin emriyle durduruldu ve Dai hiçbir zaman açıkça belirtilmeyen sebeplerden dolayı tutuklandı. Yetkililer Dai’nin ifadelerinde onu suçlu gösterecek bazı kanıtlar bulacaklarını düşünmüş olabilirlerdi. Sonuç itibariyle sonraki beş yılı hapishanede ve ev hapsinde geçirdi ve 2009’da önemsiz bir suçtan hüküm giydi. Asıl suçu ise devlet destekli şirketlerle rekabet edebilecek büyük bir proje başlatması ve bunu yaparken Komünist Parti ileri gelenlerinin onayını almamasıydı. Diğerlerinin olaydan çıkardıkları ders kesinlikle buydu.

Komünist Parti’nin Dai gibi girişimcilere gösterdiği reaksiyon bir sürpriz olmamalı. Deng Şiaoping’in en yakın arkadaşlarından biri ve muhtemelen ilk piyasa reformlarının asıl mimarı Chen Yun, partinin çekirdek kadrosunu oluşturanların çoğunun ekonomiye bakış açısını bir “kafesteki kuş” analojisiyle özetliyordu: Kuş Çin ekonomisini temsil ediyordu; kuşun daha sağlıklı ve daha dinamik olması için partinin kontrolünün, yani kafesin, genişletilmesi gerekiyordu. Fakat kuşun kaçmaması için bu kafes ne açılabilir ne de atılabilirdi. Jiang Zemin 1989’da Çin’in en güçlü mevkii olan Komünist Parti Genel Sekreteri olduktan kısa bir süre sonra daha da ileri gitti ve partinin girişimcilerden duyduğu şüpheyi onları “aldatan, zimmetine para geçiren, rüşvet veren ve vergi kaçıran serbest meslek sahibi tüccarlar ve seyyar satıcılar” olarak tanımladı. 1990’larda Çin’e yabancı yatırım yağarken hatta devlet destekli teşebbüsler büyümeleri için teşvik edilirken bile özel girişimciler şüpheyle karşılanmış ve pek çok girişimcinin malına el konulmuş hatta bazıları hapse atılmıştı. Jiang Zemin’in girişimciler karşısındaki tavrı, eskisi kadar olmasa da, Çin’de hala yaygındır. Çinli bir iktisatçının sözleriyle, “Büyük devlet şirketleri dev projelere girişebilirler. Fakat aynı şeyi özel şirketler yaparsa, özellikle de devletle rekabete girerek, o zaman adım başı bir sorun çıkmaya başlar.

Bugün Çin’de karlı bir biçimde faaliyetlerini sürdüren çok sayıda şirkete rağmen ekonominin çoğu unsuru hala partinin komuta ve koruması altında. Gazeteci Richard McGregor en büyük devlet teşebbüslerini idare edenlerin her birinin masasında bir kırmızı telefon olduğunu bildiriyor. Bu telefon çaldığında şirketin ne yapması gerektiği, neye yatırım yapması gerektiği ve hedefinin ne olacağı hakkında emirler vermek için arayan partidir. Partinin çok az bir açıklama yaparak bu şirketlerin başındakileri değiştirmeye karar vermesi, onları kovması ya da terfi ettirmesi bize bu dev şirketlerin hala partinin kontrolünde olduğu gerçeğini hatırlatır.

Bu anlatılanlar elbette Çin’in kapsayıcı kurumlar yönünde attığı, son 30 yılda şaşırtıcı büyüme oranlarına yol açan adımları yadsımıyor, Çin’de çoğu girişimci, kısmen yerel kadroların ve Beijing’deki Komünist Parti elitlerinin desteğini kazandıkları için, nispeten güvenli mülkiyet haklarına sahip. Çoğu iktisadi devlet teşebbüsü kar amacı güdüyor ve uluslararası piyasalarda rekabet ediyor. Bu Mao’nun Çin’ine nazaran radikal bir değişim. Önceki bölümde gördüğümüz gibi, Çin ilk kez Deng Xiaoping yönetiminde gerçekleştirilen ve en habis sömürücü ekonomik kurumlardan kapsayıcı ekonomik kurumlara doğru bir geçiş hedefleyen radikal reformlar sayesinde büyüme sağladı. Çin’in ekonomik kurumları daha büyük bir kapsayıcılığa doğru bir rota izlerken bu büyüme yavaş da olsa sürdü. Buna ek olarak Cin çok büken bu büyüme yavaş da olsa sürdü. Buna ek olarak Cin çok büyük bir ucuz işgücü arzına sahip olmasından ve yabancı piyasalara, yabancı sermayeye ve yabancı teknolojilere erişebilmesinden de büyük ölçüde yararlanıyor.

Bugün Çin’in ekonomik kurumları 30 yıl öncesine kıyasla karşılaştırılamayacak ölçüde daha kapsayıcı olsa bile, Çin deneyimi yine de sömürücü kurumlara dayalı büyümenin bir örneğidir. Çin’deki büyüme, yakın dönemde yeniliğe ve teknolojiye verilen öneme rağmen yaratıcı yıkıma değil mevcut teknolojilerin hayata geçirilmesine ve hızlı yatırıma dayanıyor. Ayrıca Çin’de mülkiyet hakları da tam anlamıyla güvence altına alınmış değil. Ara sıra Dai gibi girişimcilerin malvarlığına el konulabiliyor. İşgücü hareketliliği sıkı bir düzenlemeye tabi ve mülkiyet haklarının en temel formu olan kişinin kendi emeğini istediği biçimde satma hakkı bile hala gerektiği gibi korunmaktan son derece uzak. Yerel parti kadrolarının, daha da önemlisi Beijing’in, desteği olmadan yalnızca bir avuç işadamı ve işkadınının herhangi bir girişime cesaret edebilmesi ise, ekonomik kurumların hala tam anlamıyla kapsayıcı olmaktan ne kadar uzak olduğunu gösteriyor. İş dünyası ile parti arasındaki bağlantı her iki taraf için de son derece kazançlı. Parti destekli işletmeler uygun koşullarla ihaleler alabilir, sıradan insanların topraklarını istimlâk etmek için tahliye ettirebilir ve sonuçlarından çekinmeden yasaları ve düzenlemeleri ihlal edebilirler. Bu iş planlarının yoluna çıkanlar ezilir hatta hapse atılabilir ya da öldürülebilirler.

Çin Komünist Partisi’nin fazlasıyla hissedilen ağırlığı ve sömürücü kurumlar, aralarında kayda değer farklılıklar olmasına rağmen bize Çin’in şu anki büyümesi ile Sovyetlerin 1950’ler ve 60’lardaki büyümesi arasındaki pek çok benzerliği hatırlatıyor. Sovyetler Birliği sömürücü ekonomik kurumlar ve sömürücü siyasal kurumlarla büyüme yakaladı; çünkü bir merkezi komuta yapısı sayesinde kaynakları zorla sanayiye, özellikle de silah ve ağır sanayiye tahsis etti. Böylesi bir büyüme, geri kalınmış pek çok alanda arayı kapatabilmek için bir dereceye kadar makuldü. Yaratıcı yıkım bir zorunluluk olmadığında sömürücü kurumlara dayalı büyüme daha kolaydır. Cin’in ekonomik kurumları Sovyetler Birliği‘ndekilerden kesinlikle daha kapsayıcıydı fakat yine de siyasal kurumları hâlâ son derece sömürücüydü, Komünist Parti Çin’de mutlak güce sahiptir ve tüm devlet bürokrasisini, silahlı kuvvetleri, medyayı ve ekonominin büyük bölümünü kontrol eder. Çin halkının siyasal özgürlükleri sınırlıdır ve siyasal sürece katılımları çok düşüktür.

Pek çok kişi uzun zaman Çin’deki büyümenin demokrasi ve daha fazla çoğulculuk getireceğini düşündü. 1989’ da Tiananmen Meydanı’ndaki gösterilerin daha büyük bir açılıma ve hatta belki de komünist rejimin çökmesine yol açacağı görüşü hâkimdi. Fakat göstericilerin üzerine tanklar sürüldü ve bugün tarih kitapları barışçıl bir devrim yerine “Tiananmen Meydanı Katliamı”ndan bahsediyor. Tiananmen’in ardından Çin’in siyasal kurumları pek çok bakımdan daha sömürücü hale geldiler; Komünist Parti genel sekreteri sıfatıyla Tiananmen Meydanı’ndaki öğrencilere destek veren Zhao Ziyang gibi reformcular tasfiye edildi ve parti temel haklara ve basın özgürlüğüne daha büyük bir şevkle sınırlama getirdi. Zhao Ziyang 15 yıldan fazla bir süre ev hapsinde tutuldu ve siyasal değişimi savunanlar için bile bir sembol olmasın diye adı kamuya açık kayıtlardan kademe kademe silindi.

Bugün, internet de dâhil olmak üzere, partinin medya üzerindeki kontrolünün bir benzeri daha yok. Bunun büyük kısmı oto sansür sayesinde sağlanıyor; basın kuruluşları Zhao Ziyang’dan ya da hükümeti eleştiren, daha fazla demokratikleşme isteyen ve bu yüzden de bugün Nobel Barış Ödülü almış olmasına rağmen hala hapiste çürüyen Liu Xiaobo’dan bahsetmemeleri gerektiğini biliyorlar. Oto sansür konuşmaları ve diğer iletişim araçlarını gözetim altında tutabilen, web sitelerini kapatabilen ve hatta internetteki haberlere erişimi engelleyebilen Orwellvari bir cihazdan destek alıyor. 2002’den beri partinin genel sekreterliğini yürüten Hu Jintao’nun oğluyla ilgili yolsuzluk suçlamalarını konu alan haberler patlak verdiğinde, yani 2009’da, tüm bu olup bitenler ekranlara yansımıştı. Parti’nin cihazı derhal harekete geçti ve sadece Çin medyasının olayı aktarmasını engellemeyi başarmakla kalmadı, olayla ilgili olarak New York Times ve Financial Times’ın web sitelerindeki haberleri engellemeyi de başardı.

Partinin ekonomik kurumlar üzerindeki kontrolü nedeniyle yaratıcı yıkımın kapsamı son derece daraltıldı ve siyasal kurumlardaki radikal reformlara kadar da öyle kaldı. Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi, Çin’deki sömürücü kurumlara dayalı büyüme de büyük ölçüde teşvik edildi çünkü geri kalınmış pek çok alanda arayı kapatmaları gerekiyordu. Kişi başına düşen gelir Çin’de hala Birleşik Devletler ve Batı Avrupa’daki rakamların çok altındadır. Elbette, Çin’deki büyüme Sovyetler’deki büyümeye kıyasla kayda değer bir çeşitlilik göstermektedir; yalnızca silah sanayine ya da ağır sanayiye dayalı değildir. Ayrıca Çinli girişimciler de pek çok alanda büyük bir yaratıcılık sergilemektedir. Yine de bu büyüme, sömürücü siyasal kurumlar kapsayıcı kurumlara yol vermediği takdirde enerjisini yitirecektir. Siyasal kurumlar sömürücü kaldıkları sürece büyüme, tüm benzer örneklerde olduğu gibi, doğası gereği sınırlı kalacaktır.

Çin deneyimi Çin’deki büyümenin geleceği hakkında, daha da önemlisi otoriter büyümenin albenisi ve yaşayabilirliği hakkında bazı ilgi çekici sorulan da beraberinde getirdi. Bu tür büyüme, dünyanın pek çok az gelişmiş bölgesi için piyasanın, ticaret serbestîsinin ve ekonomik büyümeyi harekete geçirecek belirli kurumsal reform biçimlerinin önemine vurgu yapan “Washington Konsensüsü” karşısında popüler bir alternatife dönüştü. Otoriter büyümenin cazibesi biraz da Washington Konsensüsü’ne bir tepki olmasından gelse de, muhtemelen onu daha cazip kılan –hele hele sömürücü kurumların tepesindekiler için- onlara iktidar üzerindeki hâkimiyetlerini sürdürmeleri hatta güçlendirmeleri için tam yetki vermesi ve sömürü faaliyetlerini meşrulaştırmasıdır.


Kuramımızın altını çizdiği gibi, sömürücü kurumlara dayalı bu tip bir büyüme, özellikle belirli ölçüde bir devlet merkeziyetine ulaşmış toplumlarda muhtemeldir ve hatta Kamboçya ve Vietnam’dan Burundi, Etiyopya ve Ruanda’ya kadar çeşitli ülkeler için belki de en muhtemel senaryodur. Fakat kuramımız, sömürücü siyasal kurumlara dayalı tüm diğer büyüme örnekleri gibi bunun da sürdürülebilir olmayacağına işaret ediyor.

Çin örneğindeki bu arayı kapamaya, yabancı teknoloji ithalatına ve düşük kaliteli, ucuz imalat ürünlerinin ihracatına dayalı büyüme süreci muhtemelen bir süre daha devam edecektir. Yine de Çin bir orta gelirli ülkedeki yaşam standartlarına ulaştığında büyüme muhtemelen son bulacaktır. Çin Komünist Partisi ve giderek güçlenen Cin ekonomik eliti için en muhtemel senaryo, iktidar üzerindeki sıkı hâkimiyetlerini birkaç on yıl daha sürdürmeyi başarmaları olacaktır. Bu durumda hem tarih hem de kuramımız, yaratıcı yıkımın ve hakiki yeniliğin eşlik ettiği bir büyümenin ortaya çıkmayacağını ve Çin’deki göz alıcı büyüme oranlarının yavaşça uçup gideceğini öne sürüyor. Fakat bu sonuç bir kader değildir; eğer Çin’in sömürücü kurumlara dayalı büyümesi kendi doğal sınırlarına ulaşmadan kapsayıcı siyasal kurumlara geçiş sağlanabilirse bundan kaçınmak mümkün. Yine de, birazdan göreceğimiz gibi, Çin’de daha kapsayıcı siyasal kurumlara geçişin ihtimal dâhilinde olduğunu ya da bunun kendiliğinden ve acısız gerçekleşeceğini ummak için çok az neden var.

Çin Komünist Partisi’nden bazı yetkililer bile önlerindeki yolda kendilerini bekleyen tehlikelerin farkındalar ve etrafa siyasal reformun –bizim terminolojimizle daha kapsayıcı siyasal kurumlara geçişin- zorunlu olduğu fikrini yayıyorlar. Kısa bir süre önce Çin’in güçlü başbakanı Wen Jiabao siyasal reform başlamazsa ekonomik büyümenin aksama tehlikesine dikkat çekti. Bazıları samimiyetinden kuşku duysa da biz Wen’in ileriyi gören bir analiz yaptığını düşünüyoruz. Fakat Batı’daki pek çok kişi Wen’in resmi açıklamalarıyla aynı fikirde değil. Onlara göre Çin sürdürülebilir ekonomik büyüme için alternatif bir yol izliyor; kapsayıcı ekonomik ve siyasal kurumlara değil de otoriterizme dayalı bir büyüme rotası. Fakat yanılıyorlar. Buraya kadar Çin’in başarısının en önemli dayanaklarını görmüş bulunuyoruz; ekonomik kurumlarda gerçekleştirilen, katı komünist ekonomik kurumlardan verimlilik artışı ve ticarete yönelik teşvikler sağlayan kurumlara doğru radikal bir değişim. Bu perspektiften bakıldığında, sömürücü kurumlardan kapsayıcı kurumlara doğru ilerlemeyi –Çin örneğinde olduğu gibi sömürücü kurumlarla bile olsa– başarmış ülkelerin deneyimleriyle karşılaştırıldığında Çin deneyiminin temelde hiçbir farklı yanı yok. Bu nedenle Çin, ekonomik büyümeye sömürücü ekonomik kurumları sayesinde değil, onlara rağmen ulaştı; son 30 yıldaki başarılı büyüme deneyimi, sömürücü ekonomik kurumlardan belirgin biçimde daha kapsayıcı kurumlara doğru radikal bir değişim yüzündendi ve son derece otoriter, sömürücü siyasal kurumların varlığı bu süreci zorlaştırmıştı.

Otoriter büyümeye getirilen bir başka savunma ise, doğasının sevimsizliğini kabul etmekle birlikte otoriterizmin yalnızca bir geçiş aşaması olduğunu öne sürer. Bu fikir siyaset sosyolojisinin klasik kurumlarından birine, Seymour Martin Lipset tarafından formüle edilen modernleşme kuramına dayanır. Modernleşme kuramı, tüm toplumların büyürken daha modern, gelişmiş ve uygar bir varoluşa/yaşam biçimine ve özellikle de demokrasiye yöneldiğini ileri sürer. Yine modernleşme kuramının pek çok taraftarı, demokrasi gibi kapsayıcı kurumların da büyüme sürecinin bir yan ürünü olarak ortaya çıktığını savunur. Üstelik demokrasinin kapsayıcı siyasal kurumlar içermediği durumlarda bile düzenli seçimler ve nispeten engelsiz bir siyasal rekabet muhtemelen kapsayıcı siyasal kurumların gelişimine yol açacaktır. Ayrıca modernleşme kuramının farklı versiyonları eğitimli bir işgücünün doğal olarak demokrasiye ve daha iyi kurumlara yol açacağını da ileri sürerler. Modernleşme kuramının az çok post modern bir versiyonunda, New York Times köşe yazan Thomas Friedman bir ülkenin yeterince McDonald’s restoranı olduğunda demokrasi ve kurumların da peşi sıra geleceğini ileri sürecek kadar ileri gitmiştir. Tüm bunlar iyimser bir tablo çiziyor. Geçen 60 yılda çoğu ülke, hatta sömürücü kurumlara sahip pek çok ülke, belirli ölçüde bir büyüme yaşadı ve bunların çoğu sahip oldukları işgücünün eğitim düzeyinde önemli bir artışa da tanık oldu. Dolayısıyla gelirleri ve eğitim düzeyleri artmaya devam ederken, bir biçimde tüm diğer iyi şeyler; demokrasi, insan hakları, medeni haklar ve güvence altına alınmış mülkiyet haklan da artmalıydı.

Modernleşme kuramı gerek akademik çevrelerde gerekse başka alanlarda çok sayıda taraftar topladı. Örneğin Birleşik Devletler’in yakın geçmişte Çin’e karşı takındığı tavrı bu kuram şekillendirdi. George H.W. Bush Birleşik Devletler’in Çin’deki demokrasi konusunda izlediği politikayı “Çin’le özgürce ticaret yapın, ne de olsa zaman bizden yana” biçiminde özetlemişti. Ana fikir, Çin’in Batı’yla özgürce ticaret yaparken büyümesi ve bu büyümenin Çin’e demokrasiyi ve daha iyi kurumlan getirmesiydi; tıpkı modernleşme kuramının öngördüğü gibi. Oysa 1980’lerin ortalarından itibaren hızla artan Birleşik Devletler-Çin ticareti, Çin demokrasisine çok az katkıda bulundu; hatta gelecek 10 yılda muhtemelen daha da artacak olan entegrasyonun sağlayacağı katkı da aynı ölçüde az olacak.

Pek çok kişinin Irak toplumunun geleceği ve Birleşik Devletler önderliğindeki işgalin sonuçları hakkındaki yaklaşımları da modemleşme kuramı nedeniyle benzer ölçüde iyimser. Irak, Saddam Hüseyin rejimi dönemindeki feci ekonomik performansına rağmen 2002’de Sahra-altı Afrika ülkelerinin çoğu gibi yoksul değildi ve nispeten daha eğitimli bir nüfusa sahipti; dolayısıyla demokrasi ve temel özgürlüklerin gelişimi, hatta belki de çoğulculuk için uygun bir zemin olduğuna inanılıyordu. Kaos ve iç savaş Irak toplumun üzerine çökerken çok geçmeden bu umutlar da suya düştü.

World Finance web sitesinin 2 Eylül 2014 sayfasında Türkiye'nin önceki yıllarda hızlı bir gelişme çizgisi izlemesine karşın borçlanmanın getirdiği canlanmaya çok fazla dayanması ve hükümetin gittikçe otoriterleşmesi ekonomiye olan güveni sarsmıştır. ''Kriz kapıda olabilir'' uyarısı yapmıştı.


Modernleşme kuramı, başarısız ülkelerdeki sömürücü kurumların önemli sorunlarıyla nasıl yüzleşileceğini düşünmek için hem yanlış hem de faydasızdır. Modernleşme kuramını destekleyen en güçlü kanıt, demokratik rejimlere sahip olan, medeni haklara ve insan haklarına değer veren, işleyen piyasalara ve genel olarak kapsayıcı ekonomik kurumlara sahip ülkelerin zengin ülkeler olmasıdır. Ancak bu birlikteliği modernleşme kuramını desteklediği yönünde yorumlamak kapsayıcı ekonomik ve siyasal kurumların ekonomik büyüme üzerindeki en büyük etkisini görmezden gelmek demektir. Tüm kitap boyunca öne sürdüğümüz gibi, geçen 300 yılda büyüyen ve günümüzde nispeten daha zengin olan toplumlar, kapsayıcı kurumları olanlardır. Eğer olaylara bir parça farklı bakarsak, bunun etrafımızda olanları açıkladığı açıkça görülür: Son birkaç yüzyılda kapsayıcı ekonomik ve siyasal kurumlar inşa eden ülkeler kayda değer bir büyümeye ulaşırken, son 60 ya da 100 yılda daha hızlı bir büyüme gösteren otoriter rejimler, Lipset’in modernleşme kuramının aksine, daha demokratik hale gelmediler ve aslında bu hiç de şaşırtıcı değil. Sömürücü kurumlara dayalı büyüme, tam da bu kurumların mutlaka ortadan kalkması gerekmediği ya da kalksa bile bunun kendiliğinden gerçekleşmesi gerekmediği için mümkündür. Aslında, Çin Komünist Partisi’nin 1980’lerden beri uyguladığı gibi, bu tür bir büyümenin nedeni genellikle sömürücü kurumları kontrol edenlerin ekonomik büyümeyi bir tehdit olarak değil, rejimlerini destekleyen bir unsur olarak görmeleridir. Ayrıca Gabon, Rusya, Suudi Arabistan ve Venezüella’daki gibi, bir ülkenin doğal kaynaklarının değerindeki artışlardan kaynaklanan büyümenin ve petrol fiyatlarındaki artışlardan kaynaklanan büyümenin bu otoriter rejimleri kapsayıcı kurumlara doğru köklü bir değişime götürmesinin pek mümkün olmaması da şaşırtıcı değildir.

Tarihsel veriler modernleşme kuramına daha da az cömert davranıyor. Nispeten müreffeh pek çok ülke baskıcı diktatörlüklere ve sömürücü kurumlara boyun eğdi ve onları destekledi. Hem Almanya hem de Japonya 20. yüzyılın ilk yarısında dünyanın en zengin ve en sanayileşmiş ülkeleri arasında yer alıyorlardı ve nispeten iyi eğitimli yurttaşlara sahiplerdi. Fakat bu Almanya’da Nasyonal Sosyalist Parti’nin ya da Japonya’da savaş üzerinden bölgesel bir büyüme hedefleyen militarist bir rejimin yükselmesine engel olmadı ve bu her iki ülkenin siyasal ve ekonomik kurumlarının sömürücü kurumlara doğru keskin bir dönüş gerçekleştirmesine neden oldu. Ayrıca Arjantin de 19. yüzyılda dünyanın en zengin ülkelerinden biriydi; sanayileşme nedeniyle olmasa da dünya çapında bir kaynak patlamasından faydalandığı için İngiltere kadar hatta ondan bile zengindi; ayrıca Latin Amerika’nın en eğitimli nüfusuna sahipti. Fakat Arjantin’deki demokrasi ve çoğulculuk diğer Latin Amerika ülkelerinden daha başarılı değildi, hatta muhtemelen daha başarısızdı. Darbeler birbirini izledi ve seçimle gelen liderler bile gözü doymaz diktatörlere dönüştüler. Yakın zamanda bile kapsayıcı ekonomik kurumlara yönelik çok az gelişme söz konusu ve 13. bölümde gördüğümüz gibi 21. yüzyılın Arjantin hükümetleri hâlâ yurttaşlarının varlıklarına fütursuzca el koyabiliyorlar.

Tüm bunlar bazı önemli fikirlerin altını çiziyor. Birincisi, Cin’deki otoriter, sömürücü kurumlara dayalı büyüme, her ne kadar bir süre daha sürecek gibi görünse de, hakiki kapsayıcı ekonomik kurumların ve yaratıcı yıkımın desteklediği sürdürülebilir bir büyümeye dönüşmeyecek. İkincisi, modernleşme kuramının iddialarının aksine, otoriter büyümenin demokrasiye ya da kapsayıcı kurumlara götüreceğine bel bağlamamalıyız. Şu sıralarda Çin, Rusya ve diğer birkaç otoriter rejim muhtemelen siyasal kurumlarını daha kapsayıcı bir doğrultuya sokamadan –ve aslında muhtemelen elit kesimde böyle bir değişim için bir istek doğmadan ya da onları buna zorlayacak herhangi bir kuvvetli muhalefet oluşmadan- sömürücü büyümenin sınırlarına ulaşacak bir büyüme yaşıyor. Üçüncüsü, otoriter büyüme uzun vadede ne arzu edilebilir ne de sürdürülebilir bir şeydir; bu yüzden, uluslararası camia pek çok ilkenin tam da bazen onları yöneten ekonomik ve siyasal elitin çıkarlarıyla uyuştuğu için seçecekleri bir rota olsa da onu Latin Amerika, Asya ve Sahra-altı Afrika’daki ülkeler için bir şablon olarak tasvip etmemelidir.
(Kaynak: “Why nations fail; The Origins of Power, Prosperity, and Poverty”. Not: Resimler ve altyazıları hariçtir.)

 

Modern Sözleşme

$
0
0
  Modernite bir sözleşmedir. Doğduğumuzda imzaladığımız bu sözleşme, öldüğümüz güne dek yaşamımızı düzenler. Çok az kişi bu sözleşmeyi feshedebilir. Bu sözleşme yediklerimizi, işimizi, hayallerimizi şekillendirir; nerede yaşayacağımızı, kimi seveceğimizi, nasıl öleceğimizi belirler.


Modernite ilk bakışta çok karmaşık göründüğünden çok az insan neye imza attığını anlamaya çalışır, İndirdiğiniz programlar onlarca sayfadan oluşan hukuki bir sözleşmeyi imzalamanızı istediğinde hızlıca maddelere göz atar, son sayfaya geçer, “kabul et” butonuna tıklar ve bir daha bunun üzerine düşünmezsiniz. Hâlbuki modernite şaşırtıcı derecede basit bir anlaşmadır. Tüm sözleşmeyi tek bir cümlede özetleyebilirsiniz: İnsanlar güç karşılığında anlamı terk etmiştir.

Modern döneme kadar pek çok kültür, insanların büyük kozmik planda küçük bir rolü olduğuna inanıyordu. İnsan türü her şeye kadir tanrıların ya da doğanın baki kanunlarının tasarladığı bu düzene müdahale edemezdi. Kozmik düzen insan yaşamını anlamlandırırken insan gücünü de sınırlıyordu. İnsanlar sahnedeki oyuncular gibiydi; sözlerine, gözyaşlarına ya da mimiklerine anlamlar yükleyen senaryo, rollerinin icrasına katı sınırlamalar getiriyordu. Hamlet birinci sahnede Claudiusu öldüremez ya da Danimarka’yı terk edip Hindistan’da inzivaya çekilemezdi, Shakespeare buna izin vermezdi. Tıpkı insanların sonsuza kadar yaşayamayacağı, tüm hastalıklardan kurtulamayacağı ya da diledikleri şekilde davranamayacağı gibi. Senaryoda yazmayan hiçbir şey gerçekleşemezdi.

Modern dönem öncesi insanlar güçten feragat etmenin karşılığında, hayatlarının anlam kazandığını düşünüyordu. Cephede ne kadar cesurca savaştıklarının, krallarını nasıl desteklediklerinin, yasak kılınmış yiyecekleri tercih edip etmemelerinin ya da yan komşuyla kırıştırmaya niyet edip etmediklerinin gerçekten bir anlamı ve önemi olduğunu düşünüyorlardı. Arada sorunlar çıkarsa da bu inanç, insanları felaketler karşısında psikolojik olarak koruyordu. Savaş, kıtlık ya da kuraklık gibi korkunç olaylar karşısında kendilerini teselli edebiliyorlardı: “Her şeye kadir tanrılar ya da doğanın baki kanunlarının tasarladığı büyük bir kozmik oyunda kendi rolümüzü oynuyoruz. Bu senaryonun sırlarına hâkim değiliz ama her şeyin bir amaç uğruna gerçekleştiğinden emin olmalıyız. Bu korkunç savaşın, salgın ya da kuraklığın da mutlaka gidişatta bir anlamı vardır. Ayrıca bu oyunun mutlu ve anlamlı bir sonla biteceğine emin olmalı, içimizi ferah tutmalıyız. Savaşta, salgınlarda ya da kuraklıkta bile vardır bir hayır; alametleri bugün olmasa bile ahirette kendini gösterecektir.”

Modern kültürse büyük kozmik bir plana duyulan bu inancı reddeder. Hayattan daha üstün bir dramada yerimiz olmadığı kanısındadır. Hayat bir senaryo, bir tiyatro değildir; yönetmeni, yapımcısı ve anlamı da yoktur. Bilimsel bilgilerimiz ışığında söyleyebileceğimiz tek şey, evrenin hengâmeden ibaret ama hiçbir anlam taşımayan amaçsız bir süreç olduğudur. Minicik bir gezegendeki kısacık varlığımızla, o veya bu şekilde böbürlenip söylenir, sonra da göçer gideriz.

Ortada bir senaryo ve insanların rol alacağı büyük bir trajedi olmadığından, başımıza felaketler de gelse hiçbir güç bizi kurtarıp acılarımıza bir anlam katamıyor. Mutlu ya da kötü bir son yok: hatta hiçbir son yok. Olaylar birbiri ardına sadece olageliyor. Modern dünya bir amaca inanmıyor, sadece nedenleri umursuyor. Modernitenin bir sloganı varsa o da şu olmalı: “Olur böyle şeyler.”

Bizi bağlayan bir senaryo ya da amaç yoksa ve “böyle şeyler oluyorsa” insanlar önceden belirlenmiş hiçbir rolle sınırlandırılamaz. Dilediğimiz her şeyi yapabiliriz. Cehaletimiz dışında hiçbir şey bizi engelleyemez. Salgın ve kuraklıkların kozmik bir anlamı yoktur ve ikisini de ortadan kaldırabiliriz. Savaşlar daha iyi bir gelecek uğruna katlanmamız gereken kaçınılmaz felaketler değildir, savaşları durdurabiliriz. Ölümden sonra bizi bekleyen bir cennet de yoktur ve cenneti dünyada yaratıp, birkaç teknik zorluğu aşmayı başarırsak sonsuza dek bu cennette yaşayabiliriz.

Araştırmalara kaynak ayırırsak bilimsel gelişmeler teknolojik süreçleri hızlandıracaktır. Yeni teknolojiler ekonomik büyümeyi ateşleyecek ve büyüyen ekonomiler araştırmalara daha çok kaynak ayırabilecektir, Böylelikle her geçen yıl daha fazla yiyeceğin, daha hızlı araçların ve daha iyi ilaçların keyfini sürebiliriz. Bir gün teknolojimiz o denli Herler ve bilgimiz o kadar engin olabilir ki, ebedi gençlik iksirini, gerçek mutluluğun özünü damıtabilir, dileyebileceğimiz her ilaca sahip olabiliriz; o zaman hiçbir tanrı bizi durduramaz.

Modern sözleşme insanlara akla hayale sığmayacak cazip imkanlar sunmakla birlikte, devasa tehlikeler de yaratıyor. Her şeye muktedir olma ihtimalimiz çok yakın, neredeyse parmaklarımızın ucunda, ancak tam altımızda hiçlikten meydana gelen dipsiz bir uçurum uzanıyor. Anlamdan yoksun bir evrende” güç peşinde, bitmek tükenmek bilmeyen bir koşudur aslında modern yaşam. Modem kültür tarihte görülmediği kadar güçlü ve dur durak bilmeden araştırıyor, üretiyor, keşfediyor ve büyüyor, ama aynı zamanda daha önce hiçbir kültürde görülmediği kadar büyük bir varoluş endişesiyle bir türlü rahata kavuşamıyor.

Bu bölüm modern zamanlardaki güç arayışımıza odaklanıyor. Bir sonraki bölüm insan türünün kâinatın sonsuz boşluğunun içine bir anlam sıkıştırabilmek adına gitgide artan gücünü nasıl kullandığını inceleyecek. Biz modern insanlar güç karşılığında anlamdan vazgeçtik, doğru; ancak sözümüzü tutmakla sorumlu olduğumuz bir muhatabımız yok esasında. Modern sözleşmenin bedelini ödemeden tüm faydalarından yararlanabilecek kadar akıllı olduğumuzu varsayıyoruz.

Bankacılar Neden Vampirlerden Farklıdır?

Modern güç arayışı, bilimsel gelişme ve ekonomik büyümenin ittifakıyla ilerler. Tarihin ciddi bir kısmında ekonomi donup kalmışken bilim de kaplumbağa hızıyla ilerliyordu. İnsan nüfusunun kademeli olarak artması üretime yansısa ve ara sıra yapılan keşifler kişi başına düşen büyüme oranını etkilese de süreç oldukça yavaş ilerliyordu.

MS 1000 yılında yüz nüfuslu bir kasabanın buğday üretimi yüz tonsa, MS 1100’de yüz beş nüfuslu bir kasabanın buğday üretimi ancak yüz yedi tonu bulabiliyordu. Bu büyüme artışı ne hayatın gidişatını ne de sosyopolitik yapıyı etkileyebiliyordu. Modern dönem öncesi insanlar; bugün herkesin takıntılı olduğu büyüme kavramından bihaberdi. Prensler, rahipler ve köylüler ellerindeki üretimin aşağı yukarı sabit olduğunu, insanın kendini sadece başkalarından aşırarak zenginleştirebileceğini ve torunlarının daha iyi koşullarda yaşamasının da pek mümkün olmadığını düşünüyordu.

Ekonomideki bu durağanlık büyük oranda yeni projeleri destekleyecek kaynak bulunamamasından kaynaklanıyordu. Yeterince kaynak olmadan bırakın yeni buğday başakları tasarlamayı, enerji kaynakları keşfetmeyi ya da yeni ticaret yolları açmayı; bataklıkları kurutmak, köprüler inşa etmek ya da tahıl ambarları ve limanlar yapmak bile kolay değildi. Krediler az olduğundan kaynaklar sınırlı, insanlar büyümeye inanmadığından krediler sınırlı, ekonomi durağan olduğundan büyümeye duyulan inanç yetersizdi. Durağanlık kısır bir döngüde kendini yeniden üretiyordu.

Her yıl dizanteri salgınlarından mustarip bir ortaçağ kasabasında yaşadığınızı düşünelim. Bir tedavi bulmayı kafanıza koyarsınız. Bir çalışma alanı kurmak, tıbbi bitkiler ve kimyasallar satın almak, yardımcılarınıza ödeme yapmak ve ünlü doktorlarla görüş alışverişinde bulunmak için seyahat etmeye ve tüm bunlar için de maddi kaynaklara ihtiyacınız vardır. Araştırmanızla meşgulken kendinize ve ailenize bakacak paraya da ihtiyaç duymanız kaçınılmazdır. Ancak böyle bir birikiminiz yoktur. Yöredeki değirmenciye, fırıncıya ve demirciye gider; birkaç yıl boyunca ihtiyaçlarınızı karşılamaları karşılığında dizanteriye tedavi bularak zengin olacağınızı ve tüm borçlarınızı ödeyeceğinizi vaat edersiniz.

Ne yazık ki değirmenci, fırıncı ve demirci razı olmaz. Ailelerine bakma zorunlulukları bir yana, mucize ilaçlara inandıkları da yoktur. Bunca yıldır korkunç hastalıklara yeni mucize ilaçlar bulunduğunu ne gören ne de duyan olmuştur. Erzak istiyorsanız, nakit ödemenizi isterler. Daha ilacı bile keşfetmeden, tüm zamanınızı araştırmaya ayırırken nasıl geçinebilirsiniz ki zaten? Gönülsüzce tarlanızı sürmeye dönersiniz, kasaba dizanteriden kırılırken kimse yeni tedaviler geliştirmeyi denemez, tek bir altın para bile el değiştirmez. Ekonomi böylece durağanlaşır ve bilim olduğu yerde sayar.

Bu döngü modern dönemde insanların geleceğe inanmasıyla nihayet kırılır ve kredi mucizesi doğar. Kredi güvenin ekonomik tecellisidir. Bugünlerde yeni bir ilaç geliştirmek istiyorsam ve yeterince param yoksa bir bankadan kredi alabilir, özel bir yatırımcıya ya da girişimci sermaye fonlarına başvurabilirim. 2014 yazında Ebola virüsü Batı Afrika’da ortaya çıktığında ilaç ve aşı geliştirmeye çalışan ilaç şirketlerinin hisselerine ne olmuştur dersiniz? Tabii ki tavan yaptılar. Tekmira’nın hisseleri yüzde 50 değer kazanırken, BioCryst’in hisselerindeki artış yüzde 90’ı gördü. Ortaçağda bir salgın olduğunda insanlar gözlerini cennete çevirir ve Tanrı’ya yakararak günahlarının bağışlanmasını isterdi. Bugün yeni bir salgın haberi alanlar, telefonlarına uzanıp borsacılarını arıyor. Bir salgın bile borsada yeni bir iş fırsatı yaratabiliyor.

Yeterince yeni girişim başarılı olursa insanların geleceğe duyduğu güven artar, krediler yükselir, faizler düşer, girişimciler daha rahat para biriktirir ve ekonomi büyür. İnsanlar geleceğe daha çok güvenmeye başlar, ekonomi büyümeye ve beraberinde de bilimsel gelişmeyi büyütmeye devam eder.

Gayet anlaşılır, değil mi? Peki insan evladı ekonomik büyümenin hız kazanması için neden modern çağa kadar bekledi? Aptal oldukları için değil herhalde. Binlerce yıldır insanların büyüme ihtimaline inanmamasının daha derin bir anlamı vardı: Bu büyüme hislerimizle çelişiyor, evrimsel mirasımıza, dünyanın işleyişine aykırı geliyordu. Doğal sistemlerin çoğu bir denge dâhilinde var olur. Pek çok varoluş mücadelesi, galibi olmayan, birinin kazancının diğerinin kaybı olduğu, toplamı sıfır olan bir oyundur.

Bir vadide her yıl aşağı yukarı aynı miktarda ot bittiğini ve bu otlağın 10 bin kadar tavşanı beslediğini, bu tavşanların da yeterince hızlı ve akıllı olmayanlarının ya da şanssız olanlarının yüz kadar tilkiye av olduğunu düşünelim. Zeki ve gayretli bir tilki ortalamadan fazla tavşanı silip süpürdüğünde, diğer tilkiler muhtemelen aç kalacaktır. Eğer tüm tilkiler aynı anda tavşan avlamayı başarırsa, tavşan nüfusu hızla düşecek ve gelecek yıl daha da çok tilki açlıkla boğuşacaktır. Tavşan pazarında ara ara dalgalanmalar olsa da uzun vadede tilkiler, her yıl bir öncekine kıyasla yüzde 3’ten fazla tavşan avlamayı beklemezler.

Tabii ki bazı ekolojik gerçeklikler daha karmaşıktır, her varoluş mücadelesi toplamı sıfır olan bir oyun değildir. Pek çok hayvan türü etkin işbirliği yapar, hatta bazıları birbirlerine borç bile verirler. Doğanın en ünlü bankası vampir yarasalarınındır. Mağaralarda binlerce üyesiyle toplu halde yaşayan bu yarasalar, her gece uçarak ava çıkarlar. Uyuyan bir kuş ya da dikkatsiz bir memeli bulduklarında, derisine ince yaralar açıp hayvanın kanını emerler. Ancak tüm vampir yarasalar her akşam bir kurban bulamaz. Hayatın belirsizliğiyle baş edebilmek adına, vampirler birbirlerine borç kan verirler. Yuvaya eli boş dönen bir vampir, daha talihli olan dostundan bir parça çalıntı kan kusmasını rica eder. Kimin kimden borç aldığını gayet iyi hatırlayan vampir, bir zaman sonra yuvaya aç döndüğünde eski dostuna gider ve yaptığı iyiliğin karşılığını tahsil eder.

Ancak insan bankacıların aksine vampirler asla faiz işletmez. A vampiri B vampirine on santilitre kan verdiyse on santilitre geri alacaktır. Vampirler kredilerini yeni işleri finanse etmek ya da kan pazarını büyütmek amacıyla kullanmaz. Çünkü öteki hayvanlar tarafından üretilen kan miktarını artırmalarının hiçbir yolu yoktur. Kan pazarının kendi içinde dalgalanmaları olsa da vampirlerin 2017’de bir önceki yıldan yüzde 3 daha fazla kan olacağını, 2018’deyse pazarın yüzde 3 daha büyüyeceğini öngörmesinin olanağı yoktur. Sonuç olarak vampirler büyümeye inanmaz. İnsan evladı milyonlarca yıllık evrimsel süreç boyunca vampirler, tilkiler ve tavşanlarla aynı şartlar altında yaşadı. Bu yüzden insanlar da büyümeye inanmakta zorlandı.

Mucize Pasta

Evrimsel baskılar dünyayı boyutu değişmeyen bir pasta olarak görme alışkanlığı kazandırdı insanlara. Bu anlayış gereği, eğer biri büyük bir dilim alırsa, bir başkası kaçınılmaz olarak daha küçük bir dilime razı gelecektir. Bir aile ya da şehir büyüyebilir ama insan evladı bugün ürettiğinden daha fazlasını üretemeyecektir. Hıristiyanlık ve İslam gibi geleneksel dinler tam da bu nedenle insanlığın sorunlarını mevcut kaynaklarla çözmeye çalışır; ya eldeki pastayı baştan paylaştırır ya da göklerde bir başka pasta daha olduğunu vaat eder.

Buna karşın modernite, ekonomik büyümenin sadece mümkün olabileceğini değil, olmazsa olmaz bir gereklilik arz ettiğini savunur. Dualar, iyilik yapmak ve meditasyon rahatlatıcı ve ilham verici olabilir ama kıtlık, salgın ve savaş gibi sorunlar ancak büyümeyle çözülebilir. Bu temel dogma tek bir fikirde özetlenebilir: “Bir sorununuz varsa muhtemelen ‘daha fazla’ şeye ihtiyacınız vardır, ‘daha fazla’ şeye sahip olmak için de daha fazla üretmeniz gerekir.”

Modern siyasetçi ve ekonomistler büyümenin üç temel sebeple hayati olduğu konusunda ısrar ediyor. Öncelikle daha çok ürettiğimizde daha fazla tüketerek yaşam kalitemizi yükseltiyor ve iddiaya göre daha mutlu yaşıyoruz. İkinci olarak, insan türü her geçen gün çoğalıyor ve ekonomik büyüme bulunduğumuz konumu korumaya bile zar zor yetişebiliyor. Örneğin Hindistan’ın yıllık nüfus artış oranı yüzde 1, 2 ve bu da demek oluyor ki Hindistan ekonomisi her yıl en az yüzde 1, 2 büyümezse işsizlik artar, maaşlar azalır ve ortalama yaşam kalitesi düşer. Üçüncü ve son olarak, Hintliler çoğalmayı bıraksa ve Hintli orta sınıf şu an sahip olduklarıyla yetinse bile Hindistan yoksulluktan kırılan yüz milyonlarca vatandaşı için ne yapabilir? Ekonomi büyümez ve bu nedenle pasta aynı boyutta kalırsa, yoksullara ancak zenginlerden pay aktarabilirsiniz. Bunun için zor tercihler yapmanız gerekir, bu tercihler de ciddi memnuniyetsizliklere hatta şiddete yol açabilir. Zorlu tercihlerden, memnuniyetsizlik ve şiddetten kaçınmak istiyorsanız daha büyük bir pastaya muhtaçsınızdır.

Modernite “daha fazla” formülünü radikal dincilikten Üçüncü Dünya’daki otoriter rejimlere, hatta bitmiş evliliklere bile uygulanabilecek, yani hemen her türlü kamusal ve özel derde deva olabilecek bir ilaca dönüştürdü. Pakistan ve Mısır gibi ülkeler iyi bir büyüme hızı tutturabilseydi, vatandaşları özel arabaların, ağzına kadar dolu buzdolaplarının ve dünyevi bolluğun keyfini sürmek dururken radikallerin peşine düşmeyecekti. Benzer şekilde Kongo ve Myanmar gibi ülkeler liberal demokrasinin belkemiği olan varlıklı orta sınıflar yaratabilirdi. Aynı formülü mutsuz bir çifte uyguladığınızda, daha büyük bir ev (bir çalışma odasını paylaşarak sıkışmak zorunda kalmadıklarından), yeni bir bulaşık makinesi (böylece bulaşıklar hakkında da tartışmayacaklar) ve haftada iki pahalı terapi seansı sayesinde evlilikleri kurtulacaktır.

Böylece ekonomik büyüme neredeyse tüm modern dinlerin, ideolojilerin ve hareketlerin buluştuğu hayati bir kesişim noktası haline geldi. Sovyetler Birliği’nin megaloman Beş Yıllık Kalkınma Planları, en az ABD’nin soyguncu mafyatik burjuvazisi kadar büyümeye takıntılıydı. Belli konularda ayrılığa düşen Hıristiyanlarla Müslümanların cennet inancında ortaklaşması gibi Soğuk Savaş sırasında hem kapitalistler hem de komünistler, dünyadaki cenneti ekonomik büyüme sayesinde yaratabileceklerine inanmışlardı. Sadece yöntem konusunda kavgaya tutuşmuşlardı.

Bugün Hindu vaizler, dini bütün Müslümanlar, Japon milliyetçiler ve Çinli komünistler pek çok farklı değer ve amaca inanıyor olabilirler ancak hepsi benzeşmeyen hedeflerini gerçekleştirmenin yolunun ekonomik büyümeden geçtiği konusunda hemfikirler. 2014’te Hindistan başbakanı seçilen dindar Hindu Narendra Modi, başarısını memleketi Gujarat’ın büyüyen ekonomisine ve sadece onun ülkenin milli ekonomisine yeni bir kan olabileceği kanısına borçludur.

Benzer görüşler, siyasal İslamcı Recep Tayyip Erdoğan’ın 2003‘ten beri iktidarını korumasını sağlıyor. İktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi ekonomik büyüme konusundaki kararlılığının tekrar tekrar altını çizerken, Erdoğan’ın hükümeti on yıldan uzun bir süre boyunca etkileyici büyüme oranları tutturmayı başardı.

Japonya başbakanı milliyetçi Shinzo Abe, Japon ekonomisini yirmi yıldır aşamadığı durağanlıktan çıkaracağına yemin ederek 2012’de göreve başladı. Amacına ulaşmak uğruna kullandığı sert ve pek de alışılmadık yöntemlerine” Abenomi Bu sırada Çin’de, geleneksel Marksist-Leninist fikirlere hala bağlı görünen Komünist Parti, uygulamada ise Deng Xiaoping in ünlü “gelişme tek acı gerçektir,” şiarı devreye girdi ve ülke, “kedi fare yakaladığı sürece beyazmış, karaymış fark etmez,” yaklaşımıyla yönetildi. Daha açık bir ifadeyle Xiaoping ekonomik büyümeyi sağlamak için, Marx ve Lenin’in hoşuna gitmese de, gereğinin yapılacağını söylüyordu.

Singapur gelişmiş bir şehir devlete yaraşır şekilde bu görüşü bir adım öteye taşıyarak bakanlık maaşlarını gayrı safi yurtiçi hâsılaya sabitledi. Böylece sanki tüm işleri ekonominin büyümesini ve maaşların artmasını beklemekten ibaretmişçesine Singapur ekonomisi büyüdükçe bakanların da maaşı artıyordu.

Büyümeye duyulan bu takıntı, modern dünyada yaşadığımız için bize oldukça sıradan ve anlaşılır geliyor. Hâlbuki geçmişte böyle değildi; Hint mihraceler, Osmanlı sultanları, Kamakura şogunları ve Han imparatorları ekonomik büyümeyi sağlamak uğruna nadiren siyasi risk alırdı. Modi, Erdoğan, Abe ve Çin devlet başkanı Xi Jinping’in kariyerlerini ekonomik büyüme uğruna ortaya koymaları, büyümenin tüm dünyada neredeyse ilahi sayılabilecek bir mertebeye ulaştığının kanıtıdır.

Ekonomik büyümenin artık pek çok etik sorunumuzu çözebildiği göz önüne alındığında., büyümeye duyulan inancı bir din olarak görmek belki de yanlış değildir. Ekonomik büyümenin tüm iyiliklerin kaynağı olduğu iddiası, insanları tüm ahlaki anlaşmazlıkları bir kenara bırakarak uzun vadede büyümeyi garantileyecek sistemleri benimsemeye teşvik ediyor. Böylece binlerce tarikat, parti, hareket ve guruya ev sahipliği yapan Modi’nin yönetimindeki Hindistan’da, insanlar inançları ne kadar farklılık gösterirse göstersin, dar boğazı ekonomik büyümeyle aşabileceklerine duydukları inançla işbirliği yapmayı tercih ediyor.

“Daha fazlasına” iman etmek bireyleri, şirketleri ve hükümetleri ekonomik büyüme önünde engel oluşturabilecek sosyal adaleti koruma, ekolojik dengeyi gözetme, aileyi şereflendirme gibi tutumları, kısacası her şeyi gözden çıkarmaya itiyor. Sovyetler Birliği’nde yönetim en hızlı büyüme yönteminin devlet kontrolündeki komünizm olduğunu düşünüyordu. Kolektivizasyonun yoluna çıkan her şey dümdüz edildi; tabii milyonlarca kulak,” ifade özgürlüğü ve Aral Gölü de. Bugünlerde genel kanı serbest piyasa kapitalizminin uzun vadede büyüme sağlayacak en etkin sistem olduğu yönündedir. BöyIece açgözlü işadamları, toprak zenginleri ve ifade özgürlüğü koruma altına alınırken, serbest piyasa kapitalizmine engel teşkil eden ekolojik habitat, sosyal ve geleneksel değerler yok ediliyor.

Bir ileri teknoloji şirketinde çalışarak saatte yüz dolar kazanan bir yazılımcıyı ele alalım. Bir gün babası felç geçirir. Artık babasına bakması, ihtiyaçlarını karşılaması ve yemek yapması, hatta yıkanırken dahi babasına yardımcı olması gerekir. İşe daha geç gidip erken dönerek babasının bakımını tamamen üstlenebilir. İş verimliliği düşecek ve bütçesi zorlanacaktır ancak babası vefalı kızının ilgisinin keyfini sürebilecektir. Bir başka seçenek olarak, yazılımcı saati on iki dolara babasıyla kalacak ve tüm ihtiyaçlarını karşılayacak Meksikalı bir yardımcı tutacaktır. Yazılımcı açısından işler olağan akışında sürerken hem yardımcı hem de Meksika ekonomisi durumdan faydalanacaktır. Sizce yazılımcı bu durumda ne yapmalıdır?

Serbest piyasa kapitalizminin bu soruya katı bir cevabı var. Eğer ekonomik büyüme aile bağlarının zayıflamasını ve dünyanın öbür ucundan bir çalışan tutulmasını gerektiriyorsa, gereken yapılmalıdır. Yine de bu cevap etik bir yargıdan çok olgusal bir önermedir. Bazı insanlar yazılım mühendisliğinde uzmanlaşırken diğerleri yaşlıların bakımını üstlenirse böylelikle hem daha fazla yazılım üretilebilir hem de yaşlılara uzmanlaşmış bakım hizmetleri sağlayabiliriz. Peki, ekonomik büyüme aile bağlarından daha mı önemlidir? Haddini aşarak böylesi ahlaki yargılarda bulunan serbest piyasa kapitalizmi bilimin sınırlarını geçerek dinin topraklarına adım atar.

Birçok kapitalist, din etiketini taşımaktan hoşlanmayacaktır: gerçi dinler göz önünde bulundurulunca kapitalizm evladır diyebiliriz. Ölümden sonra cennet vaat eden diğer dinlerin aksine kapitalizm mucize vaadini bu dünya için verir, hatta zaman zaman sözünü de tutar. Kıtlık ve salgınların önüne geçilmesinde, büyümeye inanan gayretli kapitalistlerin rolü büyüktür. İnsanların arasındaki şiddetin azalması, anlayış ve işbirliğinin artması konusunda da kapitalizm övgüyü hak eder. Bu gelişmelerin gerçekleşmesinde başka önemli etmenler de vardır elbette, ancak kapitalizm insanların ekonomiye bakışını değiştirerek küresel barışa inanılmaz katkılar sağlamıştır. Eskiden başkasının karı benim zararım diyerek ekonomiyi toplamı sıfır olan bir oyun olarak değerlendiren insanlara, başkasının karını kendi karı olarak görebileceği bir kazan-kazan durumu sunmuştur. Bu karşılıklı fayda küresel barışı, Hıristiyanların “komşunu sev” ya da “sana tokat atana öbür yanağını çevir” vaazlarının verildiği yüzyıllardan çok daha ileri bir aşamaya taşımıştır.

•••

Büyümeye biçtiği yüce değer sonucunda kapitalizm ilk emri verir: Kazancınızla büyümeyi hedefleyerek yatırım yapınız. Tarih boyunca prensler ve rahipler kazançlarını gösterişli karnavallarda, şatafatlı saraylarda ve gereksiz savaşlarda çarçur ettiler. Paralarını muhafaza etmek isteyenlerse altınlarını demir sandıklara kilitleyip zindanlara gömdü. Kapitalizm inancının müritleri kazançlarını istihdama, fabrikalarını genişletmeye ya da yeni ürünler geliştirmeye harcıyor.

Eğer tüm bunları yapmayı bilmiyorlarsa paralarını bir bilene, bankacıya ya da girişimci bir kapitaliste emanet ederler. Bu girişimci de yatırımları çeşitli girişimcilere borç verir. Çiftçiler yeni ekinler, müteahhitler yeni evler, enerji şirketleri yeni petrol sahaları, silah fabrikaları yeni silahlar geliştirmek amacıyla girişimciden borç alır. Bu yatırımların kazançları, borçların faiziyle ödenmesini sağlar. Sonuçta sadece daha fazla buğday, ev, petrol ve silaha sahip olmakla kalmaz, aynı zamanda bankalardan ve yatırımcılardan yeniden borç alabilecek kadar çok para kazanırız. Tekerlek, en azından kapitalizmin tekerleği, dur durak bilmeden döner. Kapitalistlerin, “Yeter. Yeterince büyüdük, artık yavaşlayabiliriz,” diyeceği bir an asla gelmeyecektir. Kapitalistlerin neden asla durmayacağını merak ediyorsanız, bankada yüz bin doları olan ve bu parayla ne yapacağını bilmeyen bir arkadaşınızla biraz sohbet edebilirsiniz.

“Bankaların faizleri çok düşük,” diye şikâyet edecektir, “paramı yılda yüzde 0,5 bile vermeyen bir tasarruf hesabına yatırmak istemiyorum. Devlet tahvillerinden belki yüzde 2 kazanabilirim. Kuzenim Richie, Seattle’da bir daire aldı ve neredeyse yüzde 20 kazandı bile! Belki ben de emlak işine girmeliyim ama herkes yakında gayrimenkul balonunun patlayacağını konuşuyor. Borsa hakkında ne düşünüyorsun? Bir arkadaşım Çin ya da Brezilya gibi gelişmekte olan ekonomilerin yatırım fonlarından almamı önerdi .“ Soluklandığı bir an araya girip, “Peki neden 100 bin dolarınla yetinmiyorsun?” diye sorduğunuzda, kapitalizmin neden durmayacağını arkadaşımız benden daha iyi açıklayacaktır.

Bu hikâyenin kıssadan hissesi yaygın kapitalist oyunlar aracılığıyla her çocuğun ve gencin kafasına kazınır. Satranç gibi modernite öncesi oyunlar durağan bir ekonomi olduğunu varsayar; oyuna on altı parçayla başlar ve asla daha fazlasıyla bitiremezsiniz. Nadiren bir piyon vezire dönüşebilse de daha fazla piyon üretemez ya da atlarınızı tanklara dönüştüremezsiniz. Satranç oyuncuları bu yüzden hiçbir zaman yatırım yapmayı düşünmek zorunda değiller. Modern masa ve bilgisayar oyunlarıysa aksine yatırıma ve büyümeye odaklanır.

Özellikle Minecraft, Tbe Settlers of Catan ya da Sid Meier’in Civilitation’ı gibi strateji oyunları iyi birer gösterge olabilir. Bu oyunlar ortaçağ, Taş Devri ya da hayali bir dünyada geçse de ilkeleri temelde aynıdır, hepsi kapitalisttir. Amacınız bir şehir, krallık ya da tam teşekküllü bir medeniyet kurmak olabilir. Oldukça mütevazı bir başlangıçla, tek bir köy kurarak ya da yakındaki tarlaları işleterek işe koyulursunuz. Varlıklarınız başlangıçta size buğday, tahta, demir ve altın gibi küçük gelirler sağlar; sonrasında varlıklarınızı akıllı yatırımlara çevirmeniz gerekir. Askerler gibi üretken olmayan ama olmazsa olmaz araçlarla köyler, tarlalar ve madenler gibi üretken yatırımlar arasında seçimler yapmanız beklenir. Genellikle kazanmanızı sağlayacak strateji, mümkün olan en düşük payı üretken olmayan zorunluluklara yatırırken, üretken yatırımlarınızı olabildiğince artırmaktır. Daha fazla köy kurmak, bir sonraki elde (gerekiyorsa) daha fazla asker satın almanızı sağlarken hem gelirlerinizin hem de yatırımlarınızın artmasını sağlar. Kısa sürede köyleriniz kasabaya dönüşür. Üniversiteler, limanlar ve fabrikalar inşa eder, yeni denizler ve okyanuslar keşfeder, nihayet medeniyetinizi kurar ve oyunu kazanırsınız.

Nuh’un Gemisi Sendromu

Peki, ekonomi sonsuza dek büyüyebilir mi? Eninde sonunda kaynakları tüketip yok olmayacak mı? Bu durumda, büyümeyi daimi kılabilmenin tek yolu bitip tükenmeyen kaynaklar keşfetmektir.

Bu kaynakları elde etmenin yollarından biri yeni topraklar fethetmekti. Avrupa ekonomisi ve kapitalist sistemin yüzyıllar süren ekonomik büyümesinin temeli ağırlıklı olarak denizaşırı sömürgelerine dayanırdı. Ancak dünyadaki kara parçalarının da bir sonu var. Bazı girişimciler bir noktada yeni gezegenler hatta galaksiler keşfedeceğimizi içtenlikle umuyor; modem ekonominin o zamana kadar daha iyi bir büyüme yolu bulması da şart tabii.

Moderniteye çözüm sunansa yine bilim olmuştur. Tilkiler daha fazla tavşan üretmeyi bilemediğinden tilki ekonomisi büyümüyordu. Tavşanlar nasıl ot yetiştirebileceklerini kestiremediğinden tavşan ekonomisi durağandı. Oysa insanlar yeni hammadde ve enerji kaynakları keşfedebilir ve insan ekonomisi de bu keşifler devam ettiği sürece büyüyebilir.

Pastanın büyümediğine inanan geleneksel dünya görüşü iki tür kaynak olduğunu varsayar. Hammadde ve enerji. Aslına bakarsanız dünyada üç tür kaynak bulunur: Hammadde, enerji ve bilgi. Hammadde ve enerji tükenebilir, elinizdekiler kullanıldıkça azalacaktır. Bilgiyse aksine büyüyen bir kaynaktır; ne kadar kullanırsanız elinizdeki o kadar artar. Hatta sahip olduğunuz bilgi dağarcığını artırmak size hammadde ve enerji de sağlayabilir. Alaska’da petrol sahası araştırmalarına 100 milyon dolar yatırım yaparak petrol çıkardığımda petrolüm olur ama torunlarıma daha az petrol kalacaktır. Diğer taraftan güneş enerjisi araştırmalarına 100 milyon dolar yatırarak yeni ve daha etkin bir enerji üretme yöntemi geliştirebilirsem hem kendime hem de torunlarıma daha çok enerji sağlayabilirim.

Binlerce yıl boyunca insanlar dünyanın sunabileceği tüm bilgiye sahip olduklarını iddia eden kutsal metinlere ve antik geleneklere inandıklarından ilerlemeyi amaçlayan bilimsel yolun önüne engel koydular. Yeryüzündeki tüm petrol sahalarının çoktan keşfedildiğini düşünen bir şirket petrol arayarak zaman ve para kaybetmek istemeyecektir. Aynı şekilde kayda değer her şeyin çoktan bilindiğine inanan bir kültür de yeni bilgilerin peşine düşmeyecektir. Modernite öncesi pek çok medeniyetin durumu da böyleydi. Bilimsel Devrim insan evladını bu naif inançtan kurtarır. En büyük bilimsel keşif cehaletin keşfidir. İnsanlar bir kez dünya hakkında ne kadar az şey bildiklerini fark edince, sonu ilerlemeye çıkan bilimsel yolları aydınlatan bilginin peşinde koşmak için pek çok nedene sahip oldular.

Her nesille beraber bilim yeni enerji kaynakları, yeni hammaddeler, daha iyi makineler ve yeni üretim yöntemleri keşfetti. 2016 itibarıyla insan evladı hiç olmadığı kadar çok hammadde ve enerjiye sahipken üretim hızıysa zirveye ulaşmış durumda. Buhar makinesi, içten yanmalı motorlar ve bilgisayar gibi icatlar yepyeni sanayi kollarını yoktan var etti. Önümüzdeki yirmi yıla baktığımızda, 2036’da bugüne göre daha fazla üretip çok daha fazla tüketebileceğimizi güvenle söyleyebiliyoruz. Nanoteknolojinin, genetik mühendisliğinin ve yapay zekânın üretimde bir devrim daha yapacağına, durmadan genişleyen süpermarketlerimizde yeni raflar açacağına hiç kuşkumuz yok.

•••

Sonuç olarak kaynak yetersizliğini aşabilme ihtimalimiz oldukça yüksek görünüyor. Ekolojik denge artık modern ekonominin asıl büyük düşmanıdır. Hem bilimsel gelişme hem de ekonomik büyüme incecik ve kırılgan biyosferde meydana geliyor. Büyüme ve ilerleme hız kazandıkça, yarattıkları şok dalgaları da ekolojiyi sarsıyor. Dünyadaki herkese varlıklı ABD’lilerin sahip olduğu yaşam koşullarını sağlamak için birkaç gezegene daha ihtiyacımız var, ancak elimizdeki sadece bu. Gelişme ve büyüme sonucunda ekosistem yok olursa bedelini sadece vampir yarasalar, tilkiler ve tavşanlar değil Sapiens de ödeyecek. Ekolojik çözülme ekonomik felaketlere, siyasi çalkantılara, insanların yaşam koşullarının kötüleşmesine neden olacağı gibi belki de insan medeniyetinin varlığını da tehdit eder hale gelecek.

Gelişme ve büyümeyi biraz olsun yavaşlatarak bu tehlikeyi de azaltabiliriz. Yatırımcılar bu yıl portföylerinin yüzde 6 oranında büyümesini beklerken, on yıl sonrası için yüzde 3, yirmi yıl sonrası için yüzde 1‘lik oranlara razı olur ve otuz yıl içinde ekonomik büyümeyi yavaşça durdururlarsa bulunduğumuz yerde mutlu mesut yaşamaya devam edebiliriz. Ne var ki büyüme dini bu kâfir düşünceye karşı çıkıyor. Aksine, daha da hızlı büyümemizi emrediyor. Keşiflerimiz ekosistemin dengesini altüst ederek insanlığı tehdit ediyorsa, o zaman kendimizi koruyacak bir şeyler üretmeliyiz. Ozon tabakası inceliyor ve bizi cilt kanseri karşısında savunmasız kılıyorsa daha güçlü güneş kremleri, gelişmiş kanser tedavileri üreterek yeni güneş kremi fabrikalarının ve kanser tedavi merkezlerinin büyümesini teşvik etmeliyiz. Yeni endüstriler atmosferi ve okyanusları kirletip küresel ısınmaya neden olarak türleri kitleler halinde yok ediyor ve gezegenimiz sıcak, kasvetli ve kirlenmiş hale geliyorsa, o zaman hayatın güzelliklerini tesis edebilecek sanal dünyalar ve ileri teknoloji mabetleri yaratmalıyız.

Pekin’de hava kirliliği öyle boyutlara ulaştı ki insanlar dışarıya çıkmaya çekiniyor, varlıklı Çinliler kapalı alanlarda hava temizleme sistemlerine binlerce dolar yatırıyor. 2013’te yabancı diplomatlar ve varlıklı Çinlilerin çocuklarını gönderdiği “Beijing International School” bir adım daha ileri giderek içinde altı tenis kortu ve oyun sahaları bulunan devasa bir alanın üzerine beş milyon dolara mal olan bir kubbe inşa ettirdi. Diğer okullar da bu modayı takip ediyor ve Çin’ de hava temizleme sistemleri pazarı inanılmaz bir hızla yükseliyor. Tabii pek çok Pekinli, çocuklarını International School’a gönderecek ve de evlerinde böylesi lüks sistemler kurabilecek maddi güce sahip değil.

İşte böylece insan türü kendini iki arada bir derede sıkışmış, iki cephede birden savaşır halde buldu. Üstelik bir yandan bilimsel ilerlemeyi ve ekonomik büyümeyi daha da hızlandırmamız gerektiğini düşünüyoruz. Bir milyar Çinli ve bir milyar Hintli orta sınıf da ABD’liler gibi yaşamak istiyor ve ABD’liler ciplerinden ve alışveriş merkezlerinden ödün vermedikçe, onlar da haliyle kendi hayallerinden ödün vermek için bir neden göremiyor. Diğer yandan ekolojik kıyamet yaklaşırken gardımızı almak zorunda olduğumuzu da biliyoruz. İki cephede sürdürdüğümüz bu savaş her geçen yıl zorlaşıyor, Her atılım Delhi’nin kenar mahallelerinde yaşayanları Amerikan Rüyası’na bir adım daha yaklaştırırken gezegeni de uçurumun kenarına biraz daha sürüklüyor.

İyi habere gelirsek, insan türü yüzlerce yıldır artan ekolojik sorunlara yenilmeden ekonomisini büyütmeyi başardı. Pek çok tür bu süreçte helak oldu, insanlar da birden fazla ekonomik kriz ve ekolojik felaketle karşı karşıya kaldı ama bugüne kadar hepsinden sıyrılmayı başardık. Gelecekteki başarılarımızın teminatı da doğa kanunları olmayacaktır. Kim bilir, belki de bilim, ekonomiyle birlikte ekolojiyi de kurtaracak bir çözüm bulmayı başarır. Tempomuz yükseldikçe hata yapma lüksümüz de azalıyor. Eskiden yüzyılda bir önemli bir buluşa imza atmak yeterliyken, bugün iki yılda bir mucizeler yaratmamız gerekiyor.

Ekolojik bir kıyametin insanların tahmin ettiğinden çok daha tehlikeli sonuçlan olabileceğini göz önünde bulundurmalıyız. Tarihin adaleti yoktur. Bir felaket yaşandığında yoksullar her zaman zenginlerden daha çok acı çeker; felaketin nedeni zenginler de olsa, sonuçlarına yine yoksullar katlanacaktır. Küresel ısınma, kurak Afrika ülkelerindeki yoksulların hayatlarını, varlıklı Batılılarınkinden çok daha fazla etkilemeye başladı bile. Bilimin kudreti bu tehlikeyi ancak zenginleri memnun ettiği sürece ortadan kaldırmaya verebilir.

Sera gazı emisyonunu ele alalım. Pek çok araştırmacı ve gitgide daha fazla siyasetçi küresel ısınma gerçeğinin ve büyük tehlikenin farkına varıyor. Ne yazık ki bu farkındalık davranışlarımızı biraz olsun değiştirmedi. Küresel ısınma üzerine pek çok söz sarf etsek de insan evladı uygulamada bu facianın önüne geçebilmek için hiçbir ekonomik, sosyal ve siyasi fedakârlıkta bulunmadı.

2000’le 2010 yılları arasında emisyon değerleri hiç azalmadı. Aksine 1970’le 2000 yılları arasında emisyon değerlerindeki artış yılda yüzde 1,3 civarındayken sonraki on yıllık dönemde her yıl yüzde 2,2 civarındaydı.” Sera gazı emisyonunun azaltılması için hazırlanan 1997 Kyoto Protokolü küresel ısınmayı durdurmaktan çok ertelemeyi hedefliyordu; yine de kirliliğin baş sorumlusu ABD, ekonomik büyümesi zarar görecek korkusuyla kararı onamayı reddetti ve emisyon değerlerini düşürmek adına hiçbir ciddi adım atmadı.

2015 yılının Aralık ayında Paris Anlaşması’yla daha da iddialı hedefler belirlendi. Anlaşma ortalama ısı artış hızını sanayi çağı öncesi seviyelerin 1,5 puan üzerine çekebilmeyi amaçlıyordu. Bu hedefe ulaşmak için atılması gereken zor adımların hepsi 2030 sonrasına, hatta 21. yüzyılın ikinci yarısına ertelenerek, hesap gelecek nesillere kesilmiş oldu. Yöneticiler emisyonları azaltmanın (ve tabii büyümeyi yavaşlatmanın) siyasi bedelini gelecek nesillere miras bırakarak yeşilci görünmenin siyasi meyvelerini topluyor. Oysa bu satırları kaleme aldığım Ocak 2016’dan baktığımda bile ABD ve kirliliğin diğer başlıca sorumlularının Paris Anlaşması’nı imzalamaları pek ihtimal dâhilinde görünmüyor. Çoğu siyasetçi ve seçmen, ekonomi büyüdükçe bilim insanlarının ve mühendislerin bizi kıyametten kurtarabileceğine inanıyor. Konu iklim değişikliğiyse büyüme müritleri mucize beklemekle kalmıyor, mucizenin geleceğine kesin gözüyle bakıyor.

Küresel ısınma üzerine yapılan hiçbir konferans, zirve ya da protokol, sera gazı emisyonunu dizginlemeyi başaramadı. Grafiği dikkatlice incelediğinizde, emisyonların yalnızca ekonomik kriz ve durgunluk dönemlerinde düştüğünü göreceksiniz. Bu nedenle 2008-2009 arasında sera gazı emisyonundaki sınırlı düşüş Kopenhag Mutabakatı’nın değil, küresel ekonomik krizin bir sonucuydu. Küresel ısınmayı durdurmanın tek yolu, hiçbir hükümetin yanaşmadığı, ekonomik büyümeyi durdurma adımını atmaktan geçiyor.

Gelecekte bilim insanlarının gezegeni kurtaracak keşifler yapacağı varsayımına dayanarak insan türünün geleceğini riske atmak sizce ne kadar mantıklı? Dünyayı yöneten çoğu başkan, bakan ve CEO oldukça mantıklı insanlar oldukları halde neden böyle bir kumar oynuyorlar? Belki de kişisel gelecekleri üzerine bahse girdiklerini düşünmüyorlardır? Bilim insanları yaklaşan tufanı durduramasa bile, en kötü ihtimalle, geride kalan milyarları boğulmaya terk ederek zenginlere yüksek teknolojili bir Nuh’un gemisi yapabilirler. Son teknoloji ürünü Nuh’un gemisine duyulan bu inanç, hâlihazırda insan türünün ve tüm ekosistemin karşısındaki en büyük tehdit olabilir. Öteki dünyada bir cennet olduğuna inanan insanlara nükleer silahların verilmemesi gerektiği gibi küresel ekolojinin kaderi de bu yüksek teknolojili gemiye inanan insanlara teslim edilmemeli.

Peki ya yoksullar? Onlar neden isyan etmiyor? Tufan olduğunda bedeli onlar ödeyecek, ekonomik durağanlığın yükünü sırtlanan da yine onlar olacak. Kapitalist bir dünyada yoksulların hayatı sadece ekonomi büyüdükçe iyileşebilir. Bu yüzden de yoksulların bugünün ekonomik büyümesini yavaşlatarak ekolojik tehlikeleri azaltacak herhangi bir adımı desteklemeleri beklenemez. Çevreyi korumak çok hoş bir ideal, ama kirasını ödeyemeyenler, haliyle buzulların erimesinden çok kredi kartı borçlarını dert ederler.

Bitmeyen Hengame

Hem ekonomik çöküşü hem de ekolojik felaketi aynı anda savuşturabilmeyi başarsak bile, tüm bunlar bireylerin hayatında ciddi strese ve gerginliğe neden oluyor. Yüzlerce yıl süren ekonomik büyümenin ve bilimsel gelişmenin sonucunda, en azından gelişmiş ülkelerde, yaşamın sakin ve huzurlu olması gerekirdi. Eğer atalarımız elimizin altındaki araçların ve kaynakların bolluğundan haberdar olsaydı, sanki cennetteymişiz gibi bir huzurla, dertsiz tasasız yaşadığımızı düşünürlerdi. Ne var ki gerçekler çok farklı. Tüm başarılarımıza rağmen, sürekli daha da fazlasını yapma zorunluluğunu ve üretme baskısını omuzlarımızda hissediyoruz.
Kendimizi, patronumuzu, kredilerimizi, hükümeti, eğitim sistemini suçluyoruz, Ne var ki bu aslında onların suçu değil. Tüm bunlar doğarken imzaladığımız modern sözleşmenin bir sonucu. Modernite öncesi dünyada, insanlar sosyalist bir bürokrasinin sıradan yöneticilerine alışkındı. Kartlarını basıp işgününü başlatıyor ve başkalarının bir şeyler yapmasını bekliyorlardı. Modern dünyadaysa işleri biz insanlar yönetiyor ve gece gündüz baskı altında yaşıyoruz.

Toplumsal düzeyde yaşandığında bu yarış sonu gelmeyen ayaklanmalarla sonuçlanır, Geçmişte sosyal ve siyasi sistemler varlıklarını yüzlerce yıl sürdürebilirken, bugün her yeni nesil eski bir düzeni yıkarak yerine yenisini kuruyor. Komünist Manifesto”nun ustalıkla dile getirdiği gibi, modern dünya tam bir belirsizlik ve karmaşa gerektirir. Tüm yerleşmiş ilişkiler; kendilerine bağlı eski değer yargıları ve görüşlerle birlikte çözülüp dağılırken yeni oluşanlarsa kök salmadan eskimektedir. Katı olan her şey buharlaşır; kutsal olan ne varsa kutsallığını yitirir ve nihayet insanlar davranışlarına ve karşılıklı ilişkilerine neyin ne olduğunu bilerek bakmak zorunda kalır.

Modernite yarattığı tüm gerginliğe ve karmaşaya rağmen insanların bireysel ve toplumsal düzeyde bu yarıştan kopmaması için çok çalışmak durumundadır. İşte bu yüzden en yüce değer olarak büyümeyi yüceltir ve büyüme uğruna her türlü riski göze almamızı ve elimizden gelen fedakârlığı yapmamızı bekler. Toplumsal düzeyde hükümetlerin, şirketlerin ve organizasyonların başarılarının büyümeyle ölçülmesi teşvik edilirken, ekonomik dengeden bir lanetmiş gibi uzak durulur. Bireysel olarak sürekli gelirimizi artırmaya, yaşam koşullarımızı iyileştirmeye özendiriliriz. Halinizden memnun olsanız bile daha fazlasını istemeniz gerekir. Dünün lüksleri bugünün gereklilikleri olur. Üç odalı bir evde, tek araba ve bir bilgisayarla gayet iyi yaşayıp giderken, artık beş odalı bir eve, iki arabaya ve iPodlardan, tabletlerden ve akıllı telefonlardan oluşan bir koleksiyona ihtiyacınız vardır.

İnsanları daha fazlasını istediklerine ikna etmekse hiç zor değildir; insanlar kolayca hırsa kapılır. Ancak devlet ve kilise gibi toplumsal kurumları yeni bir idealin peşine düşmeye ikna etmek oldukça zordur. Bin yıl boyunca, toplumlar bireysel istekleri kontrol altına alarak bir denge tutturmaya çabalamıştı. İnsanların kendileri için hep daha fazlasını istedikleri biliniyordu, pasta büyümeyince sosyal uyumu tesis etmenin yolu da bireysel istekleri dizginlemekten geçiyordu. Para tutkusu kötüydü. Modernite dünyayı tepetaklak ederek insanları dengenin kaostan daha kötü olduğuna ikna etti. Para hırsı büyümeyi besliyordu, büyümenin sağladığı güç iyi ve gerekliydi. Modernite insanları daha da fazlasını istemeye özendirdi, böylece nefsine gem vurmaya dair binlerce yıllık öğretileri yerle bir oldu.

Serbest piyasa kapitalizmi, sebep olduğu kaygıları büyük ölçüde yatıştırma gücüne sahip olduğu için bu kadar yaygın bir ideoloji haline geldi. Kapitalist düşünürler durmadan bizi telkin etti: “Merak etmeyin her şey yoluna girecek. Ekonomi büyüdüğü sürece piyasanın görünmeyen eli her şeyin çaresine bakacak.” Böylece kimse ne olduğunu, nereye gittiğimizi anlamadan göz açıp kapayıncaya kadar büyüyen, gözü doymayan bu kaotik sistem kutsandı. (Komünizm de büyümeye inanıyordu ama bir farkla: Kaosu engelleyebileceğini ve devlet planlamasıyla büyümeyi kontrol edebileceğini iddia ediyordu. Fakat ilk etapta başarılı olsa da serbest pazar karşısında tutunamadı.)

Serbest piyasa kapitalizmine sövmek bugünlerde entelektüel çevrelerin gündeminde. Dünyamız kapitalizmin hâkimiyeti altında olduğuna göre, gelecekte bir kıyamete yol açmadan eksiklikleri tespit etmeli ve anlamaya çalışmalıyız, Kapitalizmi eleştirirken faydalarını ve marifetlerini de görmezden gelemeyiz. Gelecekte yaşanacak muhtemel ekolojik felâketi saymazsak ve ölçütümüz üretim ve büyümeyse kapitalizmin şu ana dek harikalar yarattığını kabul etmeliyiz. 2016’da stres dolu ve karmaşık bir dünyada yaşıyor olabiliriz, ancak yıkım ve şiddetle geleceği söylenen kıyamet alametleri henüz belirmedi. Daimi büyümenin ve küresel işbirliğinin abartılı vaatleriyse yerine getirilmiş durumda. Ara ara ekonomik krizler ve uluslararası savaşlar yaşasak da kapitalizm uzun vadede kıtlığı, salgınları ve savaşları engellemekle kalmadı, onları yenmeyi başardı. Binlerce yıl boyunca din adamları insanların bu illetleri kendi başlarına yenemeyeceklerini öne sürdüler. Yeni dönemin aktörleri bankacılar, yatırımcılar ve sanayicilerse iki yüzyıl içinde tümünün üstesinden gelmeyi başardılar.

Bu yazının tamamı yazarın ''Homo Deus: Yarının Kısa Bir Tarihi'' isimli eserinden alınmıştır.


Sonuç olarak modem sözleşme eşi benzeri görülmemiş bir kudret vaadinde bulundu ve sözünü de tuttu. Peki, bedeli ne oldu? Modern sözleşme güce karşılık anlamdan vazgeçmemizi istiyor. İnsanlar bu korkutucu taleple nasıl başa çıkabilir? Anlamdan vazgeçmek dünyayı ahlak, güzellik ve merhametten mahrum, karanlık bir yere dönüştürecektir şüphesiz. Ancak insan evladının bugün sadece hiç olmadığı kadar güçlü değil aynı zamanda bir o kadar da uyum ve işbirliği becerisine sahip olduğu gerçeği de ortada. İnsanlar bununla nasıl baş ediyor? Ahlak, güzellik, hatta merhamet; tanrıların, cennetin ve cehennemin olmadığı bir dünyada nasıl var olacak?

Kapitalistler bu soruyu yanıtlarken, her zaman olduğu gibi, piyasanın görünmez elini övmekten geri kalmıyor. Ne var ki piyasanın eli sadece görünmez değil aynı zaman da kör de; bu yüzden insan toplumunu tek başına kurtarması mümkün değil, Tek bir ülke pazarı bile bir tür tanrı, kral ya da dini kurum olmadan kendini idame edemez. Mahkemeler ve polis dâhil olmak üzere her şey satılığa çıktığında güven uçar gider, krediler çarçur olur, işletmeler batar,” Peki modern toplumu çökmekten ne kurtardı? İnsan evladı aslında arz ve talep kanunu tarafından değil, devrimsel nitelikte yeni bir dinin yükselişiyle kurtuldu: Hümanizm.

 

Modernite ve Avrupanın Geleceği

$
0
0

On küsur yıl önce, yaşadığımız hayat için kullanıldığı şekliyle “akışkanlık” metaforunun anlamını çözmeye giriştiğimde kafamı en çok kurcalayan ve kendini ele vermemek için inatla direnen bilinmezlerden biri, akışkan modern insanlık durumunu nasıl okuyacağımızdı: İleride olacakların bir işareti, bir felaket habercisi miydi? Yoksa –bitmemiş, eksik kalmış ve tutarsız olduğu kadar- geçici ve kısa süreli bir çözüm; insanların bir arada yaşama durumuna karşı öne sürülen savlara verilen iki farklı ama yine de uygulanabilir, uzun ömürlü, tam ve tutarlı iki cevap arasındaki geçiş mi?

Şu ana kadar bu ikilemi çözmeye yaklaşmış bile değilim fakat kendimizi bir tür “fetret devrinde” – eski yöntemlerin artık işe yaramadığı. eski öğrenilmiş ya da edinilmiş yaşam kiplerinin şu anki “conditio humana”(insanlık hali) için artık uygun olmadığı, fakat karşımızdaki zorluklarla mücadele edebilmemizi sağlayacak yöntemlerin ve yeni koşullara uygun yeni yaşam kiplerinin henüz icat edilip yerine konmadığı ve uygulamaya geçilmediği bir dönemde – bulduğumuzu gün geçtikçe daha çok düşünmeye başladım… Mevcut form ve düzenlerden hangilerinin “eritilip” kullanımdan kaldırılacağını henüz bilmiyoruz; oysaki bunların hiçbiri eleştirilemez değildir ve hemen hepsi de, şu ya da bu kadar zaman önce, zamanı geldiğinde değiştirilmek üzere işaretlenmiştir.


Daha da önemlisi, atalarımızın tersine bizim nereye gitmekte olduğumuza dair açık ve net –küresel toplum, küresel ekonomi, küresel politika, küresel kanuni yetki alanı, vs. için bir örnek model oluşturacak- bir “hedef” görüşümüz yok… Onun yerine, o anda karşımıza çıkan sorunlarla uğraşıyor, denemeler yapıyor, karanlıkta el yordamıyla yolumuzu bulmaya çalışıyoruz. Karbondioksit kirlenmesini azaltmak için kömür santrallerini kapatıp yerlerine nükleer santral kurmaya çalışıyor, böylece Çemobil ve Fukuşima’nın lanetli ruhlarını başımıza kendimiz musallat ediyoruz… İktidarın [yani bir şeyler yapma becerisinin] politikadan (yani neyin yapılması gerektiğine karar verip öncelikleri belirleme becerisinden) koptuğunu bilmesek de hissediyoruz (ve çoğumuz bunu kabullenmek istemiyor), böylece, “ne yapmalı” konusundaki kafa karışıklığımıza ek olarak, şimdi de “bunu kim yapacak” konusunda karanlıktayız. Sorunlarımızın, kaynaklarının ve sonuçlarının küresel boyutlarını göz önüne aldığımızda, anne babalarımızdan ve onların anne babalarından bize miras kalan ve sınırları, ulus devletin sınırlan olan amaca yönelik kolektif eylem aktörlüğünün tek başına yeterli olmadığı açıktır…

Biz, eskiden ne kadarsak şimdi de o kadar moderniz fakat bu modern “bizlerin” sayısı son yıllarda bir hayli artmış durumda. Şu ana kadar dünyanın her yerindeki, ya da hemen hemen her yerindeki hepimizin, ya da neredeyse hepimizin modernleştiğini söyleyebiliri. Bunun anlamı şu: On beş-yirmi yıl öncesinin aksine bugün, gezegen üzerindeki bir-iki istisna dışında hemen hemen her toprak parçası, adına bugünlerde “modernleşme” denen durdurulamaz, takıntılı ve saplantılı değişime ve insanları sürekli olarak istihdam fazlası hale getirmek ve bunun kaçınılmaz olarak yol açtığı toplumsal gerilimler dâhil, onunla birlikte gelen her şeye tabidir.

Modern yaşam biçimleri birbirlerinden pek az yönden farklıdır – fakat hepsinin de ortak özelliği kırılganlıkları, geçicilikleri, risklere açık ve sürekli değişime eğilimli olmalarıdır. “Modern olmak” demek, modernize etmek demektir – takıntılı, saplantılı bir şekilde modernize etmek; kimlik bütünlüğünü korumak bir yana, sadece” olmak” [to be] değil, tamam olmaktan kaçarak, hep tanımsız kalarak, sonsuza dek “oluş” [becoming] içinde bulunmak. Bir yapının son kullanma tarihi geçip artık işe yaramaz ilan edildiğinde yerine yeni bir yapının konması, bir sonraki gerekliliğe kadar işe yarayacak geçici bir çözümden başka bir şey değildir. Her zaman bir şeyin “post-u olmak. modernitenin ayrılmaz bir parçasıdır. Zaman geçtikçe modernite de, efsanevi Proteus gibi şekil değiştirir… Bir süre önce adına (yanlış bir şekilde) postmodernizm denilen ve benim daha yerinde bir ifadeyle “akışkan modernite” demeyi tercih ettiğim olgu, değişmeyen tek şeyin değişim, kesin olan tek şeyin ise belirsizlik olduğunun gittikçe kesinleşen kanıtıdır. Yüz yıl önce “modern olmak” demek, mümkün olan “en üst mükemmellik aşamasına” ulaşmaya çalışmak demekti – şimdi ise sonu gelmeyen bir gelişme süreci, ulaşılabilecek bir nihai amacın ve böyle bir isteğin olmaması demek.

Katılık/akışkanlık çiftinin tam anlamıyla bir ikili olduğunu hiçbir zaman düşünmedim; bana göre bu iki durum, birbirine (François Lyotard’ın, önce postmodern olmadan kimsenin modern olamayacağını söylerken muhtemelen aklında olan türden) diyalektik bir bağ ile bağlanmış, ayrılmaz bir çifttir. Nitekim nesnelerin ve durumların akışkanlaşmalarına neden olan, onları akışkan halde tutan ve yönlendiren şey, katılık beklentisi ve arayışıydı: akışkanlık katılığın zıddı değil, katılık arayışının bir sonucuydu ve bazen akışkanlığın velayetini almaya niyetli kimse çıkmasa da, ikisi de aynı anne babanın çocuğuydu. Buna karşılık soğutma, yumuşatma ve kalıba dökme çabalarını harekete geçiren şey de sızan, damlayan, akan sıvının şekilsizliğiydi. Modernitenin “katı” ile “akışkan” dönemleri arasında bir ayırım yapabilmemizi (yani, onları ardışık bir sıraya sokabilmemizi) mümkün kılacak bir şey varsa, o da bu çabanın ardındaki açık ya da örtük hedeflerdeki değişimdir.

Katıların erimesine yol açan esas neden katılığa karşı duyulan kırgınlık değil, mevcut ve edinilmiş katıların katılık dereceleriyle ilgili hayal kırıklığıdır: Basitçe ifade edecek olursak bize miras kalan katılar; düzen takıntılı ve saplantılı bir şekilde düzen kurucu modern güçler tarafından yeterince katı (değişime karşı direnmede yeterli ve kararlı) bulunmamıştı. Ne var ki, bunun ardından (dünyanın bizim yaşadığımız kısmında, bugüne dek) katılar, akışkanı magmanın “durumunu yeni bir değişime dek koruyan”, gelip geçici yoğuşmaları –nihai sonuçtan çok geçici çözümler- olarak görülüp öyle kabul edilmeye başlandı. Her şeyde ve her durumda aranması gereken ideal durum olarak katılığın yerini akışkanlık aldı. Bütün katılar (şu an için arzu edilir olanlar dâhil) sadece ve sadece istenildiği zaman kolayca eritilebilir kaldıkları sürece hoşgörüyle karşılanmaktalar. Dayanıklı bir yapının inşa edilmesi, sağlamlaştırılması ve katı hale getirilmesi işine girişmeden çok önce, onu eriterek akışkan hale getirecek uygun bir teknolojinin hazır edilmesi gerekir. İnşa edilecek yapının sökülebilmesi için gerekli sağlam bir güvence, daha inşa süreci başlamadan önce verilmelidir. Daha inşa edilirken çözülmeye başlayan “biyolojik olarak çözünebilir” [biyobozunur, biodegradable] günümüzün ideal yapılarıdır ve hepsi olmasa da pek çok yapıdan bu standarda ulaşmak için çaba göstermesi beklenir.

Uzun lafın kısası, “katı” aşamasındaki modernitenin kalbinde geleceği kontrol etmek ve kesinleştirmek yatıyorsa, “akışkan” dönemde hedef geleceğin ipotek altında olmadığının garantilenmesine ve geleceğin getirmesi ümit edilen ve önünde sonunda getireceği kesin olan ama ne olduklarını hâlâ göremediğimiz meçhul ve bilinemez fırsatlardan öncelikli bir şekilde yararlanma tehdidini savuşturmaya kaymıştır. Nietzsche’nin sözcüsü Zerdüşt bu insanlık durumunun geleceğini o günden görmüşçesine, geçmişteki başarı ve günahların kalın ve ağır kalıntılarının yükünü omuzlarında taşıyan İrade’nin acı ve öfkeden “dişlerini gıcırdatmasına”, inim inim inlemesine ve ağırlıkları altında iki büklüm ezilmesine neden olacak şeye, yani “bugünün aylaklıkla heba edilmesine” bakıp dövünerek gözyaşı dökmüştü… Sökülüp parçalanamayacak kadar katılaşmış, sabrımızı zorlayarak ayakta kalmakta direnen, elimizi kolumuzu bağlayan şeylere karşı duyduğumuz korkuyu, çok güzel bir anı dondurup sonsuza kadar yaşatmak isteyerek büyük bir hata işleyen Faustus’un peşine takılıp cehenneme kadar gitme korkusunu alan Jean-Paul Sartre, bu duygunun izini geriye doğru, sümüksü ve yapışkan maddelere dokunmaya karşı duyduğumuz o eski, ilkel ve içgüdüsel nefretle karışık içerleme duygusuna kadar takip etti; ama yine de bu korku, sadece belirtileri açısından, akışkan modern çağın eşiğindeki insanlık tarihinin itici gücü olarak görülüyordu. Aslında bu korku, modernitenin gelişinin yakın olduğunun bir işaretiydi. Ve biz, [bu korkunun] ortaya çıkışına, tarihsel akış içinde gerçek anlamda bir paradigmatik dönüm noktası gözüyle bakabiliriz…

Daha önce defalarca belirttiğim gibi, moderniteyi bir bütün olarak kendinden önce gelen dönemlerden ayıran şey; elbette ki onun takıntılı ve saplantılı bir şekilde modernize etme çabasıdır – ve modernize etmekten kasıt akışkanlaştırma, eritme ve ergitmedir. Fakat – fakat! Başlangıçta, modem aklı en çok meşgul eden konu ergitme teknolojisinden çok (etrafımızdaki görünürde katı yapıların çoğu, kendi dayanıksızlıklarından eritilerek kalıplanmış gibidir) ergimiş metalin döküleceği kalıpların tasarımı ve metali o şekilde tutacak teknolojilerdi. Modem akıl mükemmeliyet peşindeydi –hedeflediği mükemmeliyet hali ise son tahlilde bütün eziyetin ve zorlu çabaların sonu anlamındaydı, zira o noktadan sonraki değişimler kötü sonuçlardan başka bir şey getirmeyecekti. Daha önceleri değişime, bizi bir denge ve sükûnet dönemine –dolayısıyla rahatlığa ve mutlu bir aylaklığa- götürmesini umduğumuz hazırlayıcı ve geçici bir tedbir gözüyle bakılıyordu. Kişilerin gözünde değişim eski, paslanmış, kısmen çürümüş, döküntü, delik deşik ve normalde güvensiz, hepten kalitesiz yapılardan, çerçevelerden ve düzenlerden kurtulup yerlerine ihtiyaca göre üretilmiş ve mükemmel olduğu için nihai –suya, rüzgâra ve aslında tarihe dayanıklı– yapıların konması süreciyle sınırlı bir ihtiyaçtı… Değişim, deyim yerindeyse ufuktaki muhteşem tabloya –bir düzen hayaline, ya da (Talcott Persons’ın modern uğraşlar üzerine yaptığı muhteşem sentezi hatırlayacak olursak) akla gelebilecek her türlü çalkantıdan zaferle çıkabilen, inatla ve sebatla önceki dengeli durumuna dönebilen “kendi kendini dengeleyebilen bir sisteme” ; “olasılıkların” (bazı durumların olasılıklarını maksimize, diğer bazılarınınkini de minimize ederek) baştan sona ve geri dönüşü olmayan bir şekilde “saptırılmasından” doğan bir düzene – doğru yapılan bir hareketti. Tesadüfler, beklenmedik olaylar, farklı kültürlerin biraradalığı, çift anlamlılık, anlam belirsizliği, akışkanlık ve düzen kurucuların diğer kâbusları ve baş belaları ile aynı şekilde değişime de geçici bir rahatsızlık gözüyle bakılıyordu (günümüzde bunun tam tersidir: Richard Sennett’in işaret ettiği gibi, kendi ayakları üzerinde mükemmel bir şekilde durabilen düzenler, hâlâ ayakta kalabileceklerini ispat için yerle bir edilmiş durumdadır).

On dokuzuncu yüzyılın en saygın ve sözü dinlenir iktisatçılarının çoğu ekonomik büyümenin “insanların bütün ihtiyaçları karşılanana kadar” süreceğini ve bunun ardından kendini her yıl yeniden, aynı miktarda ve içerikle üretecek” durağan bir ekonominin” geleceğini düşünüyordu, Farklılıklarla birlikte yaşam sorununa da, aynı şekilde, geçici bir rahatsızlık gözüyle bakılıyordu: Farklılıkların çatışması ve bir arada yaşayamayacağı açık zıt kutuplar arasındaki savaşlar nedeniyle sık sık şirazesinden kayan ve baş döndürecek kadar farklı renklerle dolu dünya, sonunda (kökten bir şekilde) “bütün savaşlara son verecek bir savaşın” veya (evrimsel bir şekilde) uyum ve asimilasyonun yardımıyla, her türlü çatışmadan ve düşmanlıklardan arınmış, huzurlu, tek tip, tekdüze, sınıfsız bir dünya olacaktı. Almanya’nın Ren bölgesinden gelen iki ateşli genç, Karl Marx ile Friedrich Engels. Kapitalizmin yüksek fırınları bizi bu dengeli, sorunlarından arınmış dünyaya taşımak için gerekli eritme işini yaparken hayranlıkla izliyorlardı. Baudelaire, uçup giden bir anın içinden sonsuzluğa bakan en sevdiği modem ressam Constantin Guys’e övgüler düzüyordu. Kısacası o zamanki modernizm, sonunda a priori olarak sabit, önceden çizilmiş bir bitiş çizgisi olan bir yol, en nihayetinde kendini gereksiz kılacak bir hareketti.


Yine de, saplantılı ve takıntılı bir modernleşme süreci olmadan modernitenin en az esmeyen rüzgâr ya da akmayan bir nehir kadar oksimoron bir kavram olduğunun çok geç farkına varıldı ya da kabullenildi… Modem yaşam biçimi yeterince katı olmayan “düşük kalite” katılan eritme işinden yine aynı katılan ama bu sefer kendi başlarına ayakta kalamayacak kadar, yani fazlasıyla katı oldukları için eritme işine dönmüştür. [Modernite] muhtemelen en başından beri bu işi yapıyordu (bunun böyle olduğunu artık biliyoruz] – fakat James Mill, Baudelaire ve hatta Komünist Manifesto’nun yazarlarının zamanında bunu ima edecek bir şey söyleseydiniz, modernitenin sözcüleri size şiddetle karşı çıkardı. Yirminci yüzyılın başlarında Eduard Bernstein, “Hedef hiçbir şeydir, hareket herşey!” deme cesaretini gösterdiğinde sosyal demokrasinin Ekabirler Korosu’nun protesto çığlıklarıyla karşılaşmış, sosyalist teşkilatın Areopagus’u (yüce divanı) onu derhal aforoz etmiştir. Aralarında on yıldan fazla fark olan Baudelaire ile Marinetti arasında –ortak meselelerine rağmen- temel bir aksiyolojik fark vardır. Bu, farkı yaratan farkın ta kendisidir…

Moderniteyi başlatan şey, dayanıklı yapıların yıkılıp yok olacağını gösteren işaretler ve dağılan [katı] yapıların ve onlardan kalan boşluğa hücum eden kısa ömürlü, geçici şeylerin dehşet verici görüntüleri olmuştu. Fakat aradan iki yüz yıl bile geçmemişken, kalıcılık ve geçicilik değerleri arasındaki üstünlük / aşağılık ilişkisi tam tersine döndü. Şu anda değerli olan şey –çözülmesi kolay bağların, geri alınabilecek taahhütlerin ve ömrü, oyun süresinden daha uzun olmayan, hatta bazen daha kısa süren oyun kurallarının yanı sıra- her şeyi tersine çevirebilme, bir kenara atabilme ve bırakılıp gidebilme kolaylığıdır. Ve hepimiz, durdurulamaz bir yeni heyecanlar ayının içine fırlatılmış durumdayız.

“Akışkan modernitenin gelişi”, Martin Jay’in haklı olarak ısrarla belirttiği gibi, her yerde aynı zamanda olmamıştır. Tıpkı tarihteki diğer dönüşümler gibi “akışkan hale” geçiş de gezegenin farklı yerlerinde, farklı zamanlarda gerçekleşmiş ve farklı hızlarda ilerlemiştir. Bir diğer can alıcı nokta da, değişimin her seferinde farklı bir düzen içinde gerçekleşmesidir – çünkü dönüşümü çoktan tamamlamış aktörlerin varlığı, onların iş akışlarının kopyalanıp her seferinde aynen tekrarlanması olasılığını seçenekler arasından çıkarmaktadır (bana göre ise, sahneye geç çıkanları genelde, model belirleyenlerin izlediği yolu kırpıp kırpıp iyice güdükleştirir ve bu yüzden kimi zaman felaketlere ve kanlı olaylara neden olurlar).

Çin halihazırda, devasa ölçülerde nüfus hareketlerine, çalkantılara ve kargaşaya –bunun sonucunda ise uç noktalarda toplumsal kutuplaşmalara- yol açtığı bilinen “ilkel sermaye birikimi” işiyle ve bunun yol açtığı sorunlarla uğraşıyor. İlkel birikim, içinde –ister üretici ister tüketici türden olsun- hiçbir özgürlük çeşidini barındırmayan bir durumdur. Gidişat, doğrudan ve dolaylı kurbanlarını önünde sonunda şoke edecek ve her an patlamaya hazır, ancak gelecek vaat eden nevzuhur girişimciler ve tacirler tarafından, güçlü ve acımasız, zorba devlet diktatörlüklerin yardımıyla bastırılabilen toplumsal gerilimlere yol açacaktır. Şili’de Pinochet, Güney Kore’de Syngman Rhee, Singapur’da Lee Kuan Yew, Tayvan’da Çan Kay Şek ve Çin’in mevcut yöneticileri, makamlarına verdikleri isimler dışında tam anlamıyla diktatördüler (Aristoteles’in terimiyle, tirandılar) – bazıları hala öyledir; fakat pazarların olağanüstü genişlemesine ve güçlerinin hızla yükselmesine önayak olmuşlardır, olmaktadırlar. Uzun süren diktatörlükleri olmasa bütün bu ülkeler bugün “mucize ekonomilere” örnek olarak gösterilemezdi. Buna ek olarak, birer ekonomik mucize örneklerine dönüşmelerinin ve şimdilerde” akışkan modern”, tüketici yaşam biçimi peşinde canla başla koşmalarının rastlantı olmadığı da söylenebilir. Ayrıca şunu eklememe izin verin: Savaş sonrası Japonya ve Almanya’sındaki “ekonomik mucizeler”, önemli ölçüde, yabancı işgal güçlerinin ülkedeki varlıklarına ve onların, bir yandan zorlayıcı/baskıcı işlevleri devlet güçlerinin elinden alıp kendi tekellerine geçirirken diğer yandan işgalleri altındaki ülkelerdeki demokratik kurumların kontrolünden başarıyla sıyrılabilmelerine bağlanabilir.

Kısacası, Aydınlanma’nın hayalini kurduğu ve Marx’ın vaat ettiği özgürlük “ideal üreticiye” göre biçilmiş bir giysiyse, pazar destekli özgürlük “ideal tüketicinin” ölçüleri göz önünde tutularak tasarlanmıştır; hiçbiri diğerinden daha hakiki, daha gerçekçi ya da elverişli değildir – sadece farklıdırlar, özgürlüğün farklı unsurları üzerine odaklanmışlardır (Burada, negatif ve pozitif özgürlük, yani “bir şeyden özgürlük” ile “bir şeye özgürlük” ayrımını getiren Isaiah Berlin’i anmak gerek). Her iki görüş de özgürlüğü “kolaylaştırıcı” [enabling], öznenin kapasitesini artıran bir durumdur (fakat neyi kolaylaştırdığı ve hangi kapasiteyi artırıcı olduğu, ayrı bir sorudur). Bu soruları ciddi bir şekilde görgül [empirical] bir inceleme altına aldığınızda kaçınılmaz olarak fark edeceksiniz ki ister üretici yönelimli ister tüketici yönelimli, her iki özgürlük düşüncesi de, pratikte uygulanmalarını zorlaştıracak güçlü çatışmaları işaret etmektedir ve söz konusu bu çatışmalar, özgürlük düşüncelerinin dolaylı olarak gösterdiği programların kesinlikle dışında değildir. Tersine, bu “engelleyici” unsurlar, şaşırtıcıdır ki, “kolaylaştırma” programını uygulayabilmek için olmazsa olmaz kabul edilen koşulların ta kendisidir; biri olmadan diğeri olsun demek nafile bir hayal ve başarısızlığa mahkûm bir çaba olacaktır.

Ne var ki bu, metafizik değil sosyopolitik bir meseledir. İdeal, engellemeden kolaylaştıran, mükemmel özgürlük fikri metafizikte bir oksimoronken, sosyal hayatta ulaşılamaz bir amaçtır; başka nedenden olmasa bile –özünde ve kaçınılmaz şekilde sosyal bir ilişki olan- özgürlüğe doğru yapılan hamlenin aslında bölücü/ayırıcı bir eylem olmasından ve her somut uygulamanın karşısına, ona karşı bir hamlenin çıkacağından dolayı öyledir. Pek çok ideal ve değer gibi özgürlük de süresiz olarak “in statu nascendi”, yani hep başlangıç durumundadır; hiçbir zaman ulaşılamaz, fakat (daha doğrusu tam da bu nedenle) sürekli olarak ulaşılmaya çalışılır, uğruna mücadele edilir ve bunun sonucunda, adına tarih dediğimiz sonu gelmeyecek deneme yanılma sürecindeki muazzam itici güç haline gelir.

İçinde bulunduğumuz kötü durumun” akışkanlığının” başlıca nedeni, kısaca “liberalleşme” [deregulation] denen, iktidarın (yani yapabilme erkinin) politikadan (yani nelerin yapılması gerektiğine karar verme yetisinden) ayrıldığı, bunun sonucu olarak eyleyicinin ortada olmadığı veya zayıf kaldığı, ya da başka bir deyişle hedef için gerekli eldeki araçların yetersiz olduğu durumdur. Bir diğer neden ise, karşılıklı bağımlılıklar ağıyla sıkı sıkıya örülü bir gezegen üzerindeki eylemin “çokmerkezliliğidir”. Kabaca söyleyecek olursak, “akışkanlık” koşulları altında her şey yapılabilir fakat yapılacak hiçbir şeyin kesinliği olmaz. Cehalet (gelecekte neler olacağını bilmenin imkânsızlığı anlamındaki cehalet) ve acziyet (olacakların önüne geçmenin imkânsızlığı anlamındaki acziyet) duygulan ile uçucu ve her yere nüfuz etmiş, yeri belirlenemeyen, atacak demiri olmayan ve deli gibi tutunacak yer arayan korku bir araya gelerek, hiçbir şeyin kesin olmadığı belirsizliği doğururlar. Akışkan modern koşulları altında yaşamak, mayın tarlasında yürümeye benzetilebilir: Herkes her an herhangi bir yerde bir patlama olabileceğini bilir, fakat kimse patlamanın kesin olarak ne zaman ve nerede olacağını söyleyemez. Küreselleşmiş bir gezegende bu durum evrenseldir – kimse bundan ve doğacak sonuçlardan muaf değildir. Dünyanın küçük bir noktasında gerçekleşen bir patlamanın şoku gezegenin her yanına dalga dalga yayılır. Bu durumdan kurtulmanın bir yolunu bulmak için çok fazla şey yapılması gerekir fakat iktidar ile politikayı yeniden bir araya getirip kaynaştırmanın, “yeniden katılaştırmayı” [resolidification] düşünen biri için sine qua non(olmazsa olmaz) bir koşul olduğu açıktır.

Akışkan Modernite’nin ilk basımından bu yana ön plana çıkan bir başka konu da “köklerinden” edilmiş insanların –göçmenlerin, sığınmacıların, sürgünlerin: hareket halinde olan ve kalıcı bir ikametgahları bulunmayan insanların- sayısının her geçen gün katlanarak ve önüne geçilmez şekilde artmasıdır. Halen Avrupa İlerici Çalışmalar Vakfı başkanlığı görevinde bulunan Massimo D’Alema, 10 Mayıs 2011 tarihli Le Monde’da yayımlanan demecinde – “Avrupa’nın en azılı iki kundakçısı olan Berlusconi ile Sarkozy’ye inat – şöyle diyordu: “Avrupa’nın göçmenlere ihtiyacı var.” Bu önermeyi destekleyen hesaplar daha basit olamazdı: Avrupa’nın (2013 itibarıyla) nüfusu 333 milyon, fakat şu anki (ve hızla düşmekte olan) doğum oranına bakıldığında bu nüfusun önümüzdeki kırk yıl içinde 242 milyona düşeceği öngörülüyor. Aradaki farkı kapatmak için fazladan en az 30 milyon kişiye ihtiyaç var – aksi takdirde Avrupa ekonomisi, o pek sevdiğimiz yaşam standardımızla birlikte çökecektir. D’Alemaya göre, “Göçmenler ekonomik anlamda birer tehdit değil, değerli varlıklardır. Aynı şekilde, dışarıdan gelenlerin doğal olarak tetikleyeceği kültürel metissage(melezleşme) de öyledir; farklı kültürel esinlenmelerin bir araya gelip kaynaşması –sadece Avrupa medeniyeti için değil, herhangi bir medeniyet için- bir zenginlik kaynağı ve yaratıcılığı besleyen motordur. Bununla birlikte kültürel zenginleşme ile kültürel kimlik kaybı arasında çok ince bir çizgi vardır; Avrupa’nın yerlileri [autochthons] ile dışarıdan gelip yerleşenlerin [allochthons] bir arada yaşamalarının kültürel mirasları erozyona uğratmasını engellemek için birlikteliğin Avrupa’nın “toplumsal sözleşmesinin” altında yatan ilkelere saygı temeli üzerine kurulu olması gerekir… Karşılıklı olarak!

“Yeni Avrupalılar”a toplumsal ve yurttaşlık hakları tanınırken böylesine gönülsüz ve cimri davranılır, süreç böylesine yavaş işletilirken saygının kalıcı olması nasıl beklenebilir ki? Göçmenlerin örneğin İtalya’nın GSMH’sine katkılan %11’dir, fakat seçimlerde oy hakları yoktur. Dahası, ülkenin refahına aktif olarak katkıda bulunan, fakat yasal hiçbir belgesi olmayan veya sahte belgelerle çalışanların sayısı kesin olarak bilinmemektedir. “Avrupa Birliği nasıl oluyor da,” diye retorik bir soru soruyor D’ Alema, “nüfusun önemli bir kısmının politik, ekonomik ve toplumsal haklardan mahrum bırakıldığı böyle bir duruma izin veriyor ve demokratik ilkelerimizi zedelememiş oluyor?” Ve yine prensipte, yurttaşlık görevleri ve hakları birbirinden ayrılmaz şekilde aynı paketin içindeyse, yeni gelenlerin, Avrupa’nın “toplumsal sözleşmesinin” temelini oluşturan bu ilkelere saygı duymaları, onları benimsemeleri, desteklemeleri ve savunmaları nasıl beklenebilir ki? Politikacılarımız, bir yandan göçmenleri, asıl yurttaşların standartlarına uyum sağlamak için yeterince çaba göstermemekle suçlayarak oylarını garanti altına alırken, diğer yandan o standartları dışarıdan gelenlerin ulaşamayacağı kadar uzağa itelemek için ellerinden geleni yapmakta ve daha fazlası için sözler vermekteler. Bunu yaparken, yabancı işgalinden koruduklarını iddia ettikleri standartları erozyona uğratıyor veya itibarsızlaştırıyorlar…

Asıl soru, Avrupa’nın geleceğini başka her şeyden daha kesin olarak belirleyecek o büyük açmaz, esas tartışılması gereken iki konudan neticede (fakat çok da gecikmeden) hangisinin öne çıkacağıdır. Hızla yaşlanmakta olan Avrupa’da göçmenlerin oynadığı ve şu ana kadar pek az politikacının gündeme getirmeye cesaret ettiği cankurtaran rolü mü, yoksa yapay olarak beslenip büyütülen ve her seçimde propaganda malzemesine dönüştürülen yabancı düşmanlığı mı?

2011 Mart’ında, yerel seçimlerde sosyal demokratlarla kurdukları koalisyon ile Hıristiyan demokratları büyük bir hezimete uğratan ve Federal Almanya Cumhuriyeti tarihinde ilk defa bir eyalet başkanı olarak kendilerinden birini, Winfried Kretschmann’ı seçtiren Alman Yeşiller Partisi, özellikle Daniel Cohn-Bendit, bu zaferin ardından, Alman Şansölyeliği’ni yeşillendirmenin (hem de 2013 gibi erken bir tarihe kadar) mümkün olup olmadığını sormaya başladılar. Fakat onların adına bu tarihi kim yazacak? Cohn-Bendit’in bu konuda pek şüphesi yok gibi: birkaç ay önce oyların %88’ini alarak seçilen, çoğunluğun saygı duyduğu ve beğendiği dinamik, zeki, aklı başında eşbaşkanları Cem Özdemir. On sekiz yaşına kadar Türk pasaportu taşıyan ve genç yaşına karşın Alman ve Avrupa politik hayatıyla yakından ilgilenen Özdemir, Alman vatandaşlığına geçmeyi tercih eder çünkü bir Türk vatandaşı olarak ne zaman İngiltere’ye gitmek ya da kapı komşusu Fransa’yı ziyaret etmek istese sınır kapılarında ağır tacizlere uğramaktadır. İnsan merak ediyor: Avrupa’nın geleceğini kim daha iyi temsil ediyor? Avrupa’nın yaşayan en azılı iki kundakçısı mı, yoksa Daniel Cohn-Bendit mi?

Ne var ki bu, hepimizin gün geçtikçe daha çok farkına vardığımız üzere, akışkan modern yaşam biçimimizin başına musallat olan endişeler listesinin alt sıralarındadır. Martin Heidegger’in bize hatırlattığı gibi hepimiz, bütün insanlık, ölmek üzere yaşıyoruz – ve ne kadar uğraşırsak uğraşalım, bu bilgiyi aklımızdan silemiyoruz. Şimdi de sayıları gittikçe artan çağdaşlarımız, bizim de üyesi olduğumuz insan türünün toptan yok oluşa doğru gittiğini ve giderken de, Herman Melville’in Kaptan Ahab’ı gibi, hepsi olmasa da doğadaki pek çok diğer türü de beraberinde sürüklediğini söylüyor: fakat bütün çabalarına rağmen durumun ciddiyetini kavramamızı henüz sağlayabilmiş değiller.

Uluslararası Enerji Ajansı’nın son bildirisi –yani, dünya petrol üretiminin 2006 yılında zirve noktasına ulaştığı ve petrol piyasasına giren Çin, Hindistan veya Brezilya gibi ülkelerdeki enerji açlığı çeken milyarlarca tüketiciyle birlikte düşüşe geçeceği- ister siyasi seçkinler, ister iş çevreleri, isterse karar alıcı çevreler arasında, bırakın paniğe yol açmayı, geniş çaplı bir ilgi çekmeyi bile başaramadı ve neredeyse kimsenin dikkatini çekmeden unutulup gitti.

“Toplumsal eşitsizlikler, modern projenin mucitlerinin yüzünü utançtan kızartırdı.” Michel Rocard, Dominique Bourg ve Floran Augagneur, 3 Nisan 2011 tarihli Le Monde’da yayımlanan “Human species, endangered” (İnsan Türü Tehlike Altında] başlıklı ortak makalelerini bu cümleyle bitirmişlerdi. Aydınlanma döneminde, Francis Bacon, Descartes ve hatta Hegel’in yaşadığı dönemde dünya üzerinde yaşam standardı en fakir bölgedekinin iki katından fazla olan hiçbir yer yoktu. Günümüzde ise en zengin ülke sayılan Katar’da kişi başına düşen milli gelir, en fakir Zimbabve’ninkinin tam 428 katı. Ve şurası unutulmamalıdır ki bütün bunlar ortalamaların kıyasıdır.

Ekonomik büyüme sancıları çeken bir dünyada yoksulluğun inatla sürmesi, düşünen insanların durup süregiden gelişmenin yol açtığı dolaylı kayıplar üzerine kafa yormaları için yeterli bir nedendir. Bir başka endişe kaynağı da yoksullar ve yeterli imkanı olmayanlar ile varlıklılar arasında gittikçe derinleşen ve sadece en güçlü, en gözü kara dağcıların tırmanmayı göze alabileceği uçurumdur. Yukarıda bahsettiğim makalenin yazarlarının uyardığı gibi, hayatta kalmak ve makul bir hayat sürmek için gerekli ve gün geçtikçe daha zor bulunan, ulaşılması güç donanım zenginler ile yoksullar arasındaki kıran kırana bir savaşın malzemesi haline geldiğinden, gittikçe derinleşen bu eşitsizliğin en büyük kurbanı demokrasi olacaktır.

Ve en az diğerleri kadar ciddi bir endişe nedeni daha vardır. Refah artışı demek tüketim artışı demektir; zenginleşme, her şeyden önce, yaşam kalitesini artırdığı sürece arzu edilen bir değerdir. Fakat dünyanın her yerine yayılmış Ekonomik Büyüme Kilisesi cemaatinin gündelik dilinde “hayat koşullarını iyileştirmek”, ya da daha tatminkâr yapmak demek “daha fazla tüketmek” anlamına gelir. Bu köktenci cemaatin iman etmiş üyelerine göre kefarete, kurtuluşa, kutsala, dünyevi inayete, doğrudan ve sonsuz mutluluğa giden bütün yollar alışveriş mekânlarından geçer. Mutluluk peşinde koşanlar gelip boşaltsın diye bekleyen dükkân rafları malla doldukça, bu rafları dolu tutacak kaynakların –hammaddelerin ve enerjinin- taşıyıcısı ve tek sağlayıcısı olan dünya boşalmaktadır; bu gerçek, Amerikan basınında “sürdürülebilirlik” konularına ayrılan yerin %53’ünde doğrudan inkâr edilmiş, kalanında ise ya görmezden gelinmiş ya da sessizce geçiştirilmiştir.

Kulakları sağır eden bir sessizlik içinde geçip giden bir uyarı da, Tim Jackson’ın iki yıl önce yayımlanan Prosperity without Growth [Büyüme Olmadan Refah] adlı kitabında yaptığı, yaşadığımız yüzyıl bitmeden “çocuklarımızın ve torunlarımızın düşmanca bir iklim, tükenmiş kaynaklar, yok olmuş yaşam alanları, sayılan iyice azalmış türler, kitlesel göçler ve neredeyse kaçınılmaz olarak savaşlarla yüz yüze kalacağı” uyarısıdır. İtici gücü borç olan ve kodamanlar tarafından canla başla kışkırtılan, desteklenen ve beslenen tüketim, “ekolojik olarak sürdürülemez, toplumsal olarak sorunlu ve ekonomik olarak dengesizdir” . Jackson’ın başka ürpertici görüşleri de var: Dünyanın en zengin beşte birlik nüfusu toplam küresel gelirin % 74’ünü alırken, en yoksul beşte birlik kesimin %2 ile yetinmek durumunda olduğu bir toplumsal düzende, ekonomik büyüme politikalarının yol açtığı yıkımı, yoksulluğu tamamen bitirme gibi soylu bir amacı öne sürerek haklı çıkarma taktiği düpedüz ikiyüzlülük ve insan zekasına hakarettir – ve bu da neredeyse bütün popüler (ve etkili) haber/bilgi kanalları tarafından görmezden gelinmiş, ya da en iyi ihtimalle, sözlerini kimsenin dinlememesine alışmış ya da bununla yaşamayı öğrenmiş seslere zaman veya sayfa ayırmalarıyla bilinen kanallara havale edilmiştir.

Jeremy Leggett (23 Ocak 2010 tarihli Guardian’da) Jackson’ın işaret ettiği yolu izleyerek, uzun ömürlü olması isteniyorsa refahın “bolluk ve bereketin geleneksel tuzaklarının (ve, izninizle, bunlara ek olarak madde ve enerji kullanımının/kötüye kullanımının/istismarının) dışında”; ilişkilerin, ailelerin, komşulukların, cemaatlerin, hayatın anlamlı yanlarının ve değerleri gelecekten üstün tutan işlevsel bir toplumdaki uğraşların gizemli, muğlak bölgesi içinde aranması gerektiğini öne sürer. Jackson’ın kendisi de tartışmasına ekonomik gelişmeyi sorgulamanın, “ya gelişme ya ölüm” ideolojisinin havarileri ve müptelalarının belirlediği üç kategoriden birine ya da hepsine dahil olmaktan hem korkan hem de bunu bekleyen ve göze alan” çılgınların, idealistlerin ve devrimcilerin” işi olduğunu kabul ederek başlar.

Bu yazı Zygmunt Bauman'ın Akışkan Modernite isimli eseri için hazırladığı Haziran 2011 tarihli önsözden alınmıştır.


Elinor Ostrom’un Governing the Commons [Müşterekleri Yönetmek] (1990) başlıklı kitabı, Jackson’ınkinden yirmi yıl kadar daha eski olmasına karşın, şöyle şeyler okuyabiliyoruz: İnsanların doğal olarak kısa vadeli çıkarlara göre davrandıkları ve, “Her koyun kendi bacağından asılır” ilkesini izledikleri görüşü (ki pek çok kişi tarafından ateşli bir şekilde savunulmaktadır) elimizdeki gerçeklerle örtüşmemektedir. Ostrom, küçük ölçekli mahalli işletmeler üzerine yaptığı çalışmadan oldukça farklı bir sonuç çıkarmış: “Bir cemaat içindeki insanlar” “sadece çıkar amaçlı” olmayan kararlar alabilmektedir. Geçtiğimiz mart ayında Fran Korten’le yaptığı bir söyleşide cemaat içindeki açık ve içten iletişimin, mahcubiyet ve onurlandırmanın, müştereklere (ortak mallara], açık arazilere ve neredeyse sıfır enerji gerektiren ve atık üretmeyen diğer yöntemlere gösterilen saygının, insanların hayatın zorluklarına karşı oldukça makul, neredeyse içgüdüsel bir şekilde verdikleri karşılık olduğundan bahseder – ve bunların hiçbirinin ekonomiye önemli katkıları yoktur; hepsi de gezegenin ve üzerinde yaşamların sürdürülebilirliği içindir.

Şu soruyu sormanın tam zamanı: Geçmişteki “eski ve ilkel” zamanlardan geriye kalmış az sayıdaki etnografik kayıttan bilinen ve pek azımızın haberdar olduğu o müşterek yaşam biçimlerine geri dönüş mümkün değil midir?’ Veya alternatif bir tarih görüşü mü (ve dolayısıyla alternatif bir ilerleme” anlayışı mı) doğmak üzeredir? Mutluluğu mağaza raflarında arama dönemi geri dönüşün söz konusu olmadığı, sürekli olarak tek yönde ilerleyen bir atılımdan çok, bir kereye mahsus, doğası gereği ve kaçınılmaz olarak geçici bir sapma mıydı, sapma mıdır ve ileride de öyle mi olacaktır?

Dedikleri gibi, jüri hala toplantıda… Fakat artık bir karar verilmesi gerekiyor. Jüri toplantıda ne kadar uzun kalırsa, kumanyalar tükendiği için zorla geri çağrılma ihtimalleri de o kadar artıyor…

İnsanın Yeni Gündemi

$
0
0
  Hazzın ve ölümsüzlüğün peşinde koşan insanlık, sahiden de tanrılar katına yükselmeye çalışıyor. Sadece ilahi olduğu için değil, yaşlılık ve ıstırabın üstesinden gelebilmesi, biyolojik temelleri üzerinde tanrısal bir kontrol edinmesini gerektirdiği için. Ölümü ve acıyı sistemimizden çıkarabilecek güce sahip olduğumuzda organlarımızı, duygularımızı ve zekamızı da binlerce farklı şekilde dilediğimizce yönlendirebileceğiz.
Gezegenin Tanrıları

Herkül’ün gücünü, Afrodit’in şehvetini, Athena’nın bilgeliğini, Dionysos’un deliliğini ya da istediğiniz her neyse onu satın alabilirsiniz. Şimdiye kadar, insan gücü genel olarak dış araçların geliştirilmesiyle artıyordu. Gelecekte bu, insan bedeni ve zihninin bir üst sürüme yükseltilmesine ya da doğrudan kullandığımız araçların birleşmesine bağlı olarak artacak olabilir.

İnsanları tanrı mertebesine yükseltmek muhtemel üç şekilde ilerleyebilir: Biyoloji mühendisliği, siborg mühendisliği ve organik olmayan varlıkların mühendisliği.

Biyoloji mühendisliği organik bedenlerimizin kapasitelerini fark etmekten tamamen uzak olduğumuz anlayışından yola çıkar. Doğal seçilim 4 milyar yıldır bedenlerimizin orasını burasını kurcalayarak amipten sürüngenlere, oradan memelilere ve sonunda Sapiens’e dönüşmemize yol açan ince ayarlar yapıyor. Sapiens’in son durak olduğunu düşünmemiz için ortada hiçbir sebep yok. Genlerimiz, hormonlarımız ve sinir hücrelerimizdeki görece küçük değişiklikler, taştan kesici aletler yapmanın ötesine geçemeyen Homo Erectus’u uzay gemisi ve bilgisayarlar üreten Homo Sapiens’e dönüşürmeye yetti de arttı bile. DNA’mız, hormon sistemimiz ve beyin yapımızdaki birkaç minik değişiklikle neler ortaya çıkabileceğim kim bilebilir? Biyomühendislik doğal seçilimin bütün hünerini sergilemesini sabırla beklemeyecektir. Biyomühendisler eski Sapiens bedeninin genetik kodunu baştan yazacak, beynindeki devreleri yeniden bağlayacak, biyokimyasal dengesini değiştirecek, hatta yeni uzuvlar geliştirecektir. Sapiens türü olarak nasıl Homo Erectus’tan farklıysak, bizden de o kadar farklı ve yeni küçük “tanrıcıklar” üretecekler.

Siborg mühendisliği bunu bir adım öteye taşıyarak organik bedeni organik olmayan biyonik eller, yapay gözler ya da kan dolaşımımızda seyrederek sorunlarımıza teşhis koyup hasarları onaracak nanorobotlar gibi araçlarla birleştirecek. Böylesi bir siborg, herhangi organik bir bedenin hayal bile edemeyeceği kabiliyetlere sahip olacaktır. Örneğin, organik bir bedenin işlemesi için her parçasının birbiriyle doğrudan temas halinde olması gerekir. Bir filin beyni Hindistan, göz ve kulakları Çin, ayakları Avustralya’daysa bu fil muhtemelen ölmüştür; mistik anlamda hayatta olsa bile göremez, duyamaz ve yürüyemez. Öte yandan bir siborg, aynı anda birden fazla yerde var olabilir. Siborg bir doktor Stockholm’deki evini hiç terk etmeden Tokyo’da, Chicago’da ya da Mars’ta bir uzay istasyonunda acil bir ameliyata girebilir. Bir çift biyonik göz ve elin yanında hızlı bir internet bağlantısı yeterli olacaktır. Tekrar düşününce, neden bir çift göz ya da el isteyelim ki? Neden dört tane olmasın? Hatta bunlar fuzuli bile olabilir. Siborg bir doktor zihniyle araçları yönetebilecekken neden elleriyle neşter tutmaya ihtiyaç duysun?

Tüm bunlar bilimkurgu gibi duyulsa da aslında tamamı zaten gerçekleşti. Maymunlar beyinlerine yerleştirilmiş elektrotlar sayesinde bedenlerinden ayrı biyonik el ve ayaklan kontrol etmeyi öğrendiler. Felçliler, biyonik uzuvları sadece düşünce gücüyle hareket ettirmeyi ya da bilgisayar kullanmayı başardılar. Dilerseniz evinizdeki elektronik aletleri, “zihin okuyucu” bir başlık sayesinde kontrol edebilirsiniz. Beyninize herhangi bir şey yerleştirmeyi gerektirmeyen bu başlık, kafa derinizden geçen elektrik sinyallerini okuyarak çalışıyor, Mutfağın ışıklarını açmak isterseniz, başlığınızı takıp önceden programlanmış ışıkları, örneğin sağ elinizi hareket ettirir gibi bir zihinsel işaret hayal ederek açabilirsiniz. Böyle bir başlığı internetten 440 dolar gibi bir ücret karşılığında sipariş edebilirsiniz.

2015’in başında, Stockholm’deki ileri teknoloji merkezi Epicenter’daki birkaç yüz çalışanın ellerine mikroçipler yerleştirildi. Pirinç tanesi büyüklüğündeki bu çipler, bugün kişisel güvenlik bilgilerini sakladığı işçilerin ellerini sallayarak kapıları açmalarını ya da fotokopi makinelerini çalıştırmalarını sağlıyor. Yakında bu yöntemle ödeme yapabilmeyi de umuyorlar. Bu girişimin arkasındaki ekipten Hannes Sjoblad durumu şu şekilde izah ediyor: “Teknolojiyle sürekli etkileşim halindeyiz, Bugün süreç oldukça karışık, şifrelere ve pin kodlarına ihtiyaç duyuyoruz. Tüm bunları bir dokunuşla halletmek daha kolay olmaz mıydı?”

Ne ki organik beynin hayatın emir-komuta merkezi olarak kalacağını varsayan siborg mühendisliği bile görece tutucu bir görüş olacak kabul edilebilir. Daha cüretkâr yaklaşımlar organik parçaları tamamen ortadan kaldırarak tümüyle organik olmayan varlıklar yaratmayı umuyor. Nöral ağların yerini, organik kimyanın sınırlarına takılmadan sanal ve sanal olmayan dünyaları dolaşabilecek akıllı yazılımlar alacak. Hayat organik bileşiklerin dünyasında 4 milyar yıl dolandıktan sonra, organik olmayan âlemin uçsuz bucaksız diyarlarında aklımızın ucundan bile geçmeyecek şekillere bürünerek ortaya çıkacak. Aklımızın ucundan geçecek her şey organik kimyanın bir ürünü sonuçta…

Organik âlemin sınırlarını aşmak, yaşamın gezegenimiz Dünya’nın sınırlarının ötesinde de var olmasına olanak sağlıyor. Doğal seçilim tam 4 milyar yıl boyunca yaşamı bu uçan kayanın özgün koşullarına bağlı kıldığından yaşam minicik bir gezegene sıkışıp kalmıştı. En güçlü bakteriler bile Mars’ta sağ kalamıyor, Ancak organik olmayan yapay zekâ, yabancı gezegenlerde koloni kurmakta hiç zorlanmayabilir; Organik hayatın yerini organik olmayan varlıkların alması gelecekte Kaptan Kirk yerine Mr. Data tarafından yönetilen galaktik bir imparatorluğun tohumlarını atıyor olabilir.

.,.

Bu yolun nereye çıkacağını ya da gelecekte tanrıları andıran nesillerimizin neye benzeyeceğini bilmemizin imkânı yok. Geleceği öngörmek hiçbir zaman kolay değildir. Devrim niteliğindeki biyoteknolojiler bunu daha da zorlaştırıyor. Taşımacılık, iletişim ve enerji alanlarındaki yeni teknolojilerin etkilerini görmek başlı başına zorluyken, mesele insanın sürümünü yükseltmeyi amaçlayan teknolojilere geldiğinde bambaşka bir mücadeleye dönüşüyor. Bahsi geçen teknolojiler, İnsan zihni ve arzularını dönüştürmek için de kullanılabileceğinden, bugünün aklı ve arzularıyla bu etkilerin derinliğini ölçmek, doğal olarak mümkün değil.

Binlerce yıl boyunca tarih pek çok teknolojik, ekonomik, sosyal ve siyasi devrime sahne oldu. Tüm bu süreçte değişmeyen tek şey insanlığın kendisiydi. Araç ve kurumlarımız, kutsal kitapların indirildiği zamanlardan çok farklı; ne var ki insan zihninin derinliklerindeki yapılar olduğu gibi kaldı. Kutsal kitapların sayfalarında, Konfüçyüs’ün metinlerinde, Sofokles ve Euripides’in trajedilerinde hala kendimizi bulabiliyoruz. Tıpkı bizim gibi insanlar tarafından yaratılan bu klasiklere baktığımızda bizden bahsediyorlar gibi hissediyoruz. Modem bir tiyatro uyarlamasında Ödipus, Hamlet ya da Otello kot pantolon ve tişört giyip Facebook hesaplarıyla oynuyor olabilirler ama oyunun aslındaki duygusal çelişkiler hep aynı kalıyor.

Bununla birlikte, teknoloji insan zihninin yeniden yapılandırılmasını sağladığında Homo Sapiens türü ortadan kalkacak, insan tarihi nihayet sona erecek ve bizim gibi insanların kavrayamayacağı yepyeni bir süreç başlayacak. Birçok düşünür 2100 ya da 2200 yılında dünyanın neye benzeyeceğini öngörmeye çalışıyor. Bu tam anlamıyla bir zaman kaybı. Kayda değer her öngörü, insan zihninin yeniden yapılandırılmasını hesaba katmak durumunda ve bunu da hakkıyla yapmak mümkün değil. “Bizimki gibi zihinler biyoteknolojiyle ne yapabilir?” gibi bir soruya pek çok akıllıca cevap verilebilir. Ancak, “Başka türlü zihinlere sahip varlıklar biyoteknolojiyle neler yapabilir?” sorusuna pek de akıllıca bir cevap bulamazsınız. Söyleyebileceğimiz tek şey, bize benzeyen insanlar biyoteknolojiyi kullanarak kendi zihinlerini yeniden yaratabilir ve bizim bugünkü zihnimizin, olabilecekleri kavramasına imkan yoktur.

Detaylar belirsiz olsa da tarihin genel gidişatı hakkında fikir sahibi olabiliriz. 21. yüzyılın üçüncü büyük projesi, İnsan türüne İlahî bir güç, yaratma ve yok etme gücü sağlayacak ve Homo Sapiens türünü Homo Deus’a dönüştürecek. Açıkça ilk iki projeyi de kapsayan bu üçüncü proje, gücünü de bu iki projeden alıyor. Yaşlanmaktan, ölümden ve ıstıraptan kaçmak için beden ve zihinlerimizi yeniden yaratma kabiliyetine sahip olmayı istiyoruz ancak bir kez buna sahip olduğumuzda bunun gibi bir yetenekle başka neler yapabileceğimizi kim bilebilir? Bu nedenle yeni insanın gündeminde birçok alt başlıkla beraber tek bir başlık var esasında: Tanrı mertebesine yükselmek.

Bu sav bilimsellikten uzak ya da açık biçimde kulağa delice geliyorsa sıklıkla ilahilik yanlış anlamda kullanıldığı içindir. İlahilik belirsiz soyut bir kavram değildir. Her şeye muktedir olmakla aynı anlama da gelmez. İnsanları tanrı mertebesine yükseltmekten bahsedildiğinde her şeye muktedir göklerdeki “tanrı baba” figürü yerine antik Yunan tanrıları ya da Hindu devalarını düşünmek daha yerinde olacaktır. Gelecek nesillerimiz tıpkı Zeus ya da Indra’nınkiler gibi kendi korkularına, tuhaflıklarına ve sınırlarına sahip olacaklar. Ancak bizden çok daha geniş bir yelpazede sevebilecek, nefret edebilecek, yaratabilecek ve yakıp yıkabilecekler.

Tarih boyunca tanrıların her şeye muktedir olmaktan çok, canlı varlıklar tasarlamak ve yaratmak, kendi bedenlerini değiştirmek, çevreyi ve havayı kontrol etmek, uzaktan iletişime geçebilmek ve zihin okumak, yüksek hızlarda seyahat etmek ve tabii ki ölümden kaçarak sonsuza kadar yaşamak gibi belirli süper güçlere sahip olduğuna inanılırdı. İnsanlar da tüm bu kabiliyetlere, hatta daha fazlasına sahip olmanın peşindeler.


Binlerce yıldır ilahi addedilmiş belirli geleneksel kabiliyetler, bugün üzerine pek de kafa yormadığımız çok sıradan uğraşlar haline geldi. Sıradan bir insan geçmişteki bir antik Yunan, Hindu ya da Afrika tanrısından çok daha hızlı hareket edip iletişim kurabiliyor. Örneğin Nijerya’daki Igbolar, yaratıcı tanrı Chukwu’nun insanları ölümsüz yapmak istediğine inanır. İnsanlara biri öldüğünde bedenine küller serpmeleri halinde bedenin yeniden hayata döneceğini söylemesi için bir köpek gönderir. Maalesef yorgun köpek yolda oyalanır ve sabırsız Chukwu da bu önemli mesajı acilen yetiştirmesi için bir koyun yollar. Kaderin cilvesi bu ya, hedefine vardığında nefes nefese kalmış koyun talimatları yanlış aktarır ve insanlara ölülerini gömmelerini söyleyerek ölümü kalıcı hale getirir. Bu nedenle bugün insanların ölmesi gerekir. Keşke Chukwu uyuşuk köpeklere ya da alık koyunlara güveneceğine mesajını iletmek için Twitter kullansaydı!

Eski tarım toplumlarındaki birçok din, metafizik sorulara ve ölümden sonraki yaşama şaşırtıcı derecede ilgisizdir. Bunun yerine tarım üretimini artırmak gibi oldukça gündelik dertlere odaklanırlar. Bu nedenle Eski Ahit’te tanrı asla ölümden sonra cezalandırmaktan bahsetmez, ödüller vaat etmez. İsrailoğulları’na, “[…] Size bildirdiğim buyruklara iyice kulak verirseniz […] ülkenize ilk ve son yağmuru vaktinde yağdıracağım. Öyle ki tahılınızı, yeni şarabınızı, zeytinyağınızı toplayasınız. Tarlalarda hayvanlarınız için ot sağlayacağını, siz de yiyip doyacaksınız. Sakının, ayartılıp yoldan çıkmayasınız; başka ilahlara tapmayasınız, önlerinde eğilmeyesiniz! Öyle ki, Rab size öfkelenmesin; yağmur yağmasın, toprak ürün vermesin diye gökleri kapamasın; size vereceği verimli ülkede çabucak yok olmayasınız,” (Yasa’nın Tekrarı 11: 13-17) .. Bugün biliminsanları Eski Ahit’in tanrısından çok daha iyisini yapabiliyor. Yapay gübreler, endüstriyel böcek ilaçları ve genetiğiyle oynanmış tohumlar sayesinde tarım üretimi, kadim çiftçilerin tanrılarından beklentilerini katbekat aşıyor. Sıcaktan kavrulan İsrail devleti artık kızgın bir ilahın gökleri kapayıp tüm yağmuru durduracağından korkmuyor; bilakis yakın zamanda Akdeniz kıyılarına kurdukları tuzdan arındırma (desalinasyon) tesisleri sayesinde içme suyunu denizden karşılayabiliyor.

Bugüne dek, geçmişin tanrılarıyla rekabet edercesine, daha da gelişkin araçlar yaparak yarışıyorduk. Çok da uzak olmayan bir gelecekte kadim tanrıları sadece araçlarıyla değil, bedensel ve zihinsel yetileriyle de aşabilecek süper insanlar yaratabiliriz, Ne var ki o noktaya ulaştığımızda, ilahlık bizim için sanal gerçeklik kadar sıradan olacaktır; çantada keklik bir harikalar harikası.

İnsanların tanrı mertebesine erişmek için şanslarını deneyeceğine kuşku yok, ellerinde bunu istemek için çokça sebep ve gerçekleştirebilecek birçok yöntem var. Bazen umut vaat eden yollar bir sonuca varmasa da alternatifler hep olacaktır, İnsan genomunun ciddi müdahaleler yapılamayacak kadar karmaşık olduğu ortaya çıksa da, bu durum düşünce gücüyle kontrol edilen bilgisayarlar, nanorobotlar ya da yapay zekânın gelişimini engellemeyecektir.

Paniğe gerek yok. En azından şimdilik. Sapiens türünü bir üst sürüme yükseltmek Hollywood’un kıyamet senaryolarından ziyade tarihi bir süreç içinde ilerleyecek. Homo Sapiens bir robot isyanıyla yeryüzünden kazınmayacak. Muhtemelen kendini adım adım bir üst sürüme güncellerken robotlar ve bilgisayarlarla birleşecek ve gelecekteki nesiller artık İncili yazan, Çin Seddi’ni inşa eden ve Charlie Chaplin’in antika şakalarına gülen hayvanlar olmadıklarını fark edecekler. Tüm bunlar bir günde ya da birkaç yılda gerçekleşmeyecek olsa da şimdiden gündelik hayatımızda karşılık bulmaya başladı. Her gün milyonlarca insan akıllı telefonlarının hayatlarını biraz daha kontrol etmesine izin veriyor ve daha etkin antidepresanlara başlıyor. İnsanlar sağlık, mutluluk ve gücün peşinde bir bir özelliklerini değiştirecekler, ta ki artık insan olmadıkları güne dek.

Biri Bu Gidişata Dur Desin!

Sakin karşılayanlar bir yana, pek çok kişi bu tür ihtimalleri duyduğunda hemen paniğe kapılıyor. Akıllı telefonlarının verdiği tavsiyeleri dinlerken ya da doktorlarının yazdığı her ilacı alırken mutlu olsalar da, geliştirilmiş süperinsanlardan bahsedildiğinde, “Umarım o vakitten önce bu dünyadan göçmüş olurum,” diyorlar. Bir arkadaşım yaşlanmaktan korkma nedeninin, etrafından kopuk, olan biteni anlamayan ve hiçbir şeye katkıda bulunamayan nostaljik, yaşlı bir kadına dönüşmek olduğunu anlatmıştı. Süperinsanları duyduğumuzda, tür olarak hepimiz bu korkuyu yaşıyoruz. Böylesi bir dünyada kimliğimizin, rüyalarımızın, korkularımızın bile yersiz kalacağından ve artık hiçbir şeye katkıda bulunamayacak olmaktan korkuyoruz. Bugün ne olursanız olun, dindar bir Hindu, bir futbolcu ya da gelecek vaat eden lezbiyen bir gazeteci; avcı bir Neandertal Wall Street’e ne kadar yabancı hissederse, gelişmiş bir dünyada siz de o kadar yabancı hissedeceksiniz.

Borsalardan on binlerce yıl farkla kurtuldukları için Neandertaller’in NASDAQ’la ilgili sorunları yoktu. Ne var ki bugünkü anlam dünyamız da birkaç on yıl içinde kaybolabilir. Dünyadaki varlığınız anlamsızlaşmadan önce sizi kurtarması için ölüme güvenemezsiniz. 2100 yılında sokaklarda tanrılar yürümeyecek olsa da Homo Sapiens’i geliştirme çabası dünyayı tanınamayacak kadar değiştirecek. Bilimsel araştırmalar ve teknolojik gelişmeler çoğumuzun anlayabileceğinden çok daha hızlı ilerliyor.

Uzmanlara göre genetiğiyle oynanmış bebeklere ya da insan seviyesinde yapay zekâya ulaşmaya daha çok yolumuz var. Ancak çoğu araştırmacı akademik ödeneklere ve üniversite programlarına bağlı bir zaman çizelgesi çerçevesinde düşünüyor. Bu nedenle o “uzun yol” yirmi yıl gibi bir süreyi ima ederken, “asla” dedikleri şeyin gerçekleşmesiyse elli yıl bile sürmeyebilir.

İnternetle ilk karşılaşmamı hala hatırlıyorum. 1993’te lisedeyken birkaç kişi, şu an bilgisayar mühendisi olan arkadaşımız Ido’yu ziyarete gitmiştik. Biz masa tenisi oynamak istiyorduk, Ido çoktan bir bilgisayar hayranı olmuştu. Masa tenisine başlamadan son mucizesini göstermekte ısrar etti. Telefon kablolarını bilgisayara bağlayıp birkaç tuşa bastı. Bir dakika boyunca duyulan cızırtılar ve sinyallerden sonra bir sessizlik oldu. Bağlantı kurulamamıştı. Biz kenarda homurdanırken Ido yeniden denedi. Tekrar tekrar, defalarca. En sonunda küçük bir sevinç çığlığıyla bilgisayarını yakınlardaki üniversitenin merkezi bilgisayarına bağlamayı başardığını söyledi. “Peki, merkezi bilgisayarda ne var?” diye sorduk. “Şimdilik hiçbir şey,” diye itiraf etti. “Henüz yok, ama istediğiniz her şeyi koyabilirsiniz.” Sorgulamaya devam ettik, “Mesela?” “Bilmem, her şeyi, dedi Ido, anlattıkları pek de gelecek vaat etmiyordu. Masa tenisi oynayıp sonraki haftalarda Ido’nun saçma fikrini yeni eğlencemiz haline getirdik. Üzerinden yirmi beş yıl geçti. Önümüzdeki yirmi beş yılda nelerle karşılaşacağımızı kim bilebilir?

Bu nedenle bireyler, kurumlar ve hükümetler giderek ölümsüzlük, mutluluk ve ilahi kudreti daha da ciddiye alıyor. Sigorta şirketleri, emeklilik fonları, sağlık sistemleri ve maliye bakanlıkları beklenen yaşam süresinin artması karşısında dehşete düşmüş durumdalar. İn· sanlar beklenenden daha uzun süre yaşıyor ve emeklilikleriyle tıbbi tedavi masraflarını karşılamaya yetecek para yok. Yetmişli yaşlar yeni kırklar olmaya başladıkça, uzmanlar emeklilik yaşını yükseltmeyi ve iş piyasasının tamamını yeniden yapılandırmayı öneriyor.

Öncelikle kimse bu gidişatı nasıl durduracağım bilmiyor. Bazı uzmanlar yapay zeka, nanoteknoloji ya da genetik gibi tek bir alandaki gelişmelere hâkim ama kimse her konuda uzman değil. Bu yüzden tüm noktaları birleştirerek resmin tamamını görebilme yetisine sahip hiç kimse yok. Farklı alanlar birbirlerini öyle karmaşık şekillerde etkiliyorlar ki, en iyi beyinler bile yapay zekâ gibi bir alandaki gelişmelerin nanoteknolojiyi nasıl etkileyeceğini ya da tam aksi bir durumun neye yol açabileceğini öngöremiyor. Kimse son bilimsel gelişmelerin tamamını özümseyemiyor, küresel ekonominin on yıl içinde neye benzeyeceğini ya da bu telaşla nereye gittiğimizi bilmiyor. Sistemi tam olarak anlayan biri olmayınca, haliyle onu durdurabilecek biri de olmuyor.

İkinci olarak, biri bu gidişatı durdurabildiğinde ekonomimizle birlikte toplumumuz da çökecektir. Sonraki bölümlerde açıklanacağı üzere, modern ekonomi devamlılığını sağlamak için sürekli büyümeye ihtiyaç duyar. Büyüme durursa ekonomi rahat bir dengede durulmak yerine parçalara ayrılarak çöker, Bu nedenle kapitalizm ölümsüzlük, mutluluk ve ilahi güçler peşinde koşmamızı istiyor. Giyebileceğimiz ayakkabıların, kullanabileceğimiz otomobillerin, gidebileceğimiz kayak tatillerinin bir sınırı var. Sürekli büyüme üzerine kurulu bir ekonomi ölümsüzlük, mutluluk ve ilahlık gibi dur durak bilmeyen hedeflere muhtaçtır.

Peki, dur durak bilmeyen hedeflere muhtaçsak neden en azından mutluluk ve ölümsüzlükle yetinip, bu süperinsan güçlerinin peşindeki korkutucu macerayı bir süreliğine rafa kaldırmıyoruz? Çünkü bu hedef diğer ikisinden bağımsız düşünülemez. Felçli hastaların yeniden yürümesini sağlayacak biyonik bacaklar geliştirdiğinizde, aynı teknolojiyi sağlıklı insanları geliştirmek için de kullanırsınız. Yaşlı insanlardaki hafıza kaybını nasıl durduracağınızı bulduğunuzda, aynı tedaviyle gençlerin hafızalarını da güçlendirirsiniz.

Yükseltme ve geliştirmeyi, iyileştirmeden ayırabilecek net bir çizgi bulmak zordur. Tıp çoğu zaman normun dışında kalan insanları kurtarmak için yola çıksa da, aynı bilgi normali aşmak için de kullanılıyor. Viagra tansiyon problemleri için ortaya çıkmış bir ilaçken, Pfizer’i oldukça şaşırtarak cinsel iktidarsızlığa çare oldu. Milyonlarca erkek yeniden cinsel yetilerine kavuşurken, hiçbir sorunu olmayanlar, aynı ilacı normali aşmak ve daha önce sahip olmadıkları cinsel gücü elde etmek için kullandılar.

Bazı ilaçlar üzerinden anlatabileceğimiz benzeri hikayeler aynı zamanda tüm bir tıp tarihinin öyküsüdür. Modern plastik cerrahi I. Dünya Savaşı sırasında, Aldershot askeri hastanesinde Harold Gillies yüz hasarlarını tedavi ederken ortaya çıktı. Savaştan sonra cerrahlar aynı tekniklerin son derece sağlıklı ama çirkin burunları daha güzel numunelere dönüştürebildiğini fark etti. Plastik cerrahi hala hasta ve yaralılara yardım etmeye devam etse de, bir o kadar da estetik operasyonlara odaklanmaya başladı. Bugünlerde plastik cerrahlar sağlıklı olanı tedavi edip zengini güzelleştirdikleri özel kliniklerde milyonlar kazanıyor.

Aynı süreç genetik mühendisliğinde de gözlemlenebilir. Bir milyarderin süper zeki bir çocuk yaratma niyetinde olduğunu açıklaması durumunda oluşabilecek kamuoyu tepkisini bir düşünün. Süreç tabii ki böyle ilerlemeyecek. Her şey genetik profillerinin bir sonucu olarak çocukları ölümcül genetik hastalıklara yakalanma riski taşıyan anne babalarla başlayacak. In vitro fertilizasyon uygulayacak ve döllenmiş yumurtanın DNA’sını test edip risk faktörlerini arayacaklar. Her şey yolundaysa ne ala. Ancak DNA testinde korkulan mutasyonlar tespit edilirse embriyonun yok edilmesi gerekecek.

Neden tek döllenmiş yumurtayla risk alalım? Birden fazlasını dölleyerek, üç dört tanesi hasarlıysa bile en azından bir sağlıklı embriyoya sahip olabiliriz. In vitro uygulaması yeterince ucuz ve kabul edilebilir olduğunda kullanımı yaygınlaşabilir. Mutasyonlar sık karşılaşılan risklerdir. Herkesin DNA’sında zararlı mutasyonlar ve risk barındıran aleller bulunabilir. Eşeyli üreme bir piyango bileti gibidir. (Ünlü ve muhtemelen uydurma bir anekdot, Nobel ödüllü Anatole France’la güzeller güzeli yetenekli dansçı Isadora Duncan’ın 1923’teki buluşmasını anlatır. O dönemdeki popüler insan ırkının ıslahı hareketini tartışırken Duncan, “Benim güzelliğim ve senin zekâna sahip bir çocuk düşünsene!” dediğinde France yanıtlar: “Tabii, ama ya benim güzelliğim ve senin zekânı alırsa ne olur bir düşünsene.”) O zaman neden bu piyangoya biraz müdahale etmeyelim? Birden fazla yumurta dölleyerek en iyi kombinasyonu seçelim. Kök hücre araştırmaları bir kez ucuz ve sınırsız insan embriyosu sağlamayı başarırsa, kendi DNA’nızı taşıyan, son derece doğal, hiçbir genetik mühendisliğe maruz kalmamış ihtimaller arasından en uygun bebeği seçebilirsiniz. Bu işlemi birkaç nesil devam ettirdiğinizde, kolaylıkla süperinsanlardan oluşan bir toplum (ya da tüyler ürpertici bir distopya) kurabilirsiniz.

Peki ya birden fazla yumurta dölleyip hepsinde ölümcül mutasyonlar olduğunu fark ederseniz ne olacak? Tüm embriyolar yok mu edilmeli? Yoksa bunu yapmak yerine sorunlu genler mi değiştirmeli? çığır açıcı gelişme mitokondriyal DNA’yla yaşanacak. İnsan hücrelerinde bulunan küçük bir organel olan mitokondri, hücrelerin kullandığı enerjiyi üretir. Hücrenin çekirdeğindeki DNA’dan tamamen farklı, kendine özgü bir gen dizilimi vardır. Hasarlı mitokondriyal DNA, organizmaya ciddi zarar verebilir hatta ölümcü) hastalıklara yol açabilir. Hâlihazırda sahip olduğumuz in vitro teknolojisiyle “üç-ebeveynli bir bebek” yaratarak mitokondriyal genetik hastalıkların üstesinden gelmek teknik olarak mümkün. Bebeğin nükleer DNA’sı iki ebeveynden gelirken, mitokondriyal DNA üçüncü bir insandan alınıyor. 2000’de Michigan’da Sharon Saarinen, Alana isminde oldukça sağlıklı bir kız bebek dünyaya getirdi. Alana’nın nükleer DNA’sı annesi Sharon ve babası Paul’dan aktarılırken, mitokondriyal DNA’sı başka bir kadından alındı. Teknik açıdan bakılınca Alana’nın üç biyolojik ebeveyni var. 2001‘de ABD hükümeti, güvenlik ve teknik endişeler nedeniyle bu tedaviyi yasakladı.

Ne var ki 3 Şubat 2015’te İngiltere Parlamentosu, bu tedavinin ve ilgili araştırmaların önünü açarak “üç-ebeveynli embriyo” adı verilen yasanın lehinde oy kullandı. Nükleer DNA’yı değiştirmek teknik olarak henüz mümkün olmadığı gibi yasal da değil, ancak teknik zorluklar aşıldığında hasarlı mitokondriyal DNA’yı değiştirmemizi mümkün kılan mantık, aynı imkânı nükleer DNA’ya da tanıyacak gibi duruyor.

Tüm bu değişimler çerçevesinde atılacak ikinci adımsa iyileştirme olacaktır. Ölümcül genleri ıslah etmek bir kez mümkün olduğunda tüm kodu yeniden yazarak geni iyileştirmek dururken neden yabancı bir DNA’yı aktarma zahmetine katlanalım ki? Sonrasında aynı mekanizmayı sadece ölümcül genleri ıslah etmek için değil otizm, zekâ geriliği veya obezite gibi daha az ölümcül hastalıklardan sorumlu genleri iyileştirmek için de kullanabiliriz. Kim çocuğunu bu hastalıklarla mücadele ederken görmek ister ki? Genetik bir testin kızınızın akıllı, güzel ve iyi huylu olacağını ancak kronik depresyondan mustarip kalacağını öngördüğünü düşünün. Bir test tüpünün içinde hızla yapılacak acısız bir müdahaleyle onu yıllar sürecek sıkıntılardan kurtarmak istemez miydiniz?

Peki, neden bir adım daha ileri gitmeyelim? Hayat sağlıklı insanlar için bile bu kadar çetin bir mücadeleyken, küçük kızınızın normalden birazcık daha güçlü bir bağışıklık sistemine, biraz daha iyi bir hafızaya ya da azıcık daha neşeli bir karaktere sahip olmasını istemez misiniz} Siz bunları kendi çocuğunuz için istemediniz diyelim, ya komşularınız kendi çocukları için bu yöntemi uygularsa? Sizinki geride mi kalacak? Tamam, diyelim ki hükümetiniz tüm vatandaşlarına bebeklerine müdahale etmelerini yasakladı, ama Kuzey Koreliler bu yöntemle bizimkileri geçecek inanılmaz dahiler; sanatçılar ve adetler yetiştirmeye başladığında ne olacak? Böyle böyle küçük adımlarla çocuk seçebileceğimiz genetik kataloglara doğru yol alacağız.

İyileşme, her tür gelişme ve sürüm yükseltmenin ilk adımıdır. Düşünce gücüyle yönetilen bilgisayarlar ya da genetik mühendisliği üzerine çalışan profesörlere bu araştırmalara nasıl başladıklarını sorun. Muhtemelen çoğu, bir hastalığı iyileştirmeye çalıştığını söyleyecektir. “Genetik mühendisliği sayesinde,” diyeceklerdir, “kanseri yenebiliriz. Eğer beyinlerimizi bilgisayarlara bağlayabilirsek şizofreniyi tedavi edebiliriz.” Belki, ama şüphesiz bununla kalmayacaktır. Bilgisayarlarla beyinleri birbirine başarıyla bağladığımızda, bu teknolojiyi sadece şizofreniyi tedavi etmek için mi kullanacağız? Bununla yetineceğimizi düşünen biri, bilgisayarlar ve beyinler hakkında çok şey biliyor olsa bile, toplum ve insan haletiruhiyesi hakkında pek de fikir sahibi değil demektir. Bu kadar mühim bir atılımın sonuçlarını iyileşmeyle sınırlayıp geliştirme için kullanıma kapatamazsınız.

Toplumlar pek tabii yeni teknolojilerin kullanımını sınırlandırabilirler. İnsan ırkını ıslah etme hareketleri II. Dünya Savaşı’ndan sonra gözden düştü ve organ ticareti artık hem mümkün hem de çok kazançlı olsa da sınırlı bir etkinlik olarak kaldı. Dolayısıyla gelecekte, tasarlanmış bebeklerin insanları öldürüp organlarını alması teknolojik olarak mümkün olsa bile bu da sınırlı bir etkinlik olarak kalacaktır.

Savaş alanında Çehov Kanununun pençelerinden kaçabilmeyi nasıl başarıyorsak, başka alanlarda da kaçmayı başarabiliriz. Bazı silahlar hiç patlamasa da sahneye çıka bilirler. Bu nedenle insanlığın yeni gündemi üzerine kafa yormak çok önemli. Tam da yeni teknolojilerin kullanımı konusunda seçim yapmamız gerektiği için, ne olup bittiğini iyice anlayıp bu teknolojiler bizim yerimize karar vermeden, kendi kararlarımızı vermeliyiz.

Bilgi Çelişkisi

21. yüzyılda insanlığın ölümsüzlüğe, mutluluğa ve tanrısallığa ulaşmayı amaçladığını öngörmek bazı insanları kızdırabilir, uzaklaştırabilir ya da korkutabilir; bu nedenle birkaç noktayı açıklığa kavuşturmak gerekiyor.

Öncelikle bu iddialı girişimler, 21. yüzyılda bireylerin edimi olarak değil insanların kolektif eylemi olarak hayata geçecek. Birçok insan bu projelerde rol alsa bile her birinin oynadığı rol çok küçük olacak. Kıtlık, salgın ve savaşlar azalsa da elitler sonsuz gençlik ve ilahi güçler peşinde koşarken, gelişmekte olan ülkelerde ve köhne mahallelerde milyarlarca İnsan yoksulluk, hastalık ve şiddetle mücadele etmeye devam edecek. Bu açıkça haksızlık gibi görünüyor. Tek bir çocuk bile sağlıksız beslenmeden ölmeye, tek bir yetişkin bile uyuşturucu savaşlarında öldürülmeye devam ettiği sürece, insanlığın tüm gücüyle bu yaraları sarmaya çalışması gerektiği iddia edilebilir. Ne zaman son savaş baltası toprağa gömülür, o zaman yönümüzü bir sonraki büyük hedefe çevirebiliriz, Ancak tarih böyle ilerlemez. Saraylarda yaşayanların planları, barakadakilerle hiçbir zaman birbirini tutmadı ve bu durum 21. yüzyılda da değişecek gibi görünmüyor.

İkinci olarak bu tarihsel bir öngörü, siyasi bir manifesto değil. Gecekondularda yaşayanların kaderini görmezden gelsek bile ölümsüzlük, mutluluk ve ilahi güç peşinde koşmamız gerektiğini o kadar kolay söyleyemeyiz. Bu projeleri benimsemek büyük bir hata olabilir. Fakat tarih çok büyük yanlışlarla doludur. Sicilimize ve günümüzün değerlerine baktığımızda, sonunda bizi yok edecek olsa da, ölümsüzlük, mutluluk ve ilahi güce ulaşmaya çalışacağız gibi görünüyor.

Üçüncü olarak, ulaşmaya çalışmak elde etmekle aynı şey değildir. Tarih çoğu zaman abartılmış umutlarla şekillenir. 20. yüzyılda Rus tarihi, çoğunlukla eşitsizliği yenmeye çalışan komünistlerin çabalarıyla şekillendi ama bu çaba başarıya ulaşamadı. Benim öngörüm, insanlığın 21. yüzyılda neye ulaşmayı deneyeceğine odaklanıyor, neyi başaracağına değil, Gelecekte ekonomi, toplum ve siyasetin ölümü yenme çabasıyla şekilleneceğini iddia etmem, 2100 yılında insanların ölümsüz olacağı anlamına gelmez.

Dördüncü ve en önemlisiyse bu öngörünün bir kehanet olmaktan çok, olası seçeneklerimizi değerlendirmek yönünde bir çaba olduğudur. Eğer bu tartışma daha farklı seçimler yapmamıza ve öngörünün boşa çıkmasına neden olacaksa, bu çok daha iyi. Hiçbir şeyi değiştiremeyeceksek öngörülerde bulunmanın ne anlamı var?

Karmaşık sistemler, mesela hava durumu gibi kompleks yapılar, bizim öngörülerimizden bihaberdir. İnsan gelişimiyse aksine bunlara tepki verir. Daha doğru tahminler” daha çok tepki doğurur. Çelişkilidir ki, daha çok veri toplayıp bunları daha iyi hesapladıkça olaylar iyice yoldan çıkarak tahmin edilmez hale gelir. Ne kadar çok bilirsek, o kadar az öngörebiliriz. Bir gün uzmanların ekonominin en basit yasalarını çözdüğünü hayal edin. Bankalar, hükümetler, yatırımcılar ve müşteriler bu yeni bilgiyi yeni yöntemlerle kullanarak rakiplerinin önüne geçmeye çalışacak. Yeni bilginin kullanımı yeni davranışlara yol açmıyorsa ne işe yarar, değil mi? Ne var ki insanlar davranışlarını değiştirirlerse ekonomik teoriler metruk ve işe yaramaz hale gelir. Bu durumda geçmişteki ekonominin nasıl işlediğini bilsek de, bırakın geleceği, şimdi bile çarkın nasıl döndüğünü anlayamayız.

Bu farazi bir örnek değil, 19. yüzyılın ortasında Karl Marx gerçekten muhteşem ekonomik çıkarımlarda bulundu. Bu çıkarımlara dayanarak proletaryayla burjuvazi arasında gerçekleşecek ve ilk grubun galibiyetiyle sonuçlanarak kapitalist sistemin çöküşüne neden olacak, giderek şiddetlenen çatışmalar öngördü. Marx devrimin” Sanayi Devrimi’nin öncüsü İngiltere, Fransa ve ABD gibi ülkelerde başlayarak dünyaya yayılacağından oldukça emindi.

Marx kapitalistlerin de okumayı bildiğini unuttu. Başlarda sadece bir avuç takipçisi onu ciddiye alıp çalışmalarını okuyordu. Ancak bu ateşli sosyalistler taraftar ve güç kazandıkça kapitalistler alarma geçti. Onlar da Das Kapital”i inceleyerek Marksist analizlerin çıkarımlarını benimsemeye başladılar. 20. yüzyılda, sokak çocuklarından başkanlara herkes, tarih ve ekonomide Marksist yaklaşımları sahiplenmişti. Hastalığın seyrine dair Marx’ın öngörülerine şiddetle karşı çıkan iflah olmaz kapitalistler bile onun yaklaşımlarından faydalandı. 1960’larda CIA. Vietnam ve Şili” deki toplumsal yapıyı incelerken Marksist sınıf teorisinden faydalandı. Nixon ya da Thatcher dünyaya bakarken, kendilerine en önemli “üretim araçları” nelerdir diye sordular. 1989’la 1991 arasında George Bush komünizmin “Şeytan İmparatorluğu”nun çöküşünü izlediği halde, 1992’de Bill Clinton’a yenilmekten kurtulamadı. Clinton’ın başarılı kampanyasının sloganı tek bir ilkeyle özetleniyordu: “Sorun ekonomi, aptal herif“ Marx bile daha iyi ifade edemezdi.

İnsanlar Marksist yaklaşımları kullanmaya başlayarak davranışlarını da buna göre şekillendirdiler. İngiltere ve Fransa gibi ülkelerdeki kapitalistler işçilerin suyuna gitmeye, milli bilinci güçlendirmeye ve işçileri siyasi sisteme dâhil etmeye çalıştılar. Sonuç olarak işçiler seçimlerde oy kullandıkça, işgücü sırayla tüm ülkelerde güç kazanmaya başladı ve böylelikle kapitalistler yataklarında mışıl mışıl uyuyabildiler. Nihayetinde Marx’ın öngörüleri boşa çıkmış oldu. Komünist devrimler İngiltere, Fransa ve ABD gibi öncü endüstriyel güçleri hiçbir zaman kuşatamadı ve proletaryanın diktatörlükleri tarihin tozlu sayfalarında kayboldu.

Tarihsel bilginin çelişkisi budur. Davranışı değiştirmeyen bilgi işe yaramaz, ama davranışı çok hızlı değiştiren bilgi de hızla bağlamını yitirir, Daha çok veriye sahip oldukça tarihi daha iyi anlarız ama tarih rotasını hızla değiştirir ve bilgilerimiz de hızla miadını doldurur.

Yüzyıllar önce, İnsan türü yavaş yavaş bilgi biriktirebiliyor, siyaset ve ekonomi de sakin bir ritimde değişiyordu, Bugün bilgimiz aşırı bir hızla artıyor ve teoride dünyayı gitgide daha iyi anlıyoruz. Ancak aslında tam tersi gerçekleşiyor. Yeni bilgiler daha hızlı ekonomik, sosyal ve siyasi değişimlere neden oluyor; biz ne olduğunu anlama çabasıyla bilgi birikimini çoğaltıyoruz ve bu da daha büyük dalgalanmalara yol açıyor. Zamanla günümüzü anlamakta ve geleceği öngörmekte daha da zorlanır hale geliyoruz. 1016 yılında Avrupa’nın 1050’de nasıl bir yere benzeyeceğini tahmin etmek görece daha kolaydı. Şüphesiz hanedanlıklar yıkılabilir, işgal edilebilir ya da doğal afetler olabilirdi. Ancak 1050’de Avrupa’nın hala krallar ve rahipler tarafından yönetilen, çoğu sakini kıtlık, salgın ve savaşlardan perişan olmuş köylülerden oluşan bir tarım toplumu olacağı açıktı. Oysa 2016’da, 2050’de Avrupa’nın neye benzeyeceği hakkında hiçbir fikrimiz yok. Siyasi sistemin ne olacağını, işgücü piyasasının nasıl yapılandırılacağını ya da çalışanların nasıl bedenlere sahip olacağını bile söyleyemiyoruz.

Çimenlerin Kısa Bir Tarihi

Tarihin bir hükmü yoksa ve gidişatını da tahmin edemiyorsak, neden tarih okuyoruz? Bilimin en temel amacının geleceğe dair öngörülerde bulunmak olduğu düşünülür; meteorologların yarın havanın yağmurlu mu güneşli mi olacağını bilmesi beklenir; ekonomistlerin değeri düşen kurun bir krize yol açıp açmayacağının, iyi doktorların akciğer kanseri tedavisinde kemoterapinin mi radyoterapinin mi daha etkili olacağının bilgisine sahip olması beklenir. Benzer şekilde tarihçilerden de atalarımızın davranışlarını incelemeleri ve daha aklı başında kararlar alıp benzer hatalar yapmamızı engellemeleri istenir. Ancak günümüzde, geçmiş zamanların aksine, bu beklentiler hemen hemen her zaman boşa çıkar. İkinci Pön Savaşı’ndaki Hanibal’ın taktiklerini öğrenerek III. Dünya Savaşı’nda kullanmaya çalışmak zaman kaybıdır. Süvarilerin savaşında işe yarayan yöntemlere siber savaşta ihtiyaç duyulmayacaktır.


Bilim de geleceği öngörmekten ibaret değildir. Bilim insanları her alanda ufkumuzu genişleterek yeni ve bilinmeyen gelecekler yaratmanın peşindeler. Bu durum tarih için daha da geçerli. Tarihçiler zaman zaman kehanetlerle şanslarını deneyip (pek de başarılı olmasalar da) aslında değerlendiremeyeceğimiz seçeneklerin varlığından bizİ haberdar etme amacı güderler. Tarihçiler geçmişi tekrar etmeyelim diye değil, geçmişten kendimizi kurtaralım diye geçmiş üzerinde çalışırlar.

Her birimiz, belirli değerleri ve kuralları olan, kendine has bir ekonomik ve siyasi sistemle idare edilen belirli bir tarihsel gerçekliğe doğarız. Bu durumun doğal, sabit ve engellenemez olduğunu düşünerek, bu gerçekliği olduğu gibi kabul ederiz. Dünyamızın bir dizi rastlantı sonucu ortaya çıkmış bir olayla meydana geldiğini, tarihin sadece teknoloji, siyaset ve toplumla değil, aynı zamanda düşüncelerimiz, korkularımız ve rüyalarımızla şekillendiğini unuturuz. Geçmişin soğuk eli, atalarımızın mezarından çıkıp boğazımıza sarılarak bakışımızı tek bir geleceğe yönlendirir. Doğduğumuz andan itibaren hissettiğimiz o el yüzünden, bunu varoluşumuzun doğal ve kaçınılmaz bir parçası sanırız. Bu nedenle nadiren kendimizi sarsıp özgür kılarak başka gelecekler tasavvur ederiz.

Tarih okumak, geçmişin sımsıkı tutunan o soğuk elini gevşetmeyi amaçlar. Başlarımızı çevirip atalarımızın hayal edemediği ya da hayal etmemizi istemediği ihtimalleri fark etmemizi sağlar. Rastlantı sonucu ortaya çıkmış bir dizi olayı gözlemleyerek, kendi düşünce ve hayallerimizin nasıl şekillendiğini fark eder ve farklı düşünceler; farklı hayaller üretiriz. Tarih okumak bize ne yapacağımızı söylemese de daha fazla seçenek sunar.

Dünyayı değiştirmeye çalışan akımlar genellikle tarihin yeniden yazılmasıyla ortaya çıkar. İnsanların geleceği yeni baştan tasavvur etmelerinin önü de böylelikle açılır. İster işçilerin grev yapmasını, ister kadınların bedenlerinin kontrolünü ellerine almasını, ister ezilmiş azınlıkların siyasi haklarını geri almasını istiyor olun, atılması gereken ilk adım bu toplulukların tarihlerini yeniden anlatmaktır. Yeni tarih, “Bugünkü halimizin ne doğal olduğunu ne de sonsuza dek süreceğini,” söyler. Bir zamanlar her şeyin başka olduğunu hatırlatır. Sadece bir dizi tesadüfî olay bugünün haksız dünyasını ortaya çıkarmıştır. Akıllıca davranırsak dünyayı değiştirebilir, çok daha iyi bir dünya kurabiliriz. Marksistler bu nedenle kapitalizm tarihi okur, feministler ataerkil toplumların oluşumunu çalışır ya da Siyahîler köle ticaretinin dehşetlerini anarlar. Geçmişi e ebedileştirmeyi değil ondan kurtulmayı amaçlarlar.

Büyük devrimler için işleyen kurallar, gündelik hayatta da geçerlidir. Genç bir çift, yeni evlerini tasarlayan mimardan evin önüne küçük bir yeşil alan yapmasını ister. Neden? “Çünkü yeşillik güzeldir;” diye cevaplayacaklar muhtemelen. Peki, neden böyle düşünürler? Bunun da arkasında bir tarih var.

Taş Devri’ndeki avcı-toplayıcılar mağaralarının önü güzel olsun diye çim yetiştirmezdi. Atina Akropolisi’nde, başkent Roma’da, Kudüs Tapınağı’nda ya da Pekin’deki Yasak Şehir’de ziyaretçileri karşılayacak bir yeşil alan yoktu. Özel mülklerin ve kamu binalarının önündeki alanlarda çim yetiştirme fikri ortaçağın sonlarına doğru Fransız ve İngiliz aristokratların şatolarında doğdu. Modern çağın başında bu alışkanlık kök salarak asaletin sembolü haline dönüştü.

Bakımlı çimler; özellikle çim biçme makineleri ve otomatik sulama sistemlerinin olmadığı devirlerde çok fazla zahmet ve emek gerektirdiği halde karşılığında hiçbir değerli ürün vermiyordu. Çim yemedikleri için üzerinde hayvan bile otlatamıyordunuz. Yoksul köylülerin değerli toprakları ve zamanlarını çimlere harcayacak lüksü yoktu. Şatonun girişindeki bakımlı çim alansa kimsenin taklit edemeyeceği özel duruma oldukça yaraşır bir statü sembolüydü. “O kadar varlıklı ve güçlüyüm ve o kadar çok toprağım ve hizmetkârım var ki bu yeşil fanteziyi karşılayabiliyorum,” demenin aleni bir beyanıydı. Çim alan ne kadar bakımlı ve büyükse hanedan o kadar güçlü demekti. Bir dükü ziyaret ettiğinizde çimleri bakımsızsa onun da sıkıntı içinde olduğunu bilirdiniz.

Kıymetli çimler sık sık önemli kutlamalara, sosyal etkinliklere ev sahipliği yapsa da, geri kalan vakitlerde yasaklı bölgeydi. Bugün bile sayısız saray, hükümet binası ve kamu alanında tabelalar insanlara, “Çimlere basmayınız,” uyarısında bulunur. Oxford’da olduğum dönemde sadece yılda bir gün oturmamıza ve dolaşmamıza izin verilen harikulade çimlerle kaplı kocaman bir avlu vardı. Diğer günlerdeyse ayağıyla kutsal çimeni kirleten öğrencinin vay haline…

Asil saraylar ve şatolar çimleri bir otorite sembolüne dönüştürdüler. Modern dönemin sonunda kralların kafası uçurulup, dükler giyotine yollanırken yeni başkan ve başbakanlar çimleri korudular. Parlamentolar, yargı binaları, başkanlık sarayları ve diğer kamu binaları bakımlı keskin yeşil bıçakların üzerinde güçlerini ilan ettiler. Bir yandan da çimler spor dünyasını ele geçirdi. Binlerce yıldır buzdan kuma, akla gelebilecek her türlü zeminde oynayan insanlar, ne hikmetse son iki yüzyıldır futbol ve tenis gibi önemli oyunları çimlerde oynamaya başladı. Tabii ki sadece parası olanlardan bahsediyoruz. Rio de Janerio’nun favela’larında Brezilya futbolunun gelecek nesilleri toprak ve çamurun içinde eğreti toplarla oynarken, zengin banliyölerde çocuklar özenle bakılan çimlerin üzerinde keyiflerine baktı.

İnsanlar o vakitten beri çimleri siyasi güç, sosyal statü ve ekonomik varlıkla ilişkilendiriyor. 19. yüzyılda yükselen burjuvazinin heyecanla çimleri benimsemesine şaşmamalı. Önceleri sadece bankacı, avukat ve sanayiciler özel mülklerinde çim alan kullanabiliyordu. Sanayi Devrimi orta sınıfı genişletip, çim biçme makinesi ve otomatik sulama sistemlerini geliştirince milyonlarca aile bir anda çim masrafını karşılayabilmeye başladı. Amerikan banliyölerinde taptaze çimler, varlıklı insanların Iüksü olmaktan çıkıp bir orta sınıf ihtiyacına dönüştü.

Banliyö kültürüne yeni bir geleneğin eklenmesi de bu zamana rastlar. Kilisedeki pazar ayininden sonra birçok insan sadakatle çimlerini biçmeyi adet haline getirdi. Sokaklarda yürürken, her ailenin çimlerinin genişliği ve durumuna bakarak varlıklarını ve statülerini ölçebilmeye başladık. Şu bakımsız çimlerin halinden yan komşunun evinde bir terslik olduğu belli. Çim bugün ABD’de darı ve buğdaydan sonra en yaygın ekin; çim pazarıysa (bitkileri, gübresi, biçme makineleri, sulama sistemleri ve bahçıvanlarıyla) her yıl milyarlarca dolar büyüyor.

Çimler sadece bir Avrupa ya da Amerikan çılgınlığı olarak da kalmadı. Loire Vadisi’ni hiç ziyaret etmemiş insanlar bile, ABD başkanlarını Beyaz Saray’ın çimlerinde konuşma yaparken gördü, yeşil sahalarda futbol maçları izledi ya da Homer’le Bart Simpson’un çim biçme sırasının kimde olduğu üzerine ettikleri kavgalara şahit oldu. Dünyanın her yerinde insanlar çimleri güç, para ve prestijle ilişkilendirdiler. Uçsuz bucaksız diyarlara yayılan çimler, şimdi de İslam dünyasının kalbini çalıyor. Katar’da yeni inşa edilen İslami Sanatlar Müzesi’nin çimleri, Harun Reşid’in Bağdat’ından çok XIV: Louis’nin Versay’ını anımsatıyor. ABD’de bir şirket tarafından tasarlanıp üretilen ve Arap çölünün ortasında 100 bin metrekareden fazla yer kaplayan çim alanın yeşil kalabilmesi her gün akıl almaz miktarda su harcanarak sağlanıyor. Bu sırada Doha’dan Dubai’ye banliyölerdeki orta sınıf aileler de çimleriyle gururlanıyor. Beyaz entariler ve kara çarşaflar olmasa kendinizi Ortadoğu’dan çok ABD’nin ortasında sanabilirsiniz.

Çimlerin tarihini okuduktan sonra, hayalinizdeki evi tasarlarken önüne küçük bir çim alan kondurma fikrini tekrar gözden geçirebilirsiniz. Yine de dilediğinizi yapmakta özgürsünüz tabii. Ancak Avrupalı düklerden, kapitalist patronlardan ve Simpsonlar’dan vasiyet aldığımız kültürel yükten özgürleşip kendiniz için bir Japon kaya bahçesi ya da tamamen özgün yeni bir tasarım da hayal edebilirsiniz. Tarihi öğrenmek için en iyi motivasyon geleceği tahmin etmek değil kendinizi geçmişten kurtararak başka yazgılar tasavvur edebilmektir. Bu şüphesiz sınırsız bir özgürlük tanımaz, geçmişle şekillendiğimiz gerçeğinin önüne geçemeyiz; ancak bir parça özgürlük bile hiç olmamasından iyidir.

Birinci Perdedeki Silah

Burada verilen tüm öngörüler, günümüzdeki sorunları tartışmayı amaçlayıp geleceği değiştirmek için bir davet niteliğindedir. İnsanlığın ölümsüzlük ve mutluluğun peşinde, tanrı mertebesine erişmeye çalışacağını öngörmenin, inşa ettikleri evin önünde bir çim alan isteyeceklerini öngörmekten pek de bir farkı yok esasında. Ancak bunu bir defa sesli dile getirdiğinizde, hemen ardından diğer seçenekler hakkında da düşünmeye başlıyorsunuz.

İnsanlar tanrı mertebesine erişmeyi hayal edemedikleri ya da ölümsüzlük rüyaları göremediklerinden değil, bu kadar açık sözlü ifadelere alışkın olmadıkları için çok şaşırıyorlar. Oysa bu konularda düşünmeye başladıklarında, bu iddialar pek çoğuna makul geliyor. Böbürlendiğimiz teknolojik gelişmeleri bir kenara bırakırsak, ideolojik olarak bunlar yeni düşünceler değil. Dünya üç yüzyıldır Homo Sapiens’in hayatını, gücünü ve mutluluğunu kutsayan hümanizmle yönetiliyor. Ölümsüzlük ve mutluluk kazanmaya, tanrı mertebesine yükselmeye çalışmak, uzun zamandır etrafta var olan hümanist idealleri makul sonuçlarına taşıyor sadece. Uzun zamandır cebimizde sakladıklarımızı açıkça masaya seriyor.

Ben de masaya bir şey koymak istiyorum: Bir silah. Birinci sahnede beliren ve üçüncü sahnede patlayacak olan bir silah. İlerleyen bölümler; humanizmin (insan türüne tapınmanın) dünyayı nasıl fethettiğini tartışacak. Ancak hümanizmin yükselişi aynı zamanda kendi sonunun tohumlarını da ekiyor. İnsanları tanrılara yükseltme çabası hümanizmi makul sonucuna götürürken, diğer yandan da hümanizmin doğasındaki kusurları ortaya çıkarıyor. Kusurlu bir idealle yola çıktığınızda, kusurları ancak idealin gerçekleşmesi yakınsa fark edersiniz.

Bu sürecin çoktan hastanelerin geriatri bölümlerinde işlemeye başladığını görebilirsiniz. İnsan hayatının kutsallığına sarsılmaz bir inançla bağlı hümanist bakış yüzünden insanları “Bunun nesi kutsal?” diye sormak zorunda bırakan acınası bir seviyeye varana dek onları hayatta tutuyoruz. Benzer inançlarla 21. yüzyılda insan türünü sınırlarının ötesine süreceğiz muhtemelen. İnsanları tanrılara dönüştürecek teknolojiler, insanları bağlamlarından koparıp alakasız varlıklar haline getirebilir. Örneğin yaşlılık ve ölümün işleyişini çözüp onları engelleyebilecek güce sahip bilgisayarlar, aynı zamanda İnsanları işlerinden de edebilir.

Bu nedenle 21. yüzyılın asıl gündemi, bu uzun açılış bölümünde öne sürdüklerimden çok daha karmaşık olacak. Şu an ölümsüzlük, mutluluk ve tanrısallığa erişme çabası, gündemimizdeki ilk üç madde gibi görünüyor olabilir. Ancak bu hedeflere yaklaştıkça ortaya çıkacak karışıklıklar bizi tamamen farklı sonuçlara yönlendirebilire Bu bölümde açıklanan gelecek, sadece geçmişin geleceğidir; yani geçtiğimiz üç yüzyılda hâkim olan fikir ve umutların ışığında şekillenmiş bir geleceğin. 21. yüzyılın fikirleri ve umutlarıyla doğmuş esas gelecekse bambaşka ola bilir.

Tüm bunları anlamak için tek yapmamız gereken geriye dönüp bakmak ve Homo Sapiens’in aslında ne olduğunu, hümanizmin nasıl dünyaya hâkim bir din haline geldiğini ve hümanizm rüyasını gerçekleştirmeye çalışmanın aslında neden insanlığın kendi sonunu getireceğini incelemektir.

İlk kısım bizim türümüzü bu kadar özel yapan şeyin ne olduğunu anlamaya çalışırken Homo Sapiens’le diğer hayvanlar arasındaki ilişkiye odaklanıyor. Okurlar geleceğe dair bir kitapta, hayvanların neden bu kadar yer kapladığını merak edecektir. Şahsi kanım doğa ve insan türünün geleceği hakkında ciddi bir tartışmanın diğer hayvanlarla başlamadan yürümeyeceğidir. Homo Sapiens kendisinin de bir hayvan türü olduğu gerçeğini unutmak için elinden geleni yapıyor. Ancak kendimizi tanrılara dönüştürmeye çalışırken nereden geldiğimizi hatırlamak hayati önem taşır. İlahileştiğimiz geleceğe dair hiçbir inceleme, hayvani geçmişimizi ya da hayvanlarla ilişkimizi göz ardı edemez. Çünkü hayvan-insan ilişkisi, gelecekte süperinsanlarla insanlar arasında kurulacak ilişkiye en yakın model olma özelliği taşır. Süper zeki siborgların etten kemikten, sıradan insanlara nasıl davranacağını mı merak ediyorsunuz? İnsanların daha az zeki hayvan akrabalarına nasıl davrandığıyla başlamak sağlıklı olabilir. Mükemmel bir benzetme olmasa da hayal etmek yerine gerçekten gözlemleyebileceğimiz en iyi model budur.

Kitabın ikinci kısmı, birinci kısmın sonuçlarından yola çıkarak Homo Sapiens’in geçtiğimiz bin yılda nasıl tuhaf bir dünya yarattığını ve bizi günümüzün yol ayrımlarına taşıyan geçmişimizi inceliyor. Homo Sapiens nasıl oldu da evrenin insan türünün etrafında döndüğünü ve İnsanların tüm anlam ve gücün odağı olduğunu iddia eden hümanist öğretiye inandı? Bu öğretinin ekonomik, sosyal ve siyasi sonuçları nelerdir? Bu öğreti gündelik yaşantımızı, sanatımızı ve en gizli tutkularımızı nasıl şekillendiriyor?

Üçüncü ve son kısımdaysa kitap 21. yüzyılın başına dönüyor. İnsan türü ve hümanist öğretiyi çok daha iyi anladıktan sonra bugünkü uğraşlarımızı ve muhtemel geleceğimizi betimliyor, Hümanizmin yerine getirmeye çabaladığı girişimler neden kendi sonunu getirebilir? Ölümsüzlük, mutluluk ve ilahilik arayışımız insanlığa duyduğumuz temel inancı nasıl sarsabilir? Bu felaketin alametleri nelerdir ve gündelik hayatta her birimizin verdiği kararlara nasıl yansır? Eğer hümanizm gerçekten tehlikedeyse, yerini ne alabilir? Bu kitap sadece felsefe yapmıyor ya da başıboş kehanetlerde bulunmuyor. Daha çok akıllı telefonlarımızı, flört etme ritüellerimizi ya da işgücünü mercek altına alarak gelecek hakkında ipuçları arıyor.

Bu yazının tamamı yazarın ''Homo Deus: Yarının Kısa Bir Tarihi'' isimli eserinin birinci bölümünden alınmıştır.


Hümanizme kalpten gönül verenlere tüm bunlar oldukça karamsar ve iç karartıcı gelebilir. Ancak hemen sonuca varmamak gerek. Tarih birçok din in, imparatorluğun ve kültürün yükseliş ve çöküşüne sahne oldu. Bu tip ayaklanmalar her zaman kötü sonuçlar doğurmaz. Hümanizm pek de uzun sayılmayacak bir süredir, üç yüzyıldan beri dünyada hâkimiyetini sürdürüyor. Firavunlar Mısır’ı üç bin yıl, Papalık ise Avrupa’yı bin yıl yönetti. II. Ramses döneminde bir Mısırlı’ya bir gün firavunların yok olacağını söyleseydiniz, muhtemelen dehşete kapılıp, “Nasıl firavunsuz yaşarız? Düzen, barış ve adaleti kim sağlar?” derdi. Ortaçağda insanlara tanrının öleceğini söyleseydiniz korku içinde, “Nasıl tanrısız yaşarız? Hayatımıza kim anlam verip bizi kıyametten koruyacak?” diye feryat ederlerdi.

Geçmişe bakınca, birçokları firavunların düşüşü ve tanrının ölümünü olumlu gelişmeler olarak görüyor. Belki de hümanizmin çöküşü de aynı derecede hayırlara vesile olur. İnsanlar bilinmeyenden korktukları için değişimden kaçınırlar. Ancak tarihin tek değişmezi, her şeyin değiştiğidir.

 

Adalet Nedir ?

$
0
0

Mahsum Mızrak, 2006’da Diyarbakır’da kafasından gaz fişeğiyle vurularak yaşamını yitirdi… Ölümüne neden olan fişeğin kaybından kimin sorumlu olduğu bulunamadan, aynı olaylar sırasında kafasından gaz fişeğiyle vurulan Enes Ata’nın failleriyle ilgili dava, olaydan yıllar sonra açıldı. Ata’yı vurduğu iddia edilen polisler de aynıydı…


En kestirme yoldan anlatalım:
Mahsum Mızrak’ın kafatasından neredeyse bütün olarak çıkartılan gaz fişeğinin kim tarafından ateşlendiğini bulmak yılları aldı. Uzun uğraşlar sonunda 3 polis hakkında dava açıldı. Polislerden hangisinin gaz fişeğini ateşlediği 3 polisin tüfekleriyle eşleştirilerek anlaşılacaktı ki adli emanette bulunan, Mızrak’ın kafasından çıkartılan gaz fişeği çalındı. Yerinde alay eder gibi adli emanete konulmuş, gaz fişeği ile alakasız bir mermi vardı. Mızrak’ın ölümüne neden olan fişeğin kaybından kimin sorumlu olduğu bulunamadan, yine 2006’da aynı olaylar sırasında kafasından gaz fişeği ile vurulan Enes Ata’nın failleri ile ilgili dava, olaydan yıllar sonra açıldı.

Ata’yı vurduğu iddia edilen polisler de aynıydı. 3 polis, iki çocuğun ölümünden de sorumlu tutulduğundan davalar birleşti. Geçen Haziran’da yapılan duruşmada, tıpkı Mızrak’ı öldüren fişeğin kayboluşu gibi, Ata’yı öldüren fişeğin de adli emanetten çalındığı anlaşıldı. Üzerinden aylar geçti, bu olayla ilgili de sözümona ayrı soruşturma açıldı.

Ancak ne adli emanet sorumluları, ne ilgili savcı, ne kolluk görevlilerinin bir teki hakkında bile soruşturma izni istenmediği, kimsenin olaydan sorumlu tutulmadığı anlaşıldı. Kanıtların güven içinde saklanması için oluşturulmuş adli emanet, çocuk ölümleri söz konusu olduğunda yol geçen hanıydı.

***

İhtimal ki devlet şiddetinin bütününü “meşru” görüyorsunuz. İhtimal ki devlete karşı suç işleyene karşı yapılanların hiçbir kurala tabi olmadığını düşünüyorsunuz. İhtimal ki sadece devlet şiddetinden bahsedenlere ağırca sözler söyleyip, “asıl onların çoluk çocuğu nasıl öldürdüğünü anlatsanıza” şeklinde cümleleriniz var. İhtimal ki birileri bu cümlelere karşı bir şeyler söylediğinde, “Su testisi suyolunda… Bizi niye bulmuyor bunlar?” diye soruyorsunuz. İhtimal ki devletin her şartta kendi oluşturduğu hukukla bağlı olması sizi hiç ilgilendirmiyor?

***

Enes Ata, bir başka iklimde doğsa, o gün teyzesinin evine sağ salim ulaşacaktı. Daha 8 yaşındaydı ve annesi sadece rüyalarındaydı. Okuldan çıktığında kendisini büyüten teyzesinin evine gider, babası işten çıkana kadar yemek yer, ödevlerini yapar, teyzesiyle televizyon izler, arkadaşlarıyla oyun oynar, akşam babası geldiğinde elini tutup maceralarını anlata anlata yatağına dönerdi. Bilmediği annesini bazen yatağında özlerdi.

Diyarbakır Vakıf İlköğretim Okulu’na kaydolmuş, 1. sınıfı bitirmek üzereydi. Gördüğü her tabelayı, her gazete başlığını, televizyondaki her alt yazıyı heceleye heceleye okumaktı uğraşı, ne garip değil mi, diğer çocuklar gibiydi. O gün okula gitti, kapalı olduğunu öğrenince, uçuşan gaz fişekleri, boğucu puslu hava ve mermi seslerinden koruna sakına teyzesinin evine yöneldi. “Annemin kokusu geliyor” dediği teyzesinin evi, yeryüzündeki bütün kötülüklere karşı güvenliydi. Sokağa doğru adımlarını atacaktı ki, kafasına gaz fişeği isabet etti. Manasızca bakıp, doğrulmaya çalıştı.

Kalkamıyordu, nefessiz kalmıştı küçük bedeni. Enes Ata, 8 yaşında, Diyarbakır’ın bir kimsesiz sokağında öylece ölüverdi. Hikayeler bilindik; önce polislerin kimlikleri belirlenemedi, sonra soruşturma izni verilmedi.

Yargı kararları hiçbir ülkede kamu vicdanını tatmin edebilir haklılıkta değil.


İdare mahkemesi soruşturulmama kararını kaldırınca, yine polislerin kimliklerini vermemek için bin dereden su getirildi. Nihayetinde, o gün o bölgede gaz tüfeği kullanan 3 polisin ismi belirlendi.

***

İşte o 3 polis, zaten sanıktı. 14 yaşında, aynı bölgeden geçerken kafasından gaz fişeği ile vurulup morga kaldırılan, ailesinin öldüğünden bile haberinin olmadığı, günlerce tüm karakollarda, hastanelerde, civar kentlerde aradıkları, sonra morgda olduğunu öğrendikleri Mızrak’ın öldürülmesine ilişkin davanın sanıkları. Mahsum, o iklimde değil de bir başka dünyada doğmuş olsa yaşayacaktı.

Ve belki Diyarbakır’da doğmuş ve ölüsü morgda unutulmuş bir çocuğun ölümüne olağan ve hak edilmiş bakacaktı.

***

İki çocuğun davaları ortak, ikisinin de dosyasından ölümlerine neden olan gaz fişekleri çalındı, iki hırsızlık vakası için de hiçbir adım atılmadı. Gaz fişekleri bulunamazsa, her ikisine ayrı zamanlarda o fişekleri ateşleyen bulunamayacak. Ve inanın, ne o gaz fişekleri, ne de onları çalanlar bulunacak. İhtimal ki elektriğinizin birkaç saat kesmesi çok öfkelendiriyor sizi. Bir yerlerde ise sürüyor bitmeyen bir devlet dersi.

Altı yırtılmış poşet ve adalet

Bu yazının, Adalet Yürüyüşü ile doğrudan bir ilgisi yok, sadece bugünü ilgilendirmiyor. Kimin ne kadar haklı ve haksız olduğuyla ilgili büyük tartışmalara da göz kırpmıyor anlatılanlar. Çok basit bir gerçekliğin arayışında bu yazı:
Adaletsizlik nedir?

Bazen kolay testlerle insanların yaklaşımlarını çözmek mümkün. Diyelim ki bir çocuğun ölümüyle ilgili soruşturmada en önemli kanıt çalındı ve dosya zamanaşımıyla kapatıldı. Çocuğun nereli olduğuna, nasıl öldüğüne bakarak tepkileriniz değişiyor mu? Çocuğun, Filistinli ya da Fransız, Kürt ya da Amerikalı, Arap ya da Türk olması yanıtlarınızı değiştiriyor mu? Ya da, “olur böyle şeyler mi?” diyorsunuz. Ya da, “katiyen olmaz?”

İşte o yanıtlara göre anlaşılabilir adalet kavramı ile olan mesafeniz. Ve mesafeniz ne olursa olsun, mesafeden biraz olsun rahatsızlık hissediyorsanız, adaletsizliğin ne olduğunu işaret edebilecek bir yerdesiniz.

***

Mahsum Mızrak (14) ve Enes Ata (8), 2006’da Diyarbakır’da hiçbir yerinde bulunmadıkları olaylar sırasında, başlarından gaz fişeğiyle vurularak öldürüldüler. Mahsum Mızrak dışarı çıkmıştı ve evine dönemedi. Enes Ata, ölen annesinin yerine anne bildiği teyzesinin evine gidiyordu. Mahsum Mızrak, çok küçükken yaralanan, iz kalmış parmaklarından teşhis edilerek günler sonra morgta tesadüfen bulundu ve gece 02.00’de defnedildi. Enes Ata’nın ölümünden ailesini haberdar ettiler.

Mahsum Mızrak’ı öldüren gaz fişeği, kafasında neredeyse bütün halindeydi, seri numaraları okunabilecek kadar bütün halde. Enes Ata’yı öldüren gaz fişeği ise çocuğun kafasında derin bir tahribat yaratmıştı, seri numarası okunamıyordu üzerinde.

***

İki ölümle ilgili soruşturma ayrı ayrı yürütüldü. Çok uzun uğraşlar sonunda, avukatların büyük çabasıyla dosya bir aşamaya geldi. Mahsum Mızrak’ın ölümüyle ilgili olarak 3 polis hakkında dava açıldı, hangisinin gaz fişeğini ateşlediği ise bulunamamıştı. Enes Ata soruşturması daha uzun sürdü.


O soruşturmada da o gün, olay yerinde gaz fişeği kullanan üç polisin aynı isimler olduğu anlaşıldı. İkinci dava açıldı ve iki dava birleştirildi. Üç sanıktan hangisinin ateş ettiği ise ancak fişeklerin balistik incelemesiyle çözülebilirdi. Davalar birleştirilmeden önce bir haber geldi.

Bir kanıtın kaybolmaması için en güvenilir yer olan adli emanetten, Mahsum Mızrak’ın kafatasından çıkan gaz fişeği çalınmıştı. Yerine de alay eder gibi bambaşka bir cisim konulmuştu. Enes Ata davası birleştikten sonra nasılsa bir haber daha geldi. Ata’nın başından çıkartılan gaz fişeği parçası da adli emanetten çalınmıştı. Mahkeme, her iki olayla ilgili suç duyurusunda bulundu.

Yıllar geçti, yargının yapısı değişti, sonra yeniden yargının yapısı değişti ama sorumlular bir türlü bulunamadı.

***

Diyarbakır Başsavcılığı, sonunda aldı dosyaları önüne, araştırdı, soruşturdu. Enes Ata için şu sonuca ulaştı: “Enes Ata’dan çıkartılan gaz fişeğinin Mahsum Mızrak’ın otopsisi sırasında fotoğrafı çekilen gaz fişeğiyle benzer özelliklere sahip olduğu, sehven yanlış emanete alınmış olabileceği, fişeğin kayıp olmadığı, adli emanetin 2009/2221 sırasına kayıtlı olduğu…”
Savcılığa göre Ata’nın bedenin çıkan, yıllardır aranan gaz fişeği aslında kayıp değil. Aslında bu tespite de gerek yoktu, zira Enes Ata’yla ilgili bu dosyada, 3 ay önce zaten zamanaşımı kararı verilmişti.

Mahsum Mızrak’ta da sonuç değişmedi ve geçtiğimiz günlerde karar çıktı:
“Mızrak’ın vücudundan çıkartılan gaz fişeğinin taşınma tadilat sırasında emanet poşetinin yırtılması sonucu kaybolmuş olabileceğine yönelik tutanak tutulduğu, emanet poşetinin de bulunması dikkate alındığında gaz fişeğinin kasten değiştirildiğine veya alındığında ilişkin herhangi bir delil bulunmadığı…”

Bulunan emanet poşetinin altının elbette yırtık olduğu görüldü. Savcılık, bu durumda fişeğin çalınmış olamayacağına kanaat getirdiğinden bu suçtan işlem yapmadı. Suçun sadece emanet memurlarının görevi kötüye kullanması olabileceğine işaret etti.

Savcılığa göre de bu suçla ilgili 8 yıllık zamanaşımı süresi dolmuştu, dosya kapatıldı.

***

Avukat Barış Yavuz, itiraz dilekçesinde, fişeğin 2011’de kaybolduğuna, buna göre 8 yıllık zamanaşımı süresinin dolamayacağına işaret ediyor.

Zamanaşımı süresinin hangi tarihten başlatıldığının bile belli olmadığına. Ölümlerle ilgili davada sanık 3 polisin ve emanet memurlarının ifadesinin bile alınmadığını, ifade alınsaydı zamanaşımı kesileceğinden soruşturmanın yürütülebileceğini belirtiyor.

Bu polislerin şüpheli konumunda bile sayılmamasının hukuksuz olduğunu söylüyor. İtiraz yakında karara bağlanacak.
Bu arada neler mi oldu? AİHM, iki dosyada da Türkiye’yi yaşam hakkını ihlalden tazminata mahkûm etti. Tazminatı, halk ödeyecek, rücu edilebilecek sorumlu yok. Savcı, AİHM’ye rağmen, üç polisin de beraatını istedi. Muhtemel ki dava da böyle bitecek. Fişekler kayboldu, soruşturuldu, zamanaşımıyla bitti. Telsiz konuşmaları yok edildi, zaten böyle şeyler olabilirdi. Enes Ata’nın kıyafetleri, mahkeme kararı olmaksızın imha edildi, mümkün, “hatadır.”

Çok bağırıp, en ağır ve büyük sözleri söyleyenlerin haklı sanıldığı coğrafyalarda olur. Ve geriye, tüm dillerde ve tüm iklimlerde, büyük harflerle yüreklere kazılmış “adaletsizlik” kalır.

Kaynak: 27.09.2015 Milliyet, Gökçer Tahincioğlu: İki ölü çocuk ve delil hırsızlığı 02.07.2017 Milliyet, Gökçer Tahincioğlu: Altı yırtılmış poşet ve adalet
Ayrıca bakınız: http://liberteryen.org/2015/12/ne-cok-terorst-vurulmus-ii/
http://liberteryen.org/2015/11/ne-cok-terorst-vurulmus/

Oğuz Atay’dan En Son Gelen Mektup!

$
0
0

Bu toprakların belki de en kalplere kazınan yazarı olan Oğuz Atay’ın 1961′de askerlik arkadaşı ve meslektaşı Avşin Baysal’a yazdığı mektup, 56 yılın ardından sevdiklerince bizlerle de paylaşıldı. Yazarlık serüveni öncesindeki yaşamından kesitler taşıyan mektup, sonrasında yazacağı unutulmaz yapıtlarına ve yaşamı algılayışına ilişkin ipuçlarını barındırıyor:

19 Mayıs 1961

Sevgili Avşin;

Sana uzun zamandır yazmadım, daha doğrusu artık yazışma alışkanlığımızı kaybettik. Bu önemli haber de olmasaydı belki uzun bir süre daha yazışmayacaktık. Evet sana önemli bir haberim var; evleniyorum. Bizim bazı davranışlarımız galiba çok benziyor. Ben de senin gibi bu haberi bir mektupla veriyorum. Senin yaptığın gibi uzun bir “yazışmama” devresi sonunda bu sessizliği bozarak seni-bana da öyle olmuştu- şaşırtıyorum. Daha başka benzeyişler var. Evleneceğim kızı daha önce tanıyordum. Fakat uzun zamandır görüşmüyorduk. Bir gün ona -yalnız yolda değil- sinemada rastladım. konuştum. Sonra… sonrası belli. Bu cümle çok söylenmiştir ama yeniden yazılabilir: evlenme kararı verdik. Belki şu satırları okurken “se de mi?”, “yok canım”, “vah! vah!” benzeri sözleri aklından geçireceksin. Eksik olmasınlar, buradaki arkadaşlar bu sözlerin öyle varyasyonlarını buldular ki senin yeni bir şey söyleyebileceğini sanmam. onun için ciddi ve “meselenin ehemmiyetine müdrik”(!) fikirler beklerim senden. Yalnız şu arada belirteyim; bu konuda yapılan esprileri (arkadaşların yaptığı) ben şahsen komik bulmadım. Evet, bütün takılmaların gerisinde, akılları kurcalayan soruya gelelim; neden evleniyorum? Ben hani şu falan filan adam, mangalda kül bırakmayanlar bankası umum müdürü nasıl olur da… Bu soruların çoğunu cevapsız bıraktım ya da beylik cevaplar verdim; çünki birçoğunun düşündüklerimi anlamayacağını yada inanmayacağını gördüm. Fakat -iltifat değildir- senin bu konuda daha anlayışlı olduğunu bildiğim için düşüncelerimi anlayacağını, daha doğrusu anlamak değil de -tabii anlayacaksın- sözlerin gerisinde kuramları sezeceğini -bence burada en yerinde kelime “sezgi” sanıyorum.

Evet, neden evleniyorum ? Sebeplerden bir tanesi çok apaçık. Fazla açıklamanın gereksiz olduğunu takdir edersin. Belki harbi kaybetme sebeplerini “önce barut yoktu” diye saymaya başlayan subaya benziyorum. bundan sonraki sebepleri önemli saymayabilirsin. Nitekim çok kimse öyle düşündü. Bu konuda objektif olamıyacağımı bildiğim için hiçbir düşünceyi kötülemeyeceğim; sadece bu sebebin dışında başka sebepler de olduğunu sandığım için bunları kaydetmekle yetineceğim.

Kendimi huzursuzluk arayan, karışık işleri çözmekten hoşlanan bir adam sanıyordum. İnsanlara ancak mutlak huzursuzluğun bir şeyler yaptıracağını ve huzurun ölüm gibi bir şey olduğunu düşünüyordum. Yanılmışım. Gerçekten çok huzur uyuşturabilir; ama gereksiz huzursuzluklar aynı derecede zararlı olmaz mı? Sonra huzur ayaklarını uzatıp yatmak hiçbir şey düşünmemek demek değildir. İnsan en hareketli ve yorucu devresinde bile huzur içinde olabilir. Bu düşüncelerimi şöyle özetleyebilirim: “Kendini halletmeyen insan kendi dışında hiçbir şeyi halledemez”. Düşüncenin istenilen bir yere teksif edilebilmesi için diğer noktalardan kolayca ayrılması, yani başka meselelerin halledilmiş olması gerekir. Ben daha önce -son bir yıldır yeni şeyler düşünüyorum- insanın bir şeye kendini verebilmesi için başka her şeyi terk etmesi gerekir gerekir sanıyordum. Fakat ya o şeyler seni terk etmiyorsa? Bıraktığın şeyler senin tam insan olmanı engelliyor. Seni asosyal bir tip yapıyor. İnsanın dışına çıkan biri, insanlar için ne yapabilir?

Ben kendimi hiçbir zaman asosyal bir tip olarak görmedim. Bunu sen de bilirsin. Bununla birlikte gene de bende yıkıcı, kırıcı taraflar vardır. Senin tolerans duygun ve kolay kırılır bir insan olmamanın dostluğumuzun kurulmasında önemli payı olmuştur. Bir insan kendisine sorulan şeylere sinirli bir şekilde, kırıcı cevaplar veriyorsa kendinde bir eksiklik var demektir. Rahat konuşma tarzı karşındaki insana emniyet verir. Ben insanları sert ve alaycı üslublarımla şaşırtmayı tercih ediyordum. Böyle bir insan değildim. Sadece böyle görünmenin daha akıllıca olduğunu sanıyordum. Yumuşak görünmenin gerçekten de öyle olmak anlamına geldiğini düşünüyordum. Oysa benim anladığım tarzda sertlik ancak “gergedanlara” yakışırdı. İnsan dış tesirlere kapısını kapamak için derisini kalınlaştırır. Böylece sağlamlık kazandığını sanır. Oysa kalıplı düşünceleri bozulmasın, hazmetmeden edindiği şeyler tenkit süzgecinden geçmesin diye tıpkı Ionesco’nun insanları gibi “isteyerek” derisini kalınlaştırır. ( Bu sözlerimden piyesi gördüğümü ve çok beğendiğimi anlamışşsındır.) Piyesteki Botard’ı hatırla. Her şeyin gerisinde “hile sezen”, hiçbir şeye “görmeden” inanmayan gergedan bir “toplumcu” olmak istemiyorum. Ben insanlara ait şeyleri seviyorum. Gergedanlara ait olanları değil. İnsanlara ait şeyleri sevdiğim için onların severek yaptığı bir şeyi ben de yapıyorum: evleniyorum.

Sana bizim dergi işinden bahsetmiştim. Turhan’ın son gün ayrılışını da anlattığımı sanıyorum. İşte ben Turhan’ın o günkü tartışmada gergedanlaştığını gördüm. Hem de tıpkı Ionesco’nun oyununda olduğu gibi. Bu piyes hakkında çok şey söylemek istiyorum. Görüştüğümüz zaman daha uzun konuşuruz. Sadece piyesi seyrederken içinde yaşadığımı -tabii gergedan olarak değil Beranger olarak -ne kadar mütevaziyim! değil mi? Ve artık düşüncelerimi ifade ederken gergedanı dilimden düşürmediğimi söyleyebilirim; söylemek istediklerim böylece o kadar kısalıyor ki.

Sonra biliyor musun ben saadetten hoşlanıyorum. Onun için de evleniyorum. Saadetten derken güzel ve yumuşak bir şeye dokunuyor gibi oluyorum. Bir insanın idam edilişini düşünmekten ne kadar hoşlanmıyorsam, saadetin kelimesini bile düşünmekten de o kadar hoşlanıyorum. Kendimi ölçtüm, biçtim; meziyetlerimi, kusurlarımı düşündüm. Sonra karar verdim: benim bu halimle birçok insandan daha fazla mesut olmaya hakkım var. Pek öyle kötü bir adam sayılmam; ne dersin?

Bu yazdıklarımdan beni gevşeyip, yere serilmiş sanabilirsin. Ben öyle sanmıyorum. Aksine eğer bundan sonra bir şey yapacaksam daha imkanlı olacağıma inanaıyorum. Bir de şu mesele var: “dünyaya nizamat vermek” olmayacak galiba. Bir şeyin doğru olduğunu bilmek başka onu gerçekleştirmek ise çok başka. Şu halimle belki çevremdekiler içinde bu işi en çok ben becerebilirim, ama bir işin yapılması için sadece “bazı insanlardan daha iyi olmak” yetmez ki. Bizatihi (kelime çok eski ama daha iyisi yok) değerli olmak gerek. Ben son senelerde bir şeyler öğrendiysem şunu iyi anladım: bu işi yapmak güç ve şartlar uygun değil. O zaman da şu kalıyor: davanın bir neferi olup ayak işleri yapmak. Özür dilerim, ben biraz ihtiraslıyım: her işte yukarıda olmak isterim. Beni egoist bulmadığını tahmin ederim. Gerçek bu yazdıklarım sen de biliyorsun. İnsanları bir şey yapmaya zorlayan kuvvet -işin mahiyeti ne olursa olsun, ihtirastır. İhtiras çalışmanın gıdasıdır. Ben ise çok yoruldum boş yere: ihtirasımı kaybettim bu işte….

( Oğuz Atay’ın ölümünün 40. yılında Gürsel Göncü’nün ilk kez ulaştığı ve yayınladığı mektubundan alıntılanmıştır.)

Etik, Ahlak Ve Değerler Eğitimi

$
0
0

Günümüzde bireyin gündelik yaşamında ikili ilişkilerinden tutun politika, eğitim, yargı, meslek odalarına kadar akla gelen her alanda ve eylemde yaşanılan problemlerin temelinde kavramsal olarak etik ve ahlakın birbiri ile aynı kabul edilmesi, karıştırılması ve bunun sonucunda ‘değerler adına değer harcalamalarında’ bulunulması yatar. Oysa ‘insan’ dediğimiz canlı türü kendini bildiği andan itibaren kendine ve yaptığı her eyleme ‘değer’ verir, ona göre davranır, düşünür ve yaşar. Burada kavramsal olarak bile yapılan küçük hatalar, insanoğlunun büyük problemleri olarak karşımıza çıkar.

İnsan düşüncesinin temeli olan ‘Değer’ in belirlenmesinde, etik ile ahlâkı birbirinden ayırma amacında oldukça önemli bir mesafe kaydeden Prof. Dr. Ioanna Kuçuradi’ye göre (1936- …) bu kavramların felsefe alanına kapatılarak felsefeye ait salt kuramsal bir yaklaşım ya da düşünce cambazlığı olmaması sağlanmalıdır. Tersine; “felsefi bilgi”ye dayanarak, “yaşanan hayat”ta “yapılanlar veya olan bitenler ile değerler bilgisi arasındaki aykırılığı” görme anlamında kazanılacak “problem bilinci” aracılığıyla “olayları”nı anlamak, herkes için temel hedef olmalıdır. Kuçuradi’nin ikincil hedefi ise yine bu bilincin akademik alanda kısılıp kalmaması, bireyin gündelik yaşamında her eylemine yansımasıdır (benim çıkarımlarıma göre) İşte o zaman Kuçuradi’nin olmazsa olmazı ‘insan hakları’ şu anki karikatür haliyle değil; gerçek değeri ve pratiği ile yaşamda yerini alır. Bu konuda felsefeye çok görev düştüğünü savunur Kuçuradi. Ve de yönetenden yönetilene, karar vericiden, uygulayıcıya kadar herkesin en önce bireyin felsefeye ve onun izlediği yol ile ‘değer’ belirlemesi ve gündelik yaşama yansıtmasını umut etmektedir.

İşte bu temel nedenlerden ve amaçlardan ötürü, Ioanna Kuçuradi ile bugün toplumda çok fazla gündeme gelen “değerler eğitimi” kavramından, etik ve ahlakın anlamına, bu kavramların neden birbirinden farklı iki kavram olarak değerlendirilmesi gerektiğinden, yine bu kavramların karıştırılması sonucunda ortaya çıkan problemlere dek uzanan bir söyleşi gerçekleştirdik:

Etik ve ahlakı nasıl tanımlıyorsunuz ve neden birbirinden farklı iki kavram olarak değerlendirilmeli?

Etik nedir? Etik; geçmişte modası geçmiş bir kavram olarak görülürken şimdilerde yeniden moda oldu. İyi mi oldu? Tartışılır çünkü yanlış kullanımı söz konusu. Örneğin; meslek odaları (basın etiği, meslek etiği) bu kavramı çok sevdi ve kendi meslek etiklerini!!! geliştiriyor güya. Etik kavramını en fazla çarpıtan onlardır. Bu durum, yine günümüzün modası “herşey olur, herşey gider” bakış açısının sonuçlarından biri işte. Basın ahlakı, meslek ahlakı diyebilirsiniz ancak ‘etik’ olması için çok daha fazlası gerekir. Etik; felsefenin alt dalıdır ve insanlar arasında “değer” sorunları ile uğraşır. Son yıllarda “değerler eğitimi” diye moda var ortalıkta. Nedir o? Söz konusu olan insanlığa giden öznel koşulların nesnel yolları ise etik açısından evrensel tek bir kanıtlanmış “değer” söz konusudur, o da insan hakları…. Diğerlerinin hiçbir geçerliliği yoktur. Etik, evrenseldir, bir “değer”in de evrensel olabilmesi için belli aşamalardan geçmiş olması gerekir. Etiğin kavramsal tanımının tam ve doğru olarak yapılmadan kullanımı ciddi problemler doğurur. Örneğin, meslek odalarının aradığı normlardır, etik değil. Peki ne önemi var derseniz, var! Bir norma, bir yaklaşıma göre bir problemin çözümüne yaklaşıyorsanız ona ancak “ahlaksal problem” denir. Bir normun etik ve evrensel olabilmesi için kişilerin ya da toplumların sahip olduğu dünya görüşünden, dinden, ideolojilerden bağımsız olması gerekir. Sıklıkla etik, toplumda “ahlak” anlamında kullanılır. Kişilerin belli bir alanda, belirli bir dönemde ve belirli bir koşullarda “neyin iyi, neyin kötü” olduğunu anlatan norm sistemleridir. Evrensel olmayan bu norm sistemine ben sadece “AHLAK” diyorum ve asla etikle karıştırılmamalıdır. Etik değerleri asla ahlaksal normlar ile karıştırmamak gerekir ki bu son derece önemlidir. Aynı şeylere farklı ad, farklı şeylere aynı adı vermek ciddi problemlere yol açar. Bugün yaşadığımız en önemli sorun da budur!

Nedir etik ve ahlakın birbirine karıştırılması ya da yanlış kullanımı sonucu yaşanan ciddi problemler? Açıklayabilir misiniz?

Felsefi olarak değerlendirilirse, “ahlak” adını verdiğimiz bu normlar evrensel değildir. Geçerliliği de yoktur. “Dürüst”, “ahlaklı”, “iyi”… Kime göre, neye göre deniliyor, sorgulanmalıdır. Özellikle yasalarda yer alan normlar bu açıdan baktığınızda etik değildir, dolayısıyla evrensel de değildir. Yasalara “ahlaksal normlar” demeyi tercih ediyorum. Bu tür normlar, bütün insanların diğer insanlara nasıl davranması, nasıl muamele görmesi gerektiğini anlatır. Bugün “etik” adı altında karşımıza çıkan “ahlaklılık bildirgeleri” insan yaşamının ve yasaların belirlenmesinde kullanılıyor. Kamu yaşamında bu normların etik değerlerin yerini alması büyük yanlışlara neden oluyor. Çünkü en basitinden etik, “insanın içinde bulunduğu yer ve olay tek ve eşsizdir, ona göre değerlendirilmelidir” der. Bir kişinin yaptığı, bir diğerinin yaptığı ile aynı gibi görünse de, aynı olarak değerlendirilmesi yanlıştır etik açıdan. Yasalar bunu yapar “ahlaksal bildirgeleri” ile. “Dürüst” bakkal örneği vereceğim; “İki bakkal var. İkisi de terazilerini eksiltmiyor. Biri; insanları kandırmamak; diğeri ise müşterilerini kaybetmemek için bunu yapıyor. İkisi de “dürüst” müdür?” Ya da şöyle bir kargaşadan söz edelim; en önemli etik “değer” olan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ne imza atmış ülkelerin bazılarında halen idam cezası uygulanıyor ya da insanlar düşüncelerinden ötürü hapse atılıyor. Tüm ülkelerin yasaları uygulayışı İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ne “Saygılı” mıdır? Bunları sorgulayan etiktir. Ahlak, “değer” biçerse ortaya şöyle bir durum çıkar, “Şunu yapmak iyidir, Ahmet de bunu yapmaktadır, o zaman Ahmet iyidir. O zaman ben de soruyorum; değerlendiren kimdir? Kime göre ve neye göre iyidir? İşte bugün uygulanan “değerler eğitimi” tam da bu genelleştirilmiş ahlaksal bakış açısını verir. Tekrar ediyorum geçerli ve evrensel değildir. Çünkü ahlak, zorla öğretilebilir ve zorla uygulatılabilir; etik ise zorla öğretilemez ve uygulatılamaz. Şu anki yüz yüze geldiğimiz sorunların temelinde bu yatmaktadır. Socrates ile Platon arasında geçen konuşma gibi, “Hiç kimse isteyerek kötü olmaz!” ancak durum bu. O nedenle; bir “değerler eğitimi” verilecekse eğer, felsefi etik eğitimde yer almalı bana göre ötesi değil.

Peki, etik değerlendirme nedir ve nasıl yapılır?

Etik sorunlar, her eylemde değişir. Çünkü, her eylemin temelinde bir “değer” vardır. Her eylem, etik açısından biricik ve eşsizdir, 3 farklı aşamada değerlendirmesi yapılır.

İlki; “değer biçme” dir: Bunu yaparken; Ahmet örneğinde olduğu gibi, genel çıkarımlar yapılmaz. Kişiler çoğunlukla eylemlerinde genel bir değer ile başkalarına bağlı sorunlarla yüz yüze gelir. Bir eylemin değeri (felsefeyi) bilmiyorsan anlamsızdır, norm veya yargıya çok kolay dönüşebilir. Örneğin;
“Sözünde durmak iyidir.”
“Sözünde durmak gerekir.” öyleyse;
“Sözünde durmak gerekir.”
“Sözünde durmak iyidir.” gibi…
Bu değerlendirme şekli ile sadece “güdüleme” yapılır. Ve bu güdüleme de “birilerinin kültürünün ya da bizim kültürümüzün” ötesine geçemez.

Değerlerin Göreceliliği: Eylemlerin doğru ya da yanlış olarak değerlendirilmesinin adımları birbiri ile aynıdır. Peki doğruyu belirlemede hangi yol izlenmelidir? Etik ilişki içinde bakıldığında; Bir bireyin, ne yaptığı ya da ne yapmadığı insanların durumu ya da sadece kendi durumu ile ilgilidir. Değerlendirme yapılırken sadece ve sadece “yaşantı” yani o an olan olay yarattığı izlenim kısaca kendi öznelliği değerlendirilmelidir. “Değer” belirlenirken ( örnek veriyorum bu iyidir ya da bu kötüdür) bireyin o anki eyleminin öznelliği ve yaşantı sonuçları temel alınmalıdır. Çünkü her eylem; biricik ve eşsizdir ve “Değer”i de bir diğeri ile aynı değildir. Ve en önemlisi, bu yapılırken nötr olmak zorundadır “değer” biçen! Etik değeri belirleyen budur. Etik değerler, kişiler arası ilişkilerde o anki eylem, anlam ve yaşantıya göre şekilllenir. Dürüstlük, saygı, minnet… Bunlar kişiler arasında ilişkilerde ortaya çıkar. Ayrıca, “erdem” olarak nitelediğimiz özelliklerin hepsi etik değerler de değildir. Karşılaştığımız erdemlerin hepsi etik değildir! Ancak, insan olmanın “bilgisine” sahip olan kişi etik değerler sahip olabilir. Değerli ve doğru eylemde bulunmasının temeli bilgidir. İnsan olmanın değeri ve kişinin değeri bu noktalarla ilgilidir.

“Değer”in amacı: Dürüst bir kişi, dürüst olmayan bir kişiye de dürüst davranmalıdır! İnsan hakları bunu gerektirir. Bir eylemin amacı etik açıdan değerlendirilirken, karşılıksız, çıkar amacı gütmeden yapılmış olmasına bakılır. Yine insan haklarına göre baktığımızda, bir caninin de yaşama hakkını savunan kişi etik değerlere gerçek anlamıyla sahip olan kişidir. Bu durumda bir tutarsızlık yoktur. Kişinin etik özelliğidir, tutarlıdır. “Senin için yaptım ya da senin aracılığınla kendim için bir şey yaptım” etik bazda “değer” içermez. Amaç, karşılıksız olmalı; eylem sonucunda bir karşılık beklenmemelidir.

Bu çerçeveden değerlendirdiğimizde örneğin “saygı” nedir? Nasıl tanımlar etik?

Saygı; bakanın odasına girerken ceketin önünü iliklemek, büyüklerin ellerini öpmek ya da yerlere dek eğilmek olarak tanımlanmaz. Saygı; ilişkide olunan kişilere ve o kişilerin eylemlerine dokunmamaktır! Saygılı kişi de ilişkide olduğu kişilere ve onların her türlü eylemine dokunmayan kişidir! Bir etik ilişkide değer; doğrudan doğruya yaşanır. Felsefenin tek yapabileceği de böyle bir değerin kavramsal gerekliliklerini ortaya koymaktır. Saygı, en zor koşullarda karşı karşıya kalınan ilişkiler tortusudur. ( Her eylem ve yaşantı kişide bir tortu bırakır olarak düşünelim) İki etik değerlere sahip kişi karşılaşmazsa, etik değerler yaşanamaz!

“Değer” ve ” Anlam” ilişkisi hakkında neler denilebilir?

Birçok şeyin temelinde yatan sorunların en başında anlam sorunu gelir. Normların etik sayıldığı günümüz dünyasında anlamın ne olduğunu kavramak belki de her zamankinden daha da önemli. Anlam; “insanların toplulukların yaşantılarında anlamlı olan” ve “evrensel olarak anlamlı olan” olmak üzere ikiye ayrılır. İnsanlar her şeye bir anlam vermek eğilimindedir. “Bir şey”, birisi ya da bir topluluk adına anlamlıdır. Ancak, “bir şey” e atfedilen anlam nesnel değer olarak da atfediliyor. Bu yanlış. “Değer”ve “anlam” kavramları karıştırılıyor ama birbirini karşılamaz. Nesnel değer olmak zorunda. Örneğin; insanın bu dünyada ve öbür dünyada gerçekleşmesini istedikleri anlamdır. Onun için anlamlı olması, başkası için anlamlı olmasını gerektirmez. Faraziyedir. Nesnel değildir. Aynı şeklide; “değerli bir amaç”, sadece değeri belirleyen için anlamlıdır. Herkes için değil. Sadece onlara sahip olanlar ve yaşamda anlamını gerçekleştirenler için anlamlı olan amaçlar ve eylemlerdir bunlar.( metafizik eylemler) Genel bir değer olan etik değer bilgisi ile karıştırılamaz. Çünkü, insan kafasının ötesindeki fiziksel varlıklara atfedilen anlamlar (din ve inanç), sadece bunları anlamlandıran için anlamlıdır. Tüm insanlık için değil! İnsanın değerinin bilinen tek anlamı “insanlık onuru” temelidir ve insan hakları da en öncül etik değerdir.

Kültürel normların, inançların, ideolojilerin ve bunların eylemlerinin sonucu bir “değer” değildir. İstenilene göre davranmak, etik davranmak değildir. Sadece, insan onurunu koruyarak eylemde bulunmaya kararlı olmak etik davranmaktır. Tekrarlıyorum; insanlar bir kültürün normlarına, ahlaka göre davranmaya zorlanabilirler ama etik değerlere göre davranmaya zorlanamazlar.

Sizce “Değerler Eğitimi” bu durumda nasıl olmalı? Olmalı mı?

Tüm bu söylediklerim kişinin kendi gerçekleri ve etik eğitimde nelerin ortaya konulabileceğini de açıklıyor. İdeolojik beyin yıkamalarla karşı karşıya olduğumuz bir çağda,nesnel olmayan inanç sistemleri ve kültürel normlarla hazırlanmış bir değerler eğitimi müfredatı evrensel değildir. Değerler eğitimi ille verilecekse, insan haklarını kapsayan etik eğitim şeklinde verilmelidir ki edebiyat bu eğitimin en büyük yardımcısı olacaktır. Yaşlarına uygun olarak bireylerin yaşantılardan ve okuduklarından hiçbir etki altında kalmadan varacakları sonuç ve eyleme biçtikleri “değer” yeterlidir bana göre. Ayrıca dilde şiddet içeren kavramların-iyi niyetli bir amaçla dahi olsa- kullanılmaması gerekir. Kişi, okuduğu edebiyat eserinden ya da günlük yaşamında o anki eylemin “değer” ini kendi belirleyebilme bilgisine sahip olmalıdır. “Milli ve yerli değerler” adı altında verilmek istenenler; sadece yargılardır, normlardır.Evrensellik, bir norm için kullanılmamalıdır. Oysa, etik değerler evrenseldir. Bilgiyi temel alır. Ve bilgide demokrasi olmaz. Doğru bilgi, oy meselesi değildir. Bize, “doğru bilgi” diye bir şeyler öğretmeye kalkanlara sorarım; Kime göre? Neye göre? Son olarak söyleyeceğim; belirli bir düşünceye, çevreye, inanca ya da ideolojiye “iyi” değerini vermek en büyük tehlikedir.
Viewing all 124 articles
Browse latest View live